Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Molla Câmî'ye iftira atan bedevînin sonu</label>

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (Molla Câmî) hazretleri Hiratta yetişen büyük âlim ve velîlerdendir. 1414 (H.817) de İranın Câm kasabasında doğdu. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir... Molla Câmî hazretleri, bir sene, Hicaza gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler onu karşılayarak, ziyâret edip, hayır duâsını aldılar. Bilmedikleri müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdâtta Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi. Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebeb oldu. Uğradığı yerlerde, sultanlardan, emîrlerden ve halktan pekçok hürmet, izzet ve ikrâm gördü. Daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi. NETİCE BAŞA BAĞLIDIR
Hikmetli sözleri meşhurdur. İşte bunlardan bir demet:
İhtiyarlık, gençliğin sonu ve netîcesidir. Netice ise, başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin, ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur.
Kötü kimse, başkalarının ayıplarını saymak isterken, kendini dile getirir.
Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz.

GÜZEL BİR DEVESİ VARDI...
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında çölde yaşayan bir bedevî ile karşılaştı. Molla Câmî hazretlerinin güzel bir devesi vardı. O deve bedevînin hoşuna gitti ve kendi kafasına göre bir fiyat biçerek deveyi satın almak istedi. Molla Câmî hazretleri, adamın ısrârına dayanamayarak verilen fiyata devesini sattı. Bedevî, kendi yükünü yükledi ve deveyi alıp gitti...
Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Bedevî, Mevlânâ Câmî hazretlerine gelip buldu ve; Bana hasta bir deveyi sattın diyerek, küstahça sözler söyledi. Haddinden fazla edebsizlik etti. Molla Câmî hazretleri, adama parasını geri vererek; Deve nerede öldü? buyurdu. O da; Falan yerde, istersen gidip görelim dedi. Molla Câmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl etti. Yola çıkmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki: Bu adamın ölümü yaklaştı.
Nitekim, bedevî, Mevlânâ Câmî hazretlerini tam devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî</label>

Kerîmüddîn Bâbâ Ebdâl, Hindistanın büyük velîlerindendir. Doğum târihi belli değildir. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetlerine kavuştu. Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında, kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine vesîle olması için icâzet verdi...
HERKESİN YANINDA OLMAZ!
İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasan, vazifeye başladı. O memleketin halkından nice kimse onun sâyesinde bu şerefli yolun hakîkatine kavuştu. Feyz ve bereketlere mazhar oldular.
Kerîmüddîn hazretlerinin bulunduğu beldede meşhûr, herkesin kendisine müracaat ettiği, ilim sâhibi Abdünnebî isminde biri vardı. Bu zât bir gün, Kerîmüddîn hazretlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra, istek ve arzusu ile; Bana büyükler yolunu tâlim eyleyin dedi. Kerîmüddîn hazretleri de; Evin dışındaki mescide gel! Orada sana arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım buyurdu.
Abdünnebî; Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnızken söyleyiniz dedi. Kerîmüddîn hazretleri, onun zâten meşhûr olduğu için, insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu işte esâsın nefse muhâlefet etmek olduğunu bildirmek için; Yalnız yerde olmaz! buyurdu. Bunun üzerine o zât edebe riâyeti terk ederek; Ben meşhûr bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu tâlim etmezseniz insanlara sizin bidat sâhibi olduğunuzu söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum. Böylece kimse size gelmez gibi şeyler söyleyerek, kendine göre, güyâ Kerîmüddîn hazretlerini tehdid eder bir ifâde kullandı.

O ALLAH ADAMINI ÜZDÜ!..
Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî o münâsebetsiz kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. Elinden gelen her şeyi yap! Halka istediğini söyle! buyurdu...
O kimse de, hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftirâlara, bozuk sözler sarf etmeye başladı. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine karşı gelmenin cezâsı gecikmedi. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da kendisi ve oğlu öldü.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Nişâbur'dan doğan güneş Ebû Amr bin Nüceyd</label>

Ebû Amr bin Nüceyd, onuncu yüzyılda yaşamış büyük velîlerdendir. Nişâburludur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti... Küçük yaştan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetleriyle yüksek haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu... İLİMLE MEŞGUL OL!Bu mübarek zat buyurdu ki: Allahü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtlara hizmet etmeyi, onların istedikleri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi nasîb eder.
Bana nasîhat et! diyen birisine; İlim ile meşgûl ol. Bütün Müslümanlara hürmet et. Günlerini boş geçirme. İnsanların arasında garib ol!
Yine buyurdu ki:
Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri gelir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanırsa, emirlerini hafif görmez.
Bu mübarek zat, Allahü teâlâdan, Onun rızâsından başka bir şey istemeyeceğim diye söz vermiş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı... Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Doktorlar tedâvisinden âciz kalmışlardı. Bir gece dâmâdı hanımına; Sendeki bu derdin devâsı babandadır dedi. Hanımı; Nasıl yani? diye sordu. Baban kırk yıldır Allahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz vermiştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek olursa, Hak teâlâ sana şifâ verir dedi.

EY, BABASININ CİĞERPARESİ!
Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu... İbn-i Nüceyd hazretleri gece vakti kızını görünce; Yavrum! Bu vakitte senin buraya gelmene sebep nedir? dedi. Kızı; Senin gibi bir babam var. Allahın dînindeki hüznün fazîletini senden dinleyeyim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyorum. Hak teâlânın hastalığıma şifâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum dedi.
İbn-i Nüceyd hazretleri; Ahdi bozmak câiz değildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yarın öleceksin. Ey babasının ciğerpâresi! Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd olmazsın dedi. Kızı; O halde vedâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: Hayır, sizler cenâze namazımı kılarsınız!..
Bunu söyledikten kısa bir zaman sonra vefat etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Şâfiî fıkıh âlimi Hüseyin bin Ahmed</label>

Halebde dünyâya gelen Hüseyin bin Ahmed el-Musulî hazretleri, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîl etti. Zamânındaki âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Musula gelip orada yerleşti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek bir âlim ve tasavvuf yolunda olgun bir velî oldu. Bilhassa Şâfiî fıkhında âlim idi. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâ ve âhirette saâdet ve mutluluğa kavuşmaları için gayret etti... Bu mübarek zatın, pek çok kerâmeti görüldü. Ömrünün sonuna doğru hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti ve 1506 (H.912) senesinde orada vefât etti... ÖMRÜMÜN SONUNA GELDİM!
İbn-i Hanbelî onun vefâtından sonra gördüğü bir kerâmetini şöyle anlattı:
Ben, Hüseyin bin Ahmed ile birlikte hacca gitmiştim. Mekke-i mükerremeye vardıktan sonra, Arafatta vakfeye durmuştuk. Beni yanına çağırıp; Ben ömrümün sonuna geldim. Bu mübârek topraklardan gitmek istemiyorum. Sana vasiyetlerimi bildireyim buyurdu. Az zaman sonra da vefât etti. Lâkin o sene Mekke-i mükerremede çok su sıkıntısı vardı. Onun cenâzesini yıkamak için suyu nereden bulurum diye düşünürken, yanıma yüksek sesle konuşan birisi geldi ve; Hüseyin bin Ahmed vefât mı etti? dedi. Ben; Evet deyince; Neden bu kadar düşünceli duruyorsun? diye sordu. Ben; Yalnızım ve su sıkıntısı da var. Onun techîz ve tekfînini yalnız nasıl yaparım ve gasli için suyu nereden bulurum? dedim. O zaman bana; Sen burada bekle ve ayrılma deyip gitti...

RÜYASINA GİRİP TEŞEKKÜR ETTİ!
Aradan biraz zaman geçince, bir de baktım, o kimse, ellerinde birer testi su ve kefen bulunan bir toplulukla berâber geldi. Yanıma gelir gelmez hazretin cenâzesini yıkamaya başladılar. Yakın bir kabristana kabrini kazıp, berâberce defnettik. Bana hepsi tâziyede bulunup yanımdan ayrıldılar. Onların kim olduklarını ve nereden geldiklerini bilmiyordum...
Birkaç gece sonra, Hüseyin bin Ahmed hazretlerini rüyâmda beyaz elbiseler içinde, bağ ve bahçeler arasında sevinçli bir şekilde gördüm. Bana; Allahü teâlânın rahmeti senin üzerine olsun. Sen beni sâlih kimselerle birlikte çok güzel techîz ve tekfîn ettin buyurdu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Hadis İmâmı İbn-i Asâkir</label>

İbn-i Asâkir hazretleri, on ikinci yüzyılda Şamda yetişen hadis ve fıkıh âlimidir. 1105 (H. 499) senesinde Şamda doğdu. 1175 (H.571) yılının receb ayında Şamda vefât etti. Zamânın sultânı Selâhaddîn-i Eyyûbînin de hazır bulunduğu cenâze namazından sonra Bâbüssagîr Kabristânında defnedildi.ÜÇ YÜZ ÂLİMDEN DERS ALDI
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan İbn-i Asâkir, üç yüz kadar âlimden ilim tahsil etti. İlim için seyâhatlere çıktı ve zamânın meşhur âlimlerinden ilim öğrendi...
1138-1175 seneleri arasında aralıksız ders verip, talebe yetiştirdi. Bu sırada eserlerini tasnîf ve telif etti. Ders okutması o kadar meşhur oldu ki, ondan ilim öğrenmek için pekçok kimse uzak yerlerden geldiler. Sultanlar dahi ilim meclisine gelerek, sohbetlerini dinlediler. Yetiştirdiği talebelerden bâzıları şunlardır: Ebül-Alâ el-Hemedânî, Ebû Sad Semânî, oğlu Kâsım Nâsırüssünne, Ebû Câfer Kurtûbî, Zeynülemnâ Ebül-Berekât...
İbn-i Asâkir hazretleri, fıkıh, hadis, kırâat, hilaf ve nahiv gibi birçok ilimde söz sâhibiydi. Fakat hadis ilmindeki üstünlüğü diğer ilimlere göre daha fazla idi. Hadîs ilminde İmâm idi.
İbn-i Asâkir hazretleri, Şamdaki Tekviyye Medresesine Hadis Müderrisi olarak tayin edilmişti Derslerini bitirdikten sonra medresenin bitişiğindeki Dımeşk Camiindeki küçük bir odaya girer, orada yalnız başına ibadet eder ve kitap telif ederdi. Sadece abdest almak için dışarı çıkardı. Halim selim olduğu için, onun derslerine devam edenler hiç usanmaz, ondan çok istifade ederlerdi...

GENÇLİĞİME MERHAMET EYLESİN!
İbn-i Asâkir hazretleri, bir gün öğle namazını kıldıktan sonra ikindi vaktini sordu. Kendisine, ikindi namazına daha çok vakit var, denildi. O zaman su istedi ve abdest aldı. Namazdaki gibi oturup;
Rab olarak Allahü teâlâdan, din olarak İslamdan, Peygamber olarak da Muhammedden (sallallahü aleyhi ve sellem) razıyım. Allahü teâlâ bana hüccetini telkin etsin. Sürçmemi gidersin. Gençliğime merhamet eylesin dedikten sonra Ve aleyküm selam dedi.
Yanında bulunanlar, bundan, meleklerin geldiğini anladılar. Dikkat ettiklerinde, ruhunu teslim etmiş olduğunu gördüler...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebü'l-Hasen'e rüyada verilen İhya cezası!</label>

Fasta zamanın itibârlı âlimlerinden olan Ebül-Hasen Mağribî; İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca Sünnete muhâlif diye beğenmemiş ve Müslümanların elindeki İhyâ kitaplarının toplanıp yakılmasını emretmişti. Cumâ günü yakılmasını kararlaştırmışlardı... CAMİDE PARLAYAN NUR!Ebül-Hasan cumâ gecesi rüyâsında ders okuttuğu câmiye girdi. Baktı ki câminin köşesinde parlayan bir nûr; Resûlullâh Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer (radıyallahü anhümâ) ile oturuyorlar. Bu arada İmâm-ı Gazâlî de elinde İhyâ-i Ulûmiddîn, kitabı ile huzura gelerek:
Yâ Resûlallâh! Şu kimse benim hasmımdır dedi ve İhyâ kitabını Resûlullâh Efendimize verip;
Yâ Resûlallâh, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete muhâlif bir şey varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer dîne muvâfıksa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin dedi.
Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz İhyâ-i Ulûmiddîn kitabını baştan sona göz gezdirdi ve;
Vallâhi bu çok güzel bir şeydir buyurduktan sonra Hazreti Ebû Bekire verdi. O da baktıktan sonra;
Seni hak peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki bu kitap güzeldir buyurdu. Hazreti Ömere de verdiler. O da inceleyerek, aynı cevabı verdi. Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz;
Ebül-Hasanın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun buyurdu.

HZ. EBU BEKİRİN ŞEFAATİ...
Beşinci sopadan sonra Hazreti Ebû Bekir şefâat ederek;
Yâ Resûlallâh böyle yapması yine senin sünnetini tâzîm içindi, af buyur dedi. Ebül-Hasan da hatasını anlayıp tövbe edince; İmâm-ı Gazâlî hazretleri de affetti...
Ebül-Hasan uyanınca gördüklerini halka anlatıp tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların vurulduğu yerler sızladı. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi... Vefat edeceği zaman bu hadiseyi yanında bulunanlara anlattı ve o yara izlerini gösterdi. Vefat edince baktıklarında, sırtında hâlâ sopanın izleri vardı...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
>Yedi ciltlik kitap ve Hindistan hükümdarı</label>

Sadî Şirâzî hazretleri, Bostan kitabında buyuruyor ki: Hindistan hükümdarlarından biri, okumaya merak saldı. O devrin âlimlerinden birini sarayına davet etti ve;Öğrenmem icabeden ilimleri kitab halinde yaz, onu okuyayım dedi. O âlim de yedi cild tutan kitap yazdı. Fakat bu sırada hükümdar harbe gitmek için hazırlık yapıyordu. Dedi ki:
Benim cildler dolusu kitap okuyacak zamanım yok. Bütün lüzumlu bilgileri küçük bir kitapta topla!
Âlim zat, bu bilgileri tek kitapta topladı. Bu kitapta lüzumlu ilmihal bilgileri ve nasihatler vardı. Mesela: HEP GAFLETTE BULUNANLAR
Allahü teâlânın azâbına müstahak olanlar, her an gaflette bulunanlardır. Bunlar, başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler. Her zaman uyanık olan kalbler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar. Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar. Dolayısı ile bu kimseler cezâya müstahak değildir.
İnsana, âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır: Birinci olarak, îtikâd ve amel. Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip tatbik etmek lâzımdır. Bu ilim yolcuya yön verir, idâre eder. İkinci olarak, bir zikir lâzımdır. Bu, yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve zikir yardımı ile yalnızlık çekmez. Üçüncü olarak, bu yolcunun haram ve şüphelilerden sakınması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu uygun olmayan düşünce ve başka şeylerin kendisini meşgûl etmemesine sebeb olur. Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu gideceği yere kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur...

ARTIK VAKİT ÇOK GEÇTİR!
Hindistan hükümdarı o harbi kazandı, fakat başka bir harbe gitti. Hasılı, işlerinin çokluğundan, o kitabı bile okumaya vakti olmadı. Nihayet hastalanıp yatağa düştü. Artık son nefesini vermek üzereydi. O âlim zat hükümdarı ziyarete gitti. Dedi ki:
Efendim, isteğiniz üzerine cildler dolusu kitap yazdım. Sonra onları hülasa edip bir kitap haline getirdim. Onu da okuyacak zamanınız olmadı. Size bunun da özetini söyleyeyim:
İnsanoğlu, şu çok kısa hayat içinde, ihtiyacı olan bir şeye ulaşmaya gayret eder ve ona ulaştığında başka bir şeye daha ihtiyacı olduğunu zanneder. Bunların ise sonu gelmez. Böylece ebedi olan ahiret hayatı için hazırlık yapmaya vakit bulamaz. Bunu anladığı zaman ise artık vakit çok geçtir...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Bir Hak âşığı Semnun Muhib</label>

Semnun Muhib hazretleri aslen Basralı olduğu için Basrî, Bağdâta yerleştiği için Bağdâdî nisbet edildi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin devrinde yaşadı. Ondan sonra 932 (H.320) yılında vefât etti...Semnun Muhib rahmetullahi aleyh, yaşı ilerlemiş, ömür merdiveninin son basamağına yaklaşmıştı. Bu yaşına kadar başından hiç evlilik geçmemişti. Ömrünün bu son anlarında, sadece sünnete tâbi olmak ve efendimizin sünnetini yerine getirmek için evlenmek istedi. Bu talep üzerine yakınları ona saliha bir hanım bulup evlendirdiler...
Evlendikten sonra her geçen gün Semnun Muhib hazretlerinin, hanımına olan sevgisi çok ziyade artıyordu. Sanki kara sevdaya tutulmuştu... RÜYASINDA KIYAMET KOPMUŞTU!..
Bir gece rüyasında kıyamet kopmuştu. Mahşer halkı toplanıyor, her bir kavme ait olmak üzere sancaklar dikiliyordu. Bir sancak gördü ki, büyüklüğü, güzelliği, nuru anlatılamayacak kadar muhteşemdi. Sordu:
-Bu sancak hangi kavim için dikildi?
-Allah onları sever, onlar da Allahı sever... (Maide, 54) âyet-i kerimesine muhatap olanlar için dikildi.
Semnun Muhib bu kavmin arasına girdi. Orada bulunan görevlilerden biri Semnun Muhibin yanına gelerek, bu topluluğun arasından çıkmasını söyledi ve Semnun Muhibi oradan çıkardı. Semnun feryadı bastı:
-Beni bu topluluğun dışına niçin çıkardın?
-Bu sancak muhiblerin (âşıkların) sancağıdır, sen onlardan olmadığın için çıkarıldın.
-Ben Mevlâya olan aşkımdan dolayı dünya hayatında Muhib diye çağrılırdım. Hak teâlâ hazretleri benim kalbimi biliyor...

MUHİBLER DEFTERİNDEN SİLDİK!
Bu konuşmanın ardından gaipten bir nida işitilir:
Ey Semnun! Sen muhiblerden idin; ancak gönlün bizden başkasına meyledince, ismini muhibler defterinden sildik!
Semnun Muhib, büyük sıkıntıya düçar olmuştu, kan ter içinde uyandı. Uyanır uyanmaz şöyle dua etti:
Ya Rabbi! Beni sana ulaştıracak yolun önünde ne gibi bir engel varsa, onu yolumun üzerinden kaldır!
Bir zaman sonra dışarıda bir bağırtı, bir gürültü duyuldu. Semnun Muhib hazretlerinin hanımı, damdan düşmüş ve vefat etmişti. Yani şehid olmuştu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
>Hiç itiraz etmeyen talebe Ahmed bin Ebü'l-Havârî</label>

Büyük mutasavvıf Ahmed bin Ebül-Havârî, aslen Kûfeli olup, 780 (H.164)de doğdu. Şamda yaşadı. 844 (H.230) senesinde vefât etti. Bu mübarek zat, Ebû Süleymân Dârânî hazretlerinin talebesidir. Ona talebe olduğunda, kendisine hiçbir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Gerçekten de ne emredilirse aynen yerine getiriyordu... YANAN FIRININ İÇİNE GİRDİ!
Bir defâsında dergâhın fırınını yakması emredilmişti. Gidip fırını yaktı. Sonra hocasının huzuruna gidip;
-Efendim, fırını yaktım, ne pişirmemizi emredersiniz? dedi.
Ebû Süleymân Dârânî o sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyordu. Onun suâline cevap vermedi. Duymadığını zannederek tekrar;
-Efendim fırın hazır, ne pişirelim? dedi.
Yine cevap vermeyince tekrar sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası;
-Git fırının içine otur! dedi. Sonra sohbetine devam etti. Tatlı sohbet bir müddet daha devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli talebesi Ahmed bin Ebül-Havârîyi hemen yanına çağırmalarını söyledi. Onu her yerde aradılar ama görünürde yoktu. Bulamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine hocası; Gidin fırının içine bakın! dedi. Koşup fırına bakınca ateş arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiçbir yeri yanmamıştı...

KURTULUŞ YOLU NEDİR?
Kendisi anlatır:
Bir gün Şamın mezarlığına girdim. Orada kapısı olmayan bir kubbe vardı. Fakat bir açık yerini bularak içine girdim. Bir süre sonra bir kadın kapı çalar gibi kubbeye vurdu. Ona; Sen kimsin, böyle kubbeyi çalıyorsun? deyince, bana; Senden bir yol öğrenmek istiyorum dedi. Ben de ona; Kurtuluş yolu; üzerinde cezâlar, azaplar, engeller olan bir yoldur. Kurtuluşa ancak iyi muâmele ve dünyâ işlerini bırakıp âhiret işleriyle uğraşmakla ulaşılabilir dedim. Kadın bunu duyunca ağlamaya başladı. Bir süre sonra düşüp bayıldı. Bu anda oraya gelen kadınlara ona bakmalarını söyledim. Baktıklarında kadının öldüğünü anladılar. Onlara; Bu kadın kimdir? dediğimde; Kureyşli bir hanımdır. Uzun süreden beri kendini yemek içmekten men etmiştir. Ona bir şey söylendiği zaman, beni tabîbimle baş başa bırakın. O beni iyi eder derdi dediler. Ben bunun üzerine; Hakîkaten tabîbi onu hakîki şifâya kavuşturdu dedim.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Tükürüğüyle yanan müşrik Ukbe bin Ebi Muayt</label>

Ukbe bin Ebi Muayt, Mekke müşriklerinden olup, kötü niyetli olmayan bir adamdı. Resulullahla her karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret ederdi. Hatta uzun yolculuktan döndüğünde Mekkede yemek yedirmeyi âdet edinmişti... Yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe Resulullahı da davet etmişti. Resulullah efendimiz, onun bu davetine şöyle karşılık verdi: - Ukbe, davetine gelirim ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni yaratan Allahı inkâr etmemeni, Onun Resulüne de şehadet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık.
Ukbe bu teklife çok da direnmedi. Şehadet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz sevinmişti... Ancak, ne var ki, Ukbenin Mekkede putperest dostları da vardı. Haber bir anda onlara da ulaştı. Onların içinde Übey bin Halef katı bir müşrikti. Hemen gelip arkadaşını suçlayıcı sorular sormaya başladı: İŞTE BU OLAMAZ!..
  • Duyduğuma göre Muhammedi yemeğe davet etmişsin. Bununla da kalmayıp onun teklif ettiği şehadet kelimesini de söylemişsin.
  • Evet, öyle oldu.
  • Olamaz! İşte bu olamaz!.. Hem şehadet kelimesini söyleyeceksin hem de bizimle dost olacaksın... Bu sana pahalıya mal olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın.
Ukbe, dostunun bu sözlerinden endişe etmiş, şehadeti söylediğine pişmanlık duymaya başlamıştı.
- Olayı büyütme, dedi. Ben sadece Ukbenin yemeğini yemeden gitti diye bir söylenti çıkmaması için utandığımdan şehadet kelimesini getirdim, dedi.

DOSTLARINI KIRAMADI!..
Übey kopardığı bu tavizden memnun olmuş, ama yeterli de bulmamıştı. Daha da ileri giderek yol gösterdi:
- Biz bu sözlerinin doğruluğunu ancak gidip Ona tükürdükten sonra kabul ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük fırlatacaksın!
Ukbe, dostlarının baskısına dayanamamıştı. Doğruca Efendimizin Darünnedvede ibadet ettiği yere gitti. Tam dilinin ucunda topladığı tükürüğü fırlatacaktı ki aniden bir rüzgâr çıktı. Dudakları arasından çıkan tükürük geriye dönerek kendi suratına yapışıp hem de ateş gibi yaktı!..
Ukbenin yanağındaki yanığı görenler, nasıl olduğunu sorunca o da hadiseyi saklamadan anlattı...
Evet, dostlarını kıramayan Ukbe, Bedirde son nefesini müşrik olarak verdi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Bir gönül sultanı Behâeddîn Zekeriyyâ</label>

Hindistanda yetişen Allah adamlarından Hâce Behâeddîn (Muhammed bin Kutbüddîn) iyilik, lütuf, ikrâm ve ihsân sâhibi, eli açık, cömert bir zât idi. Misâfiri çok sever, çok ikrâmlarda bulunurdu. Onun zenginliği, fakirlerden ve zenginlerden bâzıları arasında çeşitli dedikodulara yol açtı... DÜNYA METÂI PEK AZDIR!..Allah adamlarının hâllerini anlayamıyan bu zavallılar, o büyük zâtın mal toplamakla meşgûl olduğunu zannediyorlar; Bizim bildiğimiz evliyânın dünyâ ile alâkası olmaz. Bunun ise, bu kadar malı var. Bu nasıl iştir? diyorlardı...
Bunun gibi sözler, Behâeddîn hazretlerinin kulağına gidince, insanların dünyâlık şeyler ile meşgûl olmasına üzülerek; Dünyânın tamâmının kıymeti nedir ki, bizde olan bir kısmının bir ehemmiyeti olsun? Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 77. âyet-i kerîmesinde sevgili Peygamberine hitâb ederek meâlen; De ki, dünyâ metâı (menfaati ve ondan istifâde etme, faydalanma) pek azdır (ve çabuk sona ericidir) buyuruyor. Yılan ile arkadaşlık etmek, onun zehrini tanımayanlara zarardır. Ama zararını bilip iyi korunan için, yılanın ne zararı olabilir. Bunun gibi, dünyâ malı, kendisine gönül verenler, bunun zararını anlayamayanlar için elbette zararlıdır. Fakat, zararını iyi anlayıp, kendisini koruyanlar, ona gönlünü kaptırmayanlarda dünyâlık bulunmasının hiç zararı olmaz buyururdu.

RIZA-İ İLAHİYE KAVUŞMAK İÇİN!
Behâeddîn Zekeriyyâ hazretleri, vefatından biraz önce hazırladığı vasiyetnâmesinde buyuruyor ki:
Kulların, Allahü teâlâya sıdk ve ihlâs ile ibâdet etmeleri gerekir. Bu ise, ibâdetlerde ve zikirlerde Allahü teâlâdan başkasına âit düşünceleri atmak, yok etmek, bunları sırf Allahü teâlâ için yapmakla mümkün olur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için hâllerinizi güzelleştirip düzeltmekten, sözlerinizde ve işlerinizde nefsinizi hesâba çekmekten başka yol yoktur. İhtiyacınız kadar konuşun ve iş yapın. Bir şey yapacağınız ve bir şey söyleyeceğiniz zaman önce Allahü teâlâya sığının. Yapacağınız ve söyleyeceğinizin hayırlı bir şey olması için Ondan yardım dileyin. İhtiyâcınızdan fazlasını istemeyiniz...
Muhabbet, her türlü kir ve lekeyi yakıp temizleyen bir ateştir. Bu hakîkî muhabbet hâsıl olunca, artık zikreden, zikrolunanı müşâhede ile, görür gibi zikreder. İşte böyle yapılan zikir, felâha, kurtuluşa ereceklere vâdolunanların yaptığı zikirdir.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Anadolu Selçuklu Sultanı Rükneddin</label>

Sultan Alâüddevle Rükneddin, son Anadolu Selçuklu sultanlarındandır. Devletin başına geçtiği tarihlerde Moğollar Anadoluyu işgal etmişler ve halka zulmetmeye başlamışlardı. Diğer taraftan Anadoludaki beylikler de devlete başkaldırıyorlardı... Sultan Alâüddevle Rükneddin bütün bu gailelerle uğraşıyordu... SULTANIN BAŞI YOKTU!..
Sultan Rükneddinin, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi hazretlerine büyük bir bağlılığı vardı. Sık sık onun sohbetlerine gider, istifade etmeye çalışırdı. Çelebi Hüsameddin hazretleri şöyle rivayet eder:
Bir gün Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi hazretleri, dergahtan dışarı çıktı. Ben de arkasından yürüdüm. Saraya kadar gittik. O sırada Sultanın tarafına baktım, onun başsız oturduğunu gördüm! Halbuki Sultan Alâüddevle Rükneddin, Moğollarla harb etmek için Aksaraya gitmişti. Birkaç gün ancak olmuştu ki, emîrler söz birliği ederek, Moğollara karşı koymak için, konuşmak üzere Sultanı Aksaraya davet ettiler. Sultan dua istemek üzere Mevlânâ hazretlerine geldi. Mevlânâ: Gitmesen iyi olur dedi. Arka arkaya haberler gelince, Sultan gitmeğe mecbur oldu...
Sultan, Aksaraya ulaşınca onu tenha bir yere götürdüler, boynuna yayın kirişini geçirip boğdular. Sultan, boğdurulduğu sırada Mevlânâ, Mevlânâ... diye bağırıyordu. Mevlânâ hazretleri de o sırada mübarek medresesinde tefekkür hâlindeydi. Şu gazeli okumağa başladı:
Sana, senin bildiğin benim oraya gitme demedim mi?/Bu yokluk serabı içinde hayat çeşmen benim...
Arkasından da şu gazeli okudu:
Sana oraya gitme, başına bir belâ getirirler demedim mi?/Onlar çok eli uzun kimselerdir, ayaklarını bağlarlar...

CENAZE NAMAZI KILALIM!
Sonra feracesini mihraba atarak Cenaze namazı kılalım dedi ve tekbir getirdi. Bütün talebeleri ona uydular. Namazdan sonra ulu arkadaşlar Sultan Veled hazretlerinden, Mevlânânın bugünkü işaret ve hallerinin neye delâlet ettiğini anlaması için ricada bulundular. Sultan Veled hazretleri daha sormadan Mevlânâ Evet Bahâeddin! Biçare Rükneddini boğuyorlardı. O da, boğulurken bizim adımızı söyleyip bağırıyordu. Allahü teâlânın takdiri böyle idi, böyle oldu. İnşaallah ahirette Rükneddinin durumu iyi olacak buyurdu...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri