Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Filistinli âlim Makdîsî</label>

Buyurdu ki: Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur...)

Makdîsî hazretleri, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 819 (m. 1416) senesinde, Filistinde doğdu. 888 (m. 1483) senesi Safer ayının onbirinde Kâhirede vefât etti... ÖMRÜ SIKINTI İLE GEÇTİ...
İlk tahsilini Remlede yaptıktan sonra Kâhireye giden Makdîsî hazretleri, orada dini ilimlerde yetişerek zamanının en büyük âlimlerinden oldu. Ömrünün çoğu sıkıntı içinde geçti. Sonra durumu biraz düzeldi. Birçok sıkıntılara rağmen ders vermeye devam ederdi. Yazı kabiliyeti ve isteği çok fazla idi. Hattâ pekçok kitabı kendisi yazdı. Şihâbüddîn bin Rislânın sohbetlerinden çok istifâde etti. Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:
Şehvetten (yani nefsin arzu ve isteklerinden) dolayı işlenen günahların af olunması umulur. Fakat kibirden (üstünlük iddiasından, kişinin kendisini büyük görmesinden dolayı) yapılan günahların af ve mağfiret olunması pek zordur. Çünkü, şeytanın günâhının aslı kibirden idi. O, kendisinin Âdem aleyhisselâmdan üstün olduğunu iddia etmişti.
Kalb tabiblerinden olan evliyâdan birisi şöyle buyurdu: Allahü teâlâdan daha yakın bir yardımcısı olduğunu zanneden kimsenin Allahü teâlâyı tanıması azdır. (Yani Allahü teâlâdan başkasını kendisine daha yakın ve yardımcı olarak görürse, o kimse Allahü teâlâyı hakkıyla tanımamıştır.) Kim de nefs-i emmâresini en büyük düşman bilmezse, o kimse nefsini tanımamıştır.
Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur.)

BANA DA MERHAMET EYLE!
Kim günahları terk ederse, kalbi incelir (nasihat kabûl eder ve boyun eğer). Yemesinde, giymesinde ve başka şeylerde haramı terk edip, helâlinden yiyen kimsenin zihni saf ve parlak olur. Böylece Allahü teâlânın, öldükten sonra diriltmesine delâlet eden yüce işlerine (ilkbaharda ağaçların ve yeryüzünün yeşermesi gibi) bakar, bunlar üzerinde düşünür. Allahü teâlânın kudretini, ilmini, kâinatın ve Onun, her şeyin sahibi ve mâlikî olduğunu müşâhede eder.
Bu mübarek zat, güzel şiir de söylerdi. Vefat etmeden önce şu şiiri okudu:
Allahım, her zaman affını umarım/Bu günahkâr kuluna lütuf ve kereminle merhamet eyle/Gizli ve aşikâre olarak kullarına yaptığın merhametinle bana da merhamet eyle.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Harran'dan yükselen nur Fahrüddîn İbni Teymiyye</label>

Fahrüddîn İbni Teymiyye, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat âlimlerinin büyüklerindendir. 542 (m. 1147) senesinde Urfanın Harran ilçesinde doğdu. 621 (m. 1224) senesi safer ayının 10. gününe rastlayan Perşembe günü ikindiden sonra orada vefât etti. İKİ İBNİ TEYMİYYE VARDIR!(Bu mübarek zatı; Ehl-i sünnetten ayrılıp bozuk bir yol tutmuş olan, Ahmed bin Abdülhalîm Harrânî ismindeki meşhûr sapık, İbn-i Teymiyye ile karıştırmamalıdır. Bu Eshâb-ı Kirâmın yolundan ayrılan İbn-i Teymiyye, Fahrüddîn İbni Teymiyyeden sonra, hicrî 661-728 târihleri arasında yaşamıştır.)
Fahrüddîn İbni Teymiyye, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Kurân-ı kerîmi babasından öğrendi. İlim öğrenmek için Bağdada geldi. Bağdadda ilim tahsilini tamamladıktan sonra, memleketi olan Harrana döndü. Orada Nûriyye Medresesinde talebe okutmaya ve vaaz etmeye başladı. Konuşması gâyet fasîh ve beliğ idi. Sözleri çok güzel anlaşılır ve tesîrli olurdu. 588 (m. 1192) senesinde Câmi-i Harranda her gün sabah vakti tefsîr dersleri vermeye başladı. Bu hizmete uzun zaman devâm etti...
Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerinin oğlu Abdülganî, babasının vefâtından sonra, çeşitli kimseler tarafından babasıyla alâkalı sâlih rüyâlar görüldüğünü, bu rüyâların çok fazla olduğunu, toplanacak olsa bir cildi dolduracağını bildirmiştir.
Fahrüddîn hazretlerinin kardeşinin sâliha bir kızı vardı. Diyor ki: Fahrüddîn hazretlerinin vefâtından sonra şöyle bir rüyâ gördüm: Gökyüzünden büyük bir feryâd sesi işittim. Yanımda bulunan kimseye; Bu feryâd sesi nedir? diye sordum. Dedi ki: Bu, Fahrüddîn hazretlerinin vefât etmesi ve câmisindeki yerinin boş kalması ve tefsîr derslerinin kesilmesi sebebi ile meleklerin feryâdlarıdır.


İLLE NAMAZ, İLLE NAMAZ...
Başka bir kimse, rüyâsında Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerini gördü. Kendisine dedi ki: Ey efendim! Bana haber verir misiniz, ölüm nasıl bir şeydir? Fahrüddîn hazretleri de buyurdu ki: Ölüm ânında, ölüm geldiği zaman onun şiddeti pek fazladır. Fakat (iyi kimseler için) ondan sonra her şey çok kolay, çok hafif ve çok rahattır. Sonra da buyurdu ki: Ey Abdullah! Namaz! (Sana namazı tavsiye ederim.) Ondan daha efdal hiçbir şey yoktur. Kim ona devâm ederse ve Ehl-i sünnet ve cemâat itikâdını muhâfaza ederse, burada çok hayırlar ile karşılanır.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Fen ve din âlimi Abdülmümin</label>
Buyurdu ki: Kalbin tam bir ihlâs ile (Lâ ilâhe illallah) diyerek bir defâ Allahü teâlâya yönelmesi, gâfil olarak yapılan yer dolusu ibâdetten hayırlıdır...
Abdülmümin el-Bağdâdî, hadîs, fıkıh ve fen âlimidir. 658 (m. 1260) senesi Cemâzil-âhır ayının onyedisinde Bağdadda doğdu. 739 (m. 1338) senesi Safer ayının onunda Bağdadda vefât etti... Pekçok âlimle görüşen bu mübarek zat, fazilet sahibi olup, İmamlık makamına yükseldi. Güzel ahlâk sahibi idi. Buyurdu ki: ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL!
Yaptığın bütün ibâdetlerde gâyen, sâdece kendisine ibâdet ettiğin Allahü teâlâya yakınlık olsun. Hattâ bu gâye, ecir ve sevâbtan daha önce olmalı! Allahü teâlâya yakın olmak nimeti ele geçince, öyle sevâblar, öyle ecirler gelir ki, anlamak, hesâb etmek mümkün olmaz.
Kalbin tam bir ihlâs ile (Lâ ilâhe illallah=Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur) diyerek bir defâ Allahü teâlâya yönelmesi, Allahü teâlâdan gâfil olarak yapılan yer dolusu ibâdetten hayırlıdır.
Mümin kulların kalbleri, evliyânın kalblerinin gölgeleri altındadır. Evliyânın kalbleri, enbiyânın (peygamberlerin) kalblerinin gölgesi altındadır. Enbiyânın kalbleri de, Allahü teâlânın inâyet ve yardım nûrları altındadır.
Gönül kapılarının açılmasında elde edilebilecek en büyük nasîb, gaflet hâlinden kurtulabilmektir.
Eğer, insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü, görünüş itibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de, Allahü teâlânın bir velî kulu olabilir. Velî, şekil ve şemail bakımından, giyinip kuşanma bakımından ve diğer birçok beşeri sıfatlarla, diğer insanlardan farklı olmayan bir kimse gibi görünür. Hâlbuki, haddizatında o, diğer insanlardan tamamen farklı, apayrı bir insandır. Her ân gönlü Allahü teâlâ iledir ve Onun muhabbeti ile yanmaktadır. İşte velînin asıl hâlini bildiren bu husûsiyetini, ancak onun gibi olanlar anlar. Diğer insanlar ise, onu kendileri gibi bir kimse zannederler.

HAKKINDAKİ ZANNIM İYİDİR
Abdülmümin el-Bağdâdî, vefat ederken şunları söyledi:
Yâ Rabbî! Maksadım sensin. Hakkındaki zannımı iyi yaptım. Çünkü, (Kulum beni nasıl umarsa, ben onu öyle karşılarım) buyurdun. Senin hakkında benim zannım iyidir. Yâ Rabbî! Günahlarımı affet. Kusurlarımı bağışla, ibâdetlerimdeki kusurlarımı af ve mağfiret eyle. Bana sıhhat ve afiyet ihsân buyur. Beni affet yâ Rabbî.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Evliyâ, toprağı altın yapar!..</label>

Abdülehad Nûrî Efendi, İstanbulda yetişen evliyânın büyüklerindendir. 1002 (m. 1593) senesinde Sivasta doğdu. 1061 (m. 1651) senesi Safer ayının ilk cuma günü, ikindi vaktine yakın vefât etti. Ertesi gün öğle namazından sonra, Azîz-zâde Şeyh Abdülbâkî tarafından cenâze namazı kıldırıldı. Sonra Eyüb Nişancasındaki dergâhına defnedildi... NASİHATLERİ ÇOK TESİRLİYDİ Abdülehad Nûrî Efendi, İstanbuldaki Mehmed Ağa dergâhında yirmisekiz sene vaaz ve nasîhatle meşgûl oldu. Daha sonra da Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde vaaz verdi. Çok fâideli nasîhatleri vardır. Buyurdu ki:
Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütuf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, istidât ve kabiliyetine göre terbiye olunur.
İlimde mâhir, dîni meselelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil; Ehl-i sünnet ve cemâat itikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk itikâdları birbirinden ayırmaya gücü yetmeyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmeyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb edenleri bidat ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır.

YERE DÜŞEN ALTIN!..
Abdülehad Nûrî Efendinin birçok kerâmetleri ve menkıbeleri vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle nakledilir:
Abdülehad Efendi 1060 (m. 1650) senesinde, talebeleri ile Rumelihisârına gitmişti. Orada bir yerde birkaç gün kalmışlardı. Bir ara sohbet ederken orada bulunanlardan biri; Efendim evliyâullah, Allahü teâlânın izni ile toprağı altın yapar. Sizden böyle şey isterim dedi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi besmele çekip yerden bir avuç toprak alıp, dervişin avucuna döktü. Dervişin avucunda birkaç adet hâlis altın meydana geldi. Bir tanesi yere düştü. Ali Dede isminde bir talebe o altını alıp, koynuna koydu. Teberrüken o altını muhafaza etti. Vefâtına yakın, o altını ne yaptığı sorulunca; Onu canım gibi muhafaza ediyorum. Efendimin yâdigârıdır. Bu kadar zengin olmama bu altın vesîle oldu dedi. Bundan hemen sonra vefat etti.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Anadolu âlimlerinin reîsi Mustafa bin Ebüssüûd</label>
Mustafa Efendi, Osmanlı Devletinde yetişen âlimlerdendir. Şeyhülislâm Ebüssüûd Efendinin oğludur. 965 (m. 1557) senesinde doğdu. 1008 (m. 1599) senesi Safer ayında İstanbulda vefât etti. Eyyûb semtinde, muhterem pederi Ebüssüûd Efendinin yanına defnedildi... Mustafa Efendi, Osmanlı Devletinde yetişen âlimlerdendir. Şeyhülislâm Ebüssüûd Efendinin oğludur. 965 (m. 1557) senesinde doğdu. 1008 (m. 1599) senesi Safer ayında İstanbulda vefât etti. Eyyûb semtinde, muhterem pederi Ebüssüûd Efendinin yanına defnedildi... SALİH KİMSELERE DİL UZATMA!Mustafa Efendi, babası Ebüssüûd Efendiden ilim ve edeb öğrendi. Sahn-ı semân medreselerinden birine müderris olarak tayin edildi. Daha sonra Edirne Selîmiye Medresesine tayin edildi. Bu görevden ayrıldıktan sonra çeşitli yerlerin kadılıklarında bulunan Mustafa Efendi, 1007 (m. 1598) senesinde Anadolu âlimlerinin reîsi oldu. Aynı sene rahatsızlandı ve uzun süren hastalığı neticesinde vefât etti.
Mustafa Efendi aklî ve naklî ilimlerde mütehassıs idi. Bütün ilimlerin inceliklerine vâkıf idi. Özellikle fıkıh ve usûl-i fıkıhda çok derin bilgiye sahipti. Buyurdu ki:
İnsan sâlih kimselerin yolunda gitmeli, onlara benzemeye çalışmalıdır... Bir kimse sâlih kimselerden olamamışsa, sâlih kimselere dil uzatmaktan çok sakınmalıdır. Çünkü sâlih kimselere dil uzatmak, öldürücü zehirdir...
Bir kimsenin sâlihlere yakınlık duyması, onun sâlihlerden olduğuna delîldir. Bir kimse, kendisinde sâlihlere karşı yakınlık ve sevgi, onlardan da kendisine bir yakınlık ve sevgi göremezse, bunun için üzülmesi ve ağlaması gerekir.
Kişinin, nefsini dâimâ hor ve hakîr görmesi, onu ayıplaması, onu dâimâ noksan bilmesi sâlih olmanın alâmetlerindendir.
Allahü teâlânın peygamberlerine belâ ve musîbet vermesi, aynı zamanda, belâ ve musîbete düçâr olan sâlih kimselere teselli vermek içindir.
Masûm olmak (günahlardan korunmuş olmak), sâlih olmanın şartı değildir. Bilakis sâlih olmanın şartı; günâha düşmeden önce, o günâhı çirkin görmek, günah olan şeyden hoşlanmamak, günâhı işledikten sonra da, işlediğinden dolayı üzülmek ve işlediği günah için tövbe etmek. Allahü teâlâdan af ve mağfiret istemektir...
KABİRDEN GELEN SES!..
Bu mübarek zat, son nefesinde İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn diyerek ruhunu teslim etti. Defnedildiği yerin yakınındaki mektepde bulunan sâlih bir zâtın, Mustafa bin Ebüssüûd Efendinin defnedildiği gün, mezarından; İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allahın kuluyuz ve (öldükten sonra da) yine ona döneceğiz, derler) meâlindeki Bekâra sûresi 156. âyet-i kerîmesini duyduğunu Hüsrev-zâde yazmıştır.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Şâfiî fıkıh âlimi Ebû Bekr Süyûtî</label>
Ebû Bekr Süyûtî, Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Celâleddîn Abdürrahmân-ı Süyûtînin babasıdır. Asıl ismi belli olmayıp, Ebû Bekr künyesi ile tanınırdı. Lakabı Kemâleddîn, künyesi ise Ebül-Menâkıb idi. Süyûtî nisbeti ile meşhûr oldu. Takrîben 804 (m. 1401) senesi Zilkade ayında Süyût beldesinde dünyâya geldi ve orada yetişti. Fıkıh, usûl, kelâm, nahiv, sarf, meânî, beyân, ferâiz, hesâb, mantık ve vesâik (vesîkalar) ilimlerinde derin bilgiye sâhipti. BENİ RESÛLULLAH GÖNDERDİBu mübarek zat, bir dersinde buyurdu ki:
Ebû Ümâme hazretleri anlatır: Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz beni kendi kavmime gönderdi. Onları Allahü teâlâya îmân etmeye davet ediyor, İslâm dîninin esâslarını arz ediyordum. Kavmimin yanına, develerini sularken ve sütlerini sağıp içerken vardım. Beni görünce; Hoşgeldin yâ Ebâ Ümâme! Duyduk ki, sen de Muhammedin dînine girmişsin dediler. Ben onlara; Ben Allaha ve Resûlüne îmân ettim. Resûl-i ekrem beni, size İslâmiyeti anlatmak için gönderdi dedim. Sonra onlar, orada bir çanak yemek getirip, yemeğe başladılar. Bana da; Buyur ye dediler. Ben de; Yazıklar olsun size! Ben size bu yediğinizi haram kılanın yanından geldim. Ancak bu, size, Allahü teâlânın emrettiği şekilde kesildiği zaman helâldir dedim. Onun söylediği nedir? diye sorduklarında, onlara, Mâide sûresi üçüncü âyet-i kerîmesini okudum ve İslâm dînini anlatmaya başladım. Onlar kabûl etmediler. Ben de onlara; Yazıklar olsun size! Bari bana içecek az bir su verin. Çok susadım dedim. Onlar bana su vermeyerek; Seni susuzluktan ölüme terk edeceğiz dediler. Başımda bulunan sarığı katlayıp, yastık yaptım. Başımın altına koyup, kızgın kumlar üzerinde yatıp uyudum. Uykumda birisi bana, cam kase içinde, insanların tatmadığı bir şerbet getirdi. Onu bana verdi. O şerbeti içtim, içer içmez de uyandım. O andan sonra ne susadım, ne de susuzluk diye bir şey hissettim.

KURÂN-I KERİM OKURKEN...
855 (m. 1541) senesi Safer ayının ikinci gecesi, akşam ezânı vaktinde Kurân-ı kerîm kırâat ederken vefât etti. Cenâze namazını, Kâdıl-kudât Şerefüddîn Menâvî kıldırdı. Kabri, Karâfe kabristanında Şemsüddîn İsfehânînin yanındadır...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Allahü teâlâ seni görüyor!</label>
Bişr-i Hafî hazretleri evliyanın büyüklerindendir. Genç iken tövbekâr olmuştur. Ayakkabı giymediği için kendisine Hafî (yalınayak) denilmiştir. Ebû Nasr et-Temmâr şöyle anlatır: BORCUNU ÖDEYEMEYENE VER! Nafile hacca gideceklerden biri Bişr-i Hafîye veda için geldi. Ona Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı? dedi. Bişr-i Hafî ona Evinde dururken Allahın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana söylersem, yapar mısın? deyince; Evet yaparım karşılığını verdi. Bunun üzerine Bişr-i Hafî; O halde sen bu parayı, borcunu ödeyemeyen bir fakîre, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ver. Zîrâ Müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan daha sevâbdır. Kalk da dediğim gibi yap dedi. Adam; Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı kuvvetlidir deyince, Bişr Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdîrde, nefs, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister buyurdu...
Yine şöyle anlatır:
Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılmasını ve kendisi ile konuşmamı bekledim. Ayıldığı vakit, Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim Ona ancak sevgim artar dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiçbir hikmeti inkâr etmedim, niçin böyle oluyor? demedim...

AYAKLARIMIN BAĞI ÇÖZÜLDÜ!
Feth bin Şuhruf anlatır: Adamın biri elinde bıçak ile bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel olamıyordu. Kadın çırpınıp duruyordu. Bu esnada Bişr-i Hafî oradan geçmekte idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere düştü. Kadın kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler. Gördüler ki adam zor nefes alıyordu. Sana ne oldu diye sorulunca adam; Bilmiyorum, ihtiyâr zât bana Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor deyince ayaklarımın bağı çözüldü ve gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir? dedi. Bişr-i Hafîdir dediler. Bunun üzerine adam Eyvah ben onu bir daha nasıl göreceğim dedi ve kuvvetli bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
>Ziraatçı velî Ahmed Satîha</label>

Ahmed Satîha, Abdülvehhâb-ı Şarânî hazretlerinin talebesidir. 942 (m. 1535) senesinde Mısırda vefât etti. Devlet memûrlan ve vâliler de dâhil, herkes tarafından sevilip sayılan, hürmet edilen, onların yanında kadr-ü kıymeti bilinen bir zât idi... HOŞSOHBET BİR ZAT İDİ...Ahmed Satîha hazretleri, gayet hoşsohbet bir zât idi. Gayet yavaş konuşur, sohbet edeblerine çok riâyet ederdi. Bu sebeple insanlar, yakın ve uzak yerlerden onun ziyâretine gelirler, kendisinden istifâde ederlerdi...
Kendisi zirâatle meşgûl olur, tarlalarını ekip biçerdi. Böylece, İslâmiyetin sâdece ibâdet etmeyi değil, çalışmayı da emrettiğini, yenilen lokmanın helâl olması için yapılan çalışmanın da ibâdet olup, sevâb verildiğini gösterirdi. Adım atmasından tarlasını sürmesine ve giyim kuşamına kadar, her hâli dînimizin emrine uygun idi. Evliyâlık alâmetleri, yüzünde belli idi. Üzerinde evliyâlık heybeti bulunmasına rağmen, zararlı ve aşırı olmamak üzere, şaka ve latife yapardı. Böyle yapmasaydı, heybetinden kimse yanına yaklaşmaya ve sohbetinde bulunmaya cesâret ve tahammül edemezdi.
Bir defasında kadının biri, Ahmed Satîha hazretlerine musallat olmak istedi. O ânda, kadının dili tutuldu, gözleri görmez oldu ve o hâlde öldü...
Bir defasında, talebelerinden bir kısmıyla birlikte, Bulak şehrinden gemi ile bir yere gideceklerdi. Gemici kendilerine hiç yüz vermedi. Bunun üzerine o da talebeleri ile birlikte gemiden indi. Onlar iner inmez, geminin bir tarafı delinip, oradan su girmeye ve gemi o tarafa doğru yatmaya başladı. Gemidekiler çok korkup, bu hâlin, o zâta gerekli hürmeti göstermemeleri sebebiyle olduğunu anladılar ve derhâl gidip özür dilediler. Affetmesini isteyip, gönlünü aldılar. O da talebeleri ile birlikte gemiye döndü. Açılan delik kolayca kapatıldı ve gemi düzeldi. Rahatça yollarına devam ettiler.

KENDİNİ BİLMEZİN BİRİ!..
Bir defasında, kendini bilmezin biri, bir yandan yaban turpuna benzer dikenli bir şey yiyor, bir yandan da Ahmed Satîha hazretleri ile alay ediyordu. Bu edebsizliğinin cezası olarak, boğazına bir diken takıldı ve o şekilde öldü...
Ahmed Satîha hazretleri, bir kızla evlenmek istedi. O kıza haber gönderilince, kız kabûl etmediği gibi, güzelliğiyle öğünerek çok da hakaretlerde bulundu. Daha bu uygunsuz sözlerini bitirmemişti ki, o ânda felç oldu. Ne yaptılar ise tedâvi edemediler ve o kız, o şekilde öldü...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Fakir babası İbn-i Münîr</label>
İbn-ül-Münîr hazretleri, üstübeç, zercâr (bakır sülfat) gibi maddeler ve ıtriyat (güzel kokular) yapıp satardı. O, tam bir Fakir babasıydı. Her gün Balebek çarşısında bu hazırladıkları şeyleri satar, kazandıklarını fakirlere, muhtaçlara verirdi. Mescidleri imâr eder, dünyalık bir malı bulunmayarak vefât eden, garîb ve fakir kimselerin kefenleme masraflarını karşılardı... ONU ZİYARETE GİTTİLER...Abdülvehhâb-ı Şarânî hazretleri, Tabakât-ül-kübrâ isimli eserinde şöyle anlatır:
İbn-i Münîr hazretlerinin vefâtının yaklaştığı haberi bana ulaşınca, Ebül-Abbâs el-Harîsî ve Ebül-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu ziyâret etmeye niyet ettik. Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya kim erken gelirse, diğerlerimizi bekleyecekti. Sabahleyin ben geldiğimde, orada arkadaşlarımı bulamadım. Oradaki kapıcı dedi ki: Onlar buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp gittiler. Ben de onlara yetişirim ümidiyle yola çıktım... Biraz sonra Yemen tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım. Bana; Nereye gidiyorsun? dedi. İbn-i Münîr hazretlerine gidiyorum deyince; Ben de aynı yere gidiyorum dedi. Benim bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak varabilirdik. Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın yanında bulduk...

BİZİ TANIYACAK HÂLDE DEĞİLDİ
Mübarek, çok halsiz düşmüş, gözlerinde takat kalmamış idi. Üç günden beri konuşmadığını öğrendik. Bizim girdiğimizi hissetti. Fakat kim olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. Kimsin? diye sordu. Abdülvehhâb dedim. Bana çok duâ etti. Öğle namazından sonra veda edip ayrıldım. Hânkeye geldiğimde ikindi vakti olmuştu. Biraz sonra bulunduğum yere Ebül-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni geldiğimi zannediyordu. Haydi, hayvanına bin gidelim dedi. Ben oraya gittim, ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler. İnanmazsanız oraya vardığıma dâir işâretimi de size söyleyebilirim. Meselâ, İbn-i Münîr hazretlerinin yaslandığı yastık kırmızı idi. İsterseniz gidince kontrol edersiniz dedim...
Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak mesafeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr hazretlerinin bir kerâmeti idi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Resûlullaha hicret teklif eden Yemenli</label>
Eshâb-ı kirâmın ilklerinden olan Câbir radıyallahü anh anlatıyor: Tufeyl bin Amr, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu. İşte bu Tufeyl bin Amr ed-Devsî, bir gün Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; BİZ SENİ KORURUZ...-Yâ Resulallah! Çok sağlam bir kale içerisinde seni koruyan insanlar arasında kalmak ister misin? diye sordu ki; bununla (bizim memleketimize hicret etmez misiniz? Biz seni muhkem bir kalede korur ve bütün kötülüklerden muhafaza ederiz) beyânında bulunmak istedi...
Allahın Resulü bu teklifi kabul etmedi. Zira, Allahü teâlâ, Ensâr için hicreti gizli tutmuştu. Vakti gelip Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineye hicret edince, Tufeyl radıyallahü anh ile kavminden bir adam da Medineye hicret ettiler. O adam Medinede hastalandı ve rahatsızlığına sabır göstermeyerek parmaklarının etrafını geniş bir okla kesti. Vefat edinceye kadar da o parmaklarından kan aktı...
Vefat ettikten sonra, Tufeyl radıyallahü anh bu şahsı rüyada gördü. Adam güzel bir suret içinde bulunuyordu. Ancak elleri örtülü bir vaziyette idi.
Hazreti Tufeyl sordu:
Rabbin sana nasıl muamelede bulundu? Adam;
Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına hicret etmiş olduğum sebepten dolayı günahlarımı mağfiret etti diye cevap verdi.
Tufeyl radıyallahü anh;

ELLERİN NİÇİN SARGILI?
Ellerini neden bu şekilde sargılı olarak görüyorum? diye sorunca, adam dedi ki:
Bana, senin bozmuş olduğun şeyleri düzeltmeyeceğiz diye söylendi.
Tufeyl radıyallahü anh bu rüyasını Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) anlattı. Resulullah efendimiz de;
Ey Rabbim! O kişiyi elleri dolayısı ile yaptığı suçunu da mağfiret et diye duada bulundular
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
O Peygamberin dedesi sensin!..</label>
Dün bahsettiğimiz gibi, Abdülmuttalib, Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri ile Yemen Hükümdarı Seyf ibni Zilyezni tebrike gitmişler, hükümdar da onlara Resûlullah efendimizle ilgili sırlar vermişti. Hükümdar yemîn ederek, Abdülmuttalibe şunları anlattı:Ey Abdülmuttalib, O gelecek Peygamberin dedesi sensin. Bunda aslâ yalan yoktur dedi. GÖNLÜNÜ HOŞ TUT!..
Abdülmuttalib bu sözleri işitince şükür secdesine kapandı. Hükümdar;
Başını kaldır ey Abdülmuttalib! Aslın gibi neslin de yüce âleme yol göstericidir. İşin tamâm ve maksadın hâsıl oldu. Sonra söylediğimin kim olduğunu anladın mı? dedi. Abdülmuttalib şöyle dedi:
Evet anladım. Oğlum Abdullahı Vehebin kızı Âmine ile evlendirmiştim. Bir oğlu dünyâya geldi. İsmini Muhammed koydular. Babası ve annesi vefât etti. Onu ben ve amcası himâye ediyoruz.
Seyf ibni Zilyezn, Abdülmuttalibe dedi ki:
Sana söylediklerim doğrudur. Gönlünü hoş tut. Onun hâlini gizle. Onu Yahûdîlerden koru. Onun düşmânıdırlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ Onu, onlara karşı muzaffer kılacaktır. Onlar Ona zarar veremeyeceklerdir. Bu sözleri seninle buraya gelen yol arkadaşlarına söyleme. Onların hîlesinden emîn değilim. Allahü teâlâ korusun, Onu öldürmek kasdıyla bir tuzak kurarlar. Elbette bunlar veyâ bunların oğulları Ona düşmânlık edecekler, belki savaşacaklardır. Fakat Hak Sübhânehü ve teâlâ senin torununu onların hepsine karşı gâlib edecektir...
Seyf ibni Zilyezn, sesi titreyerek sözlerine şöyle devam etti:

EMANETİ SANA BIRAKIYORUM
Eğer ömrümün yeteceğini bilseydim, bütün ordularımı Medîneye toplardım. Orayı kendime şehir seçerdim. Ona yardım etmekle şereflenirdim. Çünkü, kitâblarımızda Onun Medîneye yerleşeceği, yanî yerinin Medîne olduğu bildirilmiştir. İşleri orada yapacak, yardımcıları oradan olacak. Defnedileceği yer orası olacaktır. Şimdi Ona bir zarar gelmesinden korkmasaydım, bütün Arabistan halkını Ona tâbi olmaya ve îmân etmeye çağırırdım. Bu emâneti sana bırakıyorum. Bu husûsta bir kusûr etmeyesin...
Sonra hükümdar misâfirlerinin her birine misli görülmemiş hediyeler verdi ve Gelecek sene tekrâr geliniz dedi. Fakat hükümdar Seyf ibni Zilyezn o sene vefât etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
>Nasipli hükümdar Seyf ibni Zilyezn</label>
Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem doğduktan sonra, Seyf ibni Zilyezn, Habeşistanı aldı. Abdülmuttalib, Veheb bin Abdi Menâf ve Kureyş kabîlesinin diğer ileri gelenleri Zilyezni tebrîk için Yemene gittiler... Müsâade alıp içeri girdiklerinde, Abdülmuttalib, hükümdarın yakınına oturdu. Konuşmak için izin istedi ve gâyet fasih bir ifâde ile kendisini tebrîk etti. Duâlar yaptı ve medhiyede bulundu... SANA BİR SIRRIMI SÖYLEYECEĞİM!Bu durum, hükümdarın çok hoşuna gitti ve Sen kimsin? diye sordu. Abdülmuttalib de Ben Hâşimoğullarındanım dedi. Hükümdar dahâ çok ikrâm edip, onu yanına oturttu... Sonra onları misâfirhâneye yerleştirip, son derece ikrâm ve iyilikte bulundu. Bir ay misâfir kaldılar. Ne yanlarına uğradılar, ne gitmeleri için izin verdiler...
Bir aydan sonra hükümdar bir kimse gönderip, Abdülmuttalibi odasına çağırttı ve ona şöyle dedi:
Ey Abdülmuttalib! Sana bir sırrımı söyleyeceğim. Senden başkasına bu sırrımı söylemem. Çünkü sen, bir cevherin kaynağısın. Seni bundan haberdâr edeyim. Bu sırrı vakti gelinceye kadar saklı tut. Allahü teâlâ bu sırrı vakti gelince bütün âleme açıkça gösterir. Haberin olsun ki, hazînemde kendim için husûsî olarak sakladığım bir kitâbda, bir hayırlı haber ve muteber bir şey okudum. Bu iş sana ve bütün mahlûkâta fâideli, umûmî ve tam bir nimet olacaktır. Bu müjde şöyledir:

PUTLAR YÜZÜSTÜ DÜŞECEK!
(Mekkede bir erkek çocuk doğmuştur veyâ doğması yaklaşmıştır. Onun adı Muhammeddir sallallahü aleyhi ve sellem. Babası ve annesi vefât etmişlerdir. Onu dedesi ve amcası himâye edeceklerdir. Allahü teâlâ Ona peygamberlik verecek ve halkı Hakka davet edecektir. Ona dost olanlar azîz ve mansûr olurlar. Düşmânlık edenler zelîl ve hakîr olurlar. Allahü teâlâ bizi Ona tâbi ve yardımcı eylesin. Allahü teâlâ O Peygamber vâsıtasıyla küfür ve dalâlet ateşini söndürecek ve tevhîd dînini ortaya çıkaracaktır. Kehânet sona erecek, şeytânlar taşlanacak ve kovulacaktır. Putlar yüzüstü düşecek. O Peygamberin sözü hak ile bâtılı birbirinden ayırıcıdır. Hükmü adâletlidir...)
Abdülmuttalib, hükümdardan bu sözleri dinleyince, ona duâ ve medhiyede bulundu ve;
Ey melik! Bu sırrı biraz dahâ açar mısınız? dedi.
Hükümdarın, Abdülmuttalibe verdiği sırları da yarın okuyalım inşallah...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri