Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Biraz yavaş konuş herkes duyacak!..</label>

Süfyân-ı Sevrî büyük velîlerdendir. 713 (H.95) senesinde Kûfede doğdu. 778 (H.161)de Basrada vefât etti. Tebe-i tâbiîndendir. Hikmetli sözleriyle insanlara nasîhatlerde bulunup, hak yolun bilgilerini öğretti. Bu hususta nasîhatleri pek çoktur. Buyurdu ki:Ey kardeşim! Her zaman ve her yerde, doğru ol. Yalan, sözünde durmamak, emâneti yerine getirmemek gibi kötü huylardan çok sakın. Yalancı ve sözünde durmayanlarla düşüp kalkma! GAFLETTEN KURTULMAYA ÇALIŞ!
Yine buyurdu ki:
Büyük bir kalabalık, bir yere toplansa ve biri, içinizden akşama kadar kim yaşayacak, bilsin dense, kimse bilemez. İşin şaşılacak tarafı şurasıdır ki, eğer o kimselere; Öyleyse, ölüm için gerekli hazırlığı yapan, ayağa kalksın dense kimse ayağa kalkmaz. Bu gafletten kurtulmaya çalışmalıdır.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri bir defâ devrin halîfesiyle namaz kılıyordu. Halîfe namaz kılarken devamlı sakalıyla oynuyordu. Süfyân hazretleri namazdan sonra;
Ey Halîfe! Namaz kılarken lüzumsuz hareket yapılmaz. Yarın kıyâmet günü böyle kıldığın namazları paçavra gibi yüzüne çarparlar buyurunca, Halîfe;
Biraz yavaş konuş etraftakiler duyacaklar dedi. Süfyân hazretleri;
Eğer, böyle önemli bir meseleyi izâh etmezsem, dînin emrini yerine getirmemiş olurum. Bu ise bana yakışmaz buyurdu.
Bu söz hâlîfeye çok acı geldi. Kendisine başkalarının da söz söyleyememesi için darağacının kurulmasını ve âleme ibret için asılmasını emretti!..

YARIM KALAN İŞLERİM VAR!
Darağacının kurulduğu gün, Süfyân hazretlerinin yanında Fudayl bin İyâd ve Süfyân bin Uyeyne hazretleri olduğu halde uyuyordu. Bu iki büyük zat, onun asılacağını öğrenmişlerdi. Birbirlerine;
Asılacağını uyanıncaya kadar bildirmeyelim derken işitti ve;
Ne konuşuyorsunuz? buyurunca, durumu Süfyân-ı Sevrîye anlattılar. O da;
Ben yaşamaya hevesli biri değilim. Fakat, dünyâda yarım kalan, yapmam lâzım gelen işler var buyurdu. Gözleri dolu dolu oldu ve;
Ey Allahım! Onları şiddetli bir cezâya çarptır! diye duâ etti. Daha duâsı biter bitmez sarayın kubbesi çöktü. Halîfe Câfer ve adamları altında kalarak can verdi. O iki büyük zât;
Bu kadar çabuk kabûl olunan bir duâ bilmiyoruz dediler..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkand</label>

Semerkandda doğan Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Anadoluya hicret etti. Lârendeye (Karamana) geldi. 1456 (H.860) târihinde yüz elli yaşlarında iken vefât etti. Kabri, İçele bağlı Gülnar ilçesinin Zeyne kasabasındadır... MÜRŞİD KİME DENİR?Bir gün talebeleri; Hocam, mürşid kime denir? diye sordular. Bunun üzerine; Kitâbullaha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir buyurdu.
Bir gün de şöyle sordular:
Kimlerin sohbetinden kaçınalım hocam?
Buyurdu ki: Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever... Bunlar âlim için rüsvâylıktır. Böyle olanlardan kaçın!
Bu mübarek zatın çok kerameti görülmüştür... Kendisini çok seven talebelerinden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda onu bir eşkıyâ öldürmek istedi. Tam o sırada eşkıyâya;
Bütün eşyâm param, neyim varsa senin olsun. Beni serbest bırak, öldürme dedi. Eşkıya;
Onlar nasıl olsa benim olacak benim maksadım seni öldürmektir dedi. O zât o anda hocasını hatırladı ve şöyle yakardı:
Yâ Rabbî! Kudretinle hocam Seyyid Alâaddîn hazretlerinden bana yardım ulaştır!
Dua bittikten sonra, eşkıyâ o zâta üç kere bıçağı çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâeddîn Ali Semerkandînin himmeti bereketiyle bıçak kesmedi. Bunun üzerine eşkıyâ bıçağın keskin olup olmadığını denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı. Tekrar o zâtı kesmek istedi, fakat bıçak yine kesmedi. Eşkıyaya;


BU SIRRI KİMSEYE SÖYLEME
Ey kişi! Benim bir azîz hocam var. Onun bereketiyle beni öldüremezsin dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz kızıp;
Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi? dedi ve elindeki bıçakla tekrar saldırdı. Fakat o anda, âniden uzaktan elinde mızrağı olduğu halde beyaz bir ata binmiş, yeşiller giymiş bir zât yıldırım gibi geldi ve eşkıyâya öyle vurdu ki, mızrağın ucundan kıvılcımlar çıktı. Eşkıyâ o anda can verdi.
Atlının mübarek hocası olduğunu anlayan talebe, Zeyneye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki, Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri ona;
Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla! buyurdu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kayyûm-i Zaman Muhammed Sıbgatullah</label>

Muhammed Sıbgatullah hazretleri, yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânînin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. Kayyûm-i Zaman ismiyle meşhûrdur... Zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, kendisi de çok talebe yetiştirdi... Hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi.BABAM BÖYLE OKURDU!..
Bu mübarek zat, ömrünün sonlarına doğru Kurân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Kendisine çok bağlı talebelerinden biri;
Böyle sessiz okumanızın hikmeti nedir efendim? diye arz etti. Bir müddet sustu ve sonra;
Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu buyurdu...
O senelerde, Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler. Ancak, mübarek, bir gece merak edip durumu öğrenmek için muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarasına benzer bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harb eden Müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı. Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, Müslümanların imdâdına yetişmişti...


ONUN VEFÂTINDAN SONRA....
Kayyûm-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ile Allahü teâlâya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Yâni o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebîul-âhir ayının dokuzunda bir cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti. Vefâtında seksen dokuz yaşındaydı.
Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah Efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu teslim etti...

]
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Azılı müşrik Âsım bin Ebî Avf'ın sonu</label>

Uhud Harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler... Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki:Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister?
Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Ebû Dücâne hazretleri, heyecandan yerinde duramıyordu. Edeple sordu:
BU KILICIN HAKKI NEDİR?
Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?
Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır... Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır...
Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah...
Peygamber Efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyit yazılıydı:
Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz.
Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu. Aslında Eshâb-ı kirâm, mütevâzı, alçak gönüllü insanlardı. Halbuki şimdi Ebû Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Eshab-ı kiram, onun bu yürüyüşünden hoşlanmamıştı. Fakat Resulullah efendimiz o anda buyurdular ki:
Bu bir yürüyüştür ki; harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir...
Ebû Dücâne hazretleri, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için, canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan müşrikleri kılıçladı, kılıçladı... Kimini öldürdü, kimini yaraladı...


KUDURMUŞ BİR CANAVAR GİBİ!
Müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da; Ey Kureyş cemâati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu.
Ebû Dücâne hazretleri bu azılı müşrikin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşmıştı. Nihayet bir fırsatını buldu ve bu İslâm düşmanını; Resulullahın verdiği kılıçla cehenneme yolladı...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Bir gönül sultanının babası Mevlânâ Hamidüddin</label>

Hace Ubeydullah-i Ahrar hazretleri; Mevlânâ Hamidüddin Şâşî ve onun mübarek oğlu Mevlana Hüsameddin Buhari hazretleriyle yaşadıklarını bizzat kendisi şöyle anlatıyor: Hâlimin başlangıcında Buharaya gittim. Mübarekşah Medresesine indim. Mevlânâ Hamidüddin Şâşî oğlu Mevlânâ Hüsameddin bizim kim olduğumuzu öğrendikten sonra pek çok iltifat edip kitap okumakla meşgul olmamı tavsiye ettiler. Dedemin, kendi aile yakınlarına gösterdiği alâka ve yardım kalmadığını söyleyerek sanki onların mükâfatını vermek istediler. Medresede bana fevkalâde güzel bir hücre verdiler... GAFLETE DÜŞTÜĞÜNÜ GÖRMEDİM!
Yine Hace Ubeydullah hazretleri şöyle anlatır:
Mevlânâ hazretlerinin bâtınlarındaki topluluk ve istiğrak hali çok büyüktü. En zevksiz ve cansız bir insan bile bir görüşte kendisine tutulurdu. Cezbesi onu sardığı zaman vücudunu öyle bir hararet kaplardı ki, kış günü ayaklarını buzlu suya sokarlardı. Mirza Uluğ Bey kendilerine Buhara kadılığını teklif edip zorla o makamı vermişlerdi. Mahkemede oturup dâvâlara bakarken bir bölük tarikat isteklisi de yer alır ve Mevlânâya yönelip bâtın feyzini aktarmaya bakarlardı. Ben de o mahkemede hazır bulunurdum, öyle bir yerde otururdum ki, kendileri beni görmez, ben kendilerini görürdüm. Bunca çetin mesele ve dış dünya derdi arasında, bâtınlarının Hâcegân yolunu bir an için bile unuttuğunu, gaflete düştüğünü görmedim. Kendi nisbet ve hâllerini gizlemekte ve dışlarını halka verirken içlerini Hakka inhisar ettirmekte müstesna bir kuvvet sahibiydiler...


BENDEN SELİM KALB İSTİYORLAR
Yine Hace Ubeydullah Hazretleri anlatıyor:
Mevlânâ Hüsameddin, babası Mevlânâ Hamidüddinin ölüm döşeğinde ter döktüğü an, yanı başında idi. Son derece perişan haldeydi. Ona sordu: Sana ne oldu baba? Cevap aldı: Benden selim kalb istiyorlar. O bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum! Oğlu devam etti: Bütün kuvvetinizi sarf edip bir lâhza bana yönelin! Selim kalbi anlarsınız! Bir saat kadar geçti. Gözleri kapalı, yatan hastada büyük bir değişiklik görüldü. Baba, gözlerini açıp dedi ki: Oğlum, Allah sana mükâfatını versin. Meğer topyekûn ömrümüzü bu tarikate sarf etmeliymişiz. Yazık ki, onu kaybetmişiz!... Ve iyi evlâd sayesinde, bu dünyadan huzur içinde göçtü...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
İkimiz için de farklı bir gün olacak!..</label>

Reşâhat müellifi Ali bin Hüseyin el-Vaiz, bizzat kendisinin yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatıyor: Benî Cidan Mescidinde müezzinlik yaptığım yıllardı... Bir gün tanımadığım bir genç mescide geldi. Namazı kıldık, daha kendisine bir şey sormadan yanımdan uzaklaştı... Aradan birkaç gün geçti genç yine geldi, namazı kıldıktan sonra; Bugün ikimiz için de çok güzel, farklı bir gün olacak dedi ve gitti. GENCİ ARAMAYA ÇIKTIM...
İkindi namazı oldu genç yoktu, akşam oldu yok, yatsıyı bekledim yine yoktu. İçime bir şüphe düştü ve onu aramaya çıktım. Sora sora evini buldum. İçeri girip baktığımda gencin vefat ettiğini gördüm. Defin işlerini halletmek için hemen oradan ayrıldım...
Sabah namazı için mescide gittim, ezanı okuduktan sonra mescidin kıble tarafındaki bir nur dikkatimi çekti. Baktığımda onun bir kefen olduğunu anladım. Kefeni alıp doğru evime götürdüm. Namaz için camiye gittim. Namaz bittiğinde yanı başımda devrin en ünlü Şeyhlerini gördüm. Sâbit el-Benânî, Malik bin Dinar, Habîb el-Fârîsî ve Salih el-Mürrî, benim mescidime gelmişlerdi. Onlara sordum:
Siz bu mescide gelmezdiniz, böyle dördünüzü bir araya toplayıp buraya getiren sebep nedir?
Bu yakınlarda biri öldü. Onun için geldik. Bizi onun yanına götürür müsün? dediler.
Bu dört mübarek zat ile vefat eden gencin evine gittik. Bu Allah dostları genci hemen tanımıştı.
Malik bin Dinar dedi ki:
Ey güzel kardeşim! Bir yerde seni tanıdıklarında hemen orayı terk eder, başka yere yerleşirdin, tanınmayacağın yere giderdin. Bu yolculuğun hep sürdü, şimdi son noktaya geldin artık bundan ötesi Rabbinin yanıdır. Haydi kardeşimizi yıkamaya götürelim.


YERE GÖĞE SIĞMAYAN CEMAAT
Genci yıkanacağı yere götürdük. Bu dört Allah dostundan her biri bir kefen getirmişti. Ben sabah yaşadığım olayı anlattım ve o nurlu kefenin evimde olduğunu söyledim.
Bu zatlar bana dediler ki:
Tamam, bu genci o kefenle defnedeceğiz, kefeni alıp gel!
Evden kefeni alıp geldim, genci kefenledik. Sonra namaz için mescide doğru hareket ettik ki, o da ne! Kalabalıktan yürüyemiyoruz. Yanımda bulunan Malik bin Dinara sordum:
Bu ne haldir?
Bu genç Allahü tealanın gizli dostlarındandı. İşte bu kalabalık Allahü tealanın haberi ile toplanan insanlardır.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kıraat İmâmı Esved bin Yezîd</label>

Esved bin Yezîd bin Kays en-Nehâî hazretleri, Tâbiinin meşhur kıraat imamlarındandır. Eshab-ı kiramdan birçoklarıyla görüşerek onlardan kıraat ilmini öğrendi. Hazret-i Ömerin (radıyallahü anh) hilafeti zamanında daha çok genç iken hac vazifesi için Mekke-i Mükerremeye geldi ve burada Hazret-i Ömerin sohbetinde bulundu... BEŞ BELDENİN MEŞHURLARI...
Eshâb-ı kirâmın, kırâati ile meşhur olanlarından, Kurân-ı kerîmi okuyan ve ezberleyen ve kırâat ilminde İmâmlık derecesine yükselen Tâbiîn-i izâm, beş ayrı beldede meşhur olmuşlardır. Bunlardan; Saîd bin Müseyyib, Sâlim bin Utbe, Ömer bin Abdülazîz, Atâ bin Yesâr, Muâz bin Hâris, Abdurrahmân bin Hürmüz el-Arec, Muhammed bin Müslim, Müslim bin Cündeb ve Zeyd bin Eslem, Medîne-i münevverede; Ubey bin Umeyr, Atâ bin Ebi Rebâh, Tâvus bin Keysân, İkrime, Mücâhid bin Cebr Mekkede; Alkame bin Kays, Esved bin Yezîd, Abîde bin Amr, Amr bin Şurahbil, Hâris bin Kays, Said bin Cübeyr, Rebî bin Heysem, Amr bin Meymûn, Ebû Abdurrahmân Sülemî, İbrâhim Nehâî, Zirr bin Hubeyş Kûfede; Muâz, Câbir bin Zeyd Ebül-Âliyye, Nasr bin Âsım-ı Leysi, Yahyâ bin Yamer, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve Katâde bin Diâme Basrada; Mugîre bin Ebû Şihâb, Huleyd bin Sad Şamda meşhurdular...
Aişe-i Sıddıka vâlidemiz Esved bin Yezîd için Irakta benim nezdimde Esvedden daha kerem sahibi kimse yoktur buyurmuştur.
Esved bin Yezîdin namaza karşı gösterdiği hassasiyet tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Haris en-Nehaî anlatıyor:
Esvedle beraber Mekkeye yolculuk yaptık. Namaz vakti olunca ne halde olursa olsun, isterse sarp ve haşin bir yerde, isterse devesinin ayağının birisi yüksekte birisi alçakta olsun, hiç beklemeden hemen devesini çöktürür ve namazını kılardı!


İBRETLER VE NASİHATLER...
Bu büyük İmamın vefatında da çok büyük ibret ve nasihatler vardır... Hayatı boyunca günaha kapı aralamamış olan bu mübarek zat, vefat ederken ağlayıp sızlamaya başlıyor. Kendisine bu ağlamasının gereksiz olduğunu söyleyenlere karşı o şöyle buyuruyor:
Ağlamaya benden daha lâyık kim var? Ben ağlayıp sızlamayayım da kim ağlasın sızlasın! Allaha yemin ederim ki, O, beni mağfiret etse de, istediğim şeylerden dolayı Allaha karşı duyduğum utanç benim için çok büyüktür!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Şeyh-ül-allâme Muhammed Senûsî</label>

Muhammed Senûsî hazretleri, Cezâyirde Tilemsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerindendir. Hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimidir. Şerîf olup, soyu hazret-i Hasana dayanmaktadır. Bunun için Hasenî diye nisbet edilmiştir. Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye mensûb olup, buna nisbetle de Senûsî denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur... ÇOK MERHAMETLİYDİ...
Hayırlı, mübârek, fâdıl ve sâlih bir zât olarak yetişen Senûsî hazretleri, ilk olarak babasından ders aldı. Sonra zamanının büyük âlimlerinden istifâde etti. Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever, hürmet ve hizmette kusûr etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret ve edebi sebebiyle, kısa zamanda yükselerek, zamânında bulunan âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine Şeyh-ül-allâme denildi. Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât oldu...
Muhammed Senûsî, yumuşak huylu ve çok sabırlı bir zât idi. Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir söz duysa, buna kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm ederek, güzel konuşmaya devâm ederdi.
Mahlûklara karşı da çok merhametli idi. Buyurdu ki:
İnsanın, yürürken bile yumuşak ve mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi, karınca gibi, yerde bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için dikkatli olması gerekir.
Muhammed Senûsî hazretleri, 1428 (H.832) senesinde doğdu. 1490 (H.895) senesinde bir pazar günü Tilemsânda vefât etti. Vefâtında 55 yaşlarında olduğuna dâir kayıtlara da rastlanmıştır.


BU NASIL HÂLDİR?..
Senûsî hazretlerinin hanımı anlatır:
Gecenin ilk kısmında bir miktar uyuyup, sonra kalkar, kendi kendine sitem eder ve; Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennete gideceği kendisine haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir? derdi. Sonra da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamayacak durumda olduğu zaman bile namazını terk etmedi. On gün hasta kaldı. Vefât ederken buyurdu ki:
Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere, vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. Ondan bunu dileriz.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük müderris Pîr Fethullah</label>

Pîr Fethullah hazretleri, velîlerin önde gelenlerindendir. Kastamonuda doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1456 (H.861) târihinde Erzincanda vefât etti. Hocası Pîr Muhammed hazretlerinin Câmi-i Kebîr yakınındaki kabri yanına defnedilmiştir... MOLLA CÂMÎNİN TALEBESİPîr Fethullah hazretleri, gençliğinde ilim tahsîli için Tebriz ve Horasana gitti. Orada Molla Câmî hazretlerinden okudu. Sonra Uzun Hasan onu müderris olarak, Erzincandaki bir medreseye tâyin etti. Pîr Fethullah, Erzincanda Halvetî yolunun büyüklerinden Şeyh Muhammed Erzincânî hazretlerine talebe oldu. Onun bereketli sohbetlerinde mânevî ilimlerde yetişip kemâle geldi. Çok kerâmetleri görüldü...
Pîr Fethullah hazretlerine vefâtından az önce talebeleri;
-Efendim, sizden sonra yerinize kimi bırakıyorsunuz? diye sormuşlardı. Bunun üzerine Pîr Fethullah hazretleri;
-Vefâtımdan sonra cenâzemi musallâya koyduğunuzda karşı dağ tarafından biri gelir. Cenâze namazımı kıldırır. O kimse bizim vekîlimizdir. Ona tâbi olun! buyurdular.


HACI HALÎFE OLDUĞU ANLAŞILDI
Hakîkaten Pîr hazretleri vefât ettiklerinde cenâzesini musallâya koydular. Dağ tarafından bir kimse çıkıp oraya geldi ve cenâze namazını kıldırdı. Oradakilere duâlarda bulundu ve;
-O kişi inşâallah biz âcizizdir. Birkaç gün sonra tekrar görüşmek nasîb olur, diyerek oradan ayrılıp, dağ tarafına gitti. Talebeler, sonra bu zâtın Hacı Halîfe olduğunu anladılar. O sırada Hacı Halîfe de Antepteydi. Oralarda bulunanları irşâdla uğraşırdı...


ONU ERZİNCANA GETİRDİ...
Pîr Fethullah hazretlerinin talebelerinden biri hemen Antepe gitti. Hacı Halîfenin dergâhına varıp onu sordu. Oradakiler erbaînde, kırk gündür ibâdettedir. Çıkmasına iki gün kaldı dediler. Hacı Halîfe halvetten çıktığında, Pîr Fethullah hazretlerinin talebesi, olanları anlatıp onu Erzincana götürdü.
Pîr Fethullah hazretlerinin yolunu Erzincanda Hacı Halîfe devâm ettirdi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
O bir alperen Şeyh Edebâlî</label>

Şeyh Edebâlî hazretleri, Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocasıdır. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecikte vefât etti... OĞUZ BOYLARI ANADOLUDA...İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına giden Edebâlî hazretleri, hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Anadoluyu aydınlatan alperenlerden; derviş mücahidlerden oldu... O yıllarda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadoluda bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadoluya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu...
Şeyh Edebâlî hazretleri, damadı Osman Gâziye buyurdu ki:
Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz... Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin!.. Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve irâdene sahip olasın...
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul! Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmaktan kaçmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratanın kullarına ihsanıdır...
Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!..


İLİM SÂHİPLERİNİ KORUYUNUZ
Şeyh Edebâlî hazretleri, vefâtlarına yakın talebelerine şöyle vasiyet etti:
Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.
Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz!
Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Beş yüz senelik ibadetin karşılığı!</label>

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir gün buyurdular ki: Cibril-i Emin bana geldi ve şöyle dedi: Yâ Resulallah! Seni hak olarak gönderen Allahü tealaya yemin olsun ki, bizler şöyle bir hadiseye şahit olduk. Önceki ümmetler içinde bir kul vardı. Allahü tealaya bir adada beş yüz sene ibadet etti. Allahü teala o adada onun için tatlı bir su çıkardı, bir de nar ağacı yarattı. Ağaç her gece bir nar veriyordu; o da su ve nar ile gıdalanıyordu. Böylece ibadetine devam ediyordu... SON NEFESİNİ SECDEDE VERDİ!..Bu kulun eceli yaklaşınca Allahü tealaya ruhunu secde hâlinde alması için dua etti. Allahü teala da duasını kabul buyurdu. Bizler yeryüzüne inince ona uğruyorduk. Ruhu kabzedildikten sonra göğe yükseldiğimizde ilâhî ilimde bu kulun kıyametteki hâlini şöyle bulduk. O, Aziz ve Celil olan Allahın huzurunda durdurulur. Allahü teala meleklerine;
Kulumu rahmetimle cennete koyun! der. Kul ise;
Ya Rabbi, beni amelimin karşılığı olarak cennetine koy! der.
O zaman Allahü teala meleklerine;
Bu kuluma verdiğim nimetlerle yaptığı ibadetleri bir ölçün diye emreder. Melekler ölçerler, kulun yaptığı beş yüz senelik ibadet ancak gözünün görme nimetine karşılık gelir. Bunun üzerine Allahü teala, meleklerine;
Verdiğim nimetlere karşı şükretmeyen bu kulu ateşe atın! diye emreder; melekler kulu ateşe doğru götürürken kul hemen;
Ya Rabbi! Beni rahmetinle cennetine koy! diye yalvarır. Allahü teala, meleklerine;
Onu geri getirin emrini verir. Kul ilâhî huzura getirilir. Allahü teala;
Ey kulum, sen hiçbir şey değilken seni kim yarattı? diye sorar. Kul;
Sen yarattın ya Rabbi! der. Allahü teala;
Bu senin amelinle mi, yoksa benim rahmetimle mi oldu? diye sorar. Kul;
Benden değil, senin rahmetinle oldu! diye cevap verir. Allahü teala;
Sana beş yüz sene ibadet etme kuvvetini kim verdi? diye sorar. Kul;
Sen verdin ya Rabbi! der. Allahü teala, diğer bütün nimetleri kimin verdiğini sorar. Kul;
Sen verdin ya Rabbi! der. Allahü teala;


NİHAYET BUNU ANLADIN!
Nihayet bunu anladın, seni de rahmetimle cennetime koyuyorum. Ey meleklerim! Bunu rahmetimle cennete koyun. Ey kulum sen bundan önce güzel bir kuldun buyurur ve onu cennetine koyar. Sonra Cibril aleyhisselam dedi ki:
Yâ Resulallah! Gördüğün gibi her şey ancak Allahü tealanın rahmetiyle olmaktadır.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Silsile-i aliyyeden Ubeydullah-ı Ahrâr</label>

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Türkistanın büyük velîlerindendir. 1403 (H.806) senesinde Taşkentte doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. 1490 (H.895) senesinde Semerkantta vefât etti... İSTANBULUN MANEVİ FATİHİ Fatih Sultan Mehmed Han İstanbulu muhasara altına alınca bu mübarek ona görünür ve; Askerlerine cenk etmelerini emreyle! buyurur. Kendisi de küffar üzerine at koşturur. Malum olduğu üzere İstanbulun fethi müyesser olur. Bu sebeple ona İstanbulun manevî fâtihi denilir...
Hikmetli sözleri pek çoktur. Buyurdu ki:
Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri hastalanmıştı... Seksen dokuz gün yattı. Vefâtından on iki gün önce; Eğer sağ kalırsam, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir buyurdu.
Mübareğin, 1490 (H.895) senesi Rebîul-evvel ayının sonunda, bir cumâ günü hastalığı ağırlaştı. Tam o sırada, Semerkandda büyük bir zelzele oldu. Akşam namazının vakti girdi mi? diye sordu. Evet girdi dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu...


BİR NUR GÖRÜLDÜ VE...
Talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti.
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri