Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Nefsim bana acımıyor!..


Ebû Muhammed Abdullah hazretleri, Yemende yetişen velîlerdendir. Seyyidlerdendir. 1538 (H.945) senesinde Terîmde doğdu. 1610 (H.1019) senesinde vefât etti. Cenâzesinde sultan ile devletin diğer ileri gelenleri hazır bulundu...
Ebû Muhammed Abdullah hazretleri vefatından kısa bir zaman önce şöyle dua etmiştir:
Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhâfaza eyle.
Yazık bana! Ölümden nasıl kaçarım. Kaçsam bile o mutlakâ bana yetişecektir. Ben ölümü nasıl unutabilirim. Ben unutsam bile, ölüm beni unutmaz. O beni tâkib ediyor... Günahım o kadar çok ki, kalbimi yaraladı. Günahımın çokluğundan, ağlamaktan, artık gözlerimden yaş da akmıyor. Gözlerime uyku girmiyor. Eğer, Rabbim bana merhamet etmezse, hâlim nasıl olur, benim... Vah bana! Hatâlarım aklıma geldikçe, ben nasıl tembel otururum, Rabbime tövbe edip, rızâsını kazanmaya çalışmam. Kıyâmet günü Rabbim beni temize çıkarmaz, yüzüme bakmazsa, benimle konuşmazsa, vay benim hâlime. Bütün bu durumlardan, günâh ve hatâlarımdan Allahü teâlâya sığınırım. Amel defterimin sol tarafımdan verilmesinden veya onu arkamda görmekten, Rabbim muhâfaza eylesin. Yüzüm simsiyah olursa, yazık bana. Rabbimin huzûruna ben nasıl çıkarım. Gözüm, ayağım, elim ve her şeyim benim hakkımda şâhittirler. Günahlarımı hatırlamam, bana her şeyi unutturuyor. Ey nefsim! İsteklerini hiç unutmuyorsun, fakat kulluk vazîfelerini yapmaya hiç istekli değilsin.

GAFLETTEN UYAN EY NEFSİM!..


Ey nefsim, hesâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç korkmuyorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nimetlere tercih ediyorsun!
Ey nefsim! Hâlâ içerisinde bulunduğun gafletten uyanmayacak mısın? Hasta ve zayıf düşersen, derhal yaptıklarından pişmanlık duyarsın... Sıhhatin yerinde olursa, günâh işlersin. Sana böyle ne oluyor. Muhtaç ve düşkün olursan, üzülür, mahzûn olursun. Zengin ve kimseye muhtâc olmazsan, âhiretini ve kendini unutursun.
Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun.
 
Her hâlükârda sabrı terk etme!


Abdülkâdir bin Şeyh hazretleri, on altıncı yüzyılın sonu, on yedinci yüzyılın başında Hindistanda yaşamış evliyânın büyüklerindendir. 1570 (H.978) senesinde Hindistanın Ahmedâbâd şehrinde doğdu. 1628 (H.1038) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri orada olup, ziyâret mahallidir... Abdülkâdir bin Şeyh hazretleri, sohbetlerinde buyurdu ki:
İnsanlar dört kısımdır:
1. Zikir, fikir, maksat, niyyet ve himmetleri sırf dünyâdır. Bunlar kâfirler ve onlara tâbi olanlardır. Sırf fâni olan dünyâ nîmetleriyle nasibdâr olmuşlardır.
2. Dillerinin ifâdesine nazaran âhiret ehli gibi görünürlerse de, bunların içten maksat ve niyetleri yine evvelkiler gibi tamâmen dünyâya yönelmiştir. Bunlar münâfıklardır. Önceki kısımdan çok aşağıdır. Bunlardan çok korkulur. Şeklen âhiret ehli gibi görünürler. Fakat mânen Allahtan yüz döndürmüşlerdir. Niyyet ve himmetleri hep dünyâdır. Bunların îmânının zevâlinden, kaybolmasından pek korkulur. Zîrâ ibâdetten maksad İslâm, îmân mertebelerinin tamâmiyle, ihsân mertebesine, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etme şerefine ulaşmaktır. Bu mertebelere kavuşmak için çalışmamak ve bu hususta kusur ve ihmâlde bulunmak, cenâb-ı Haktan elindeki nîmetin kaybolmasını istemektir.
3. Zikir, fikirleri, âhiret ve kalplerindeki niyyet ve himmetleri de âhirettir. Bunlar umum müminlerdir.
4. Zikir ve fikirleri, düşünceleri âhiret ve kalplerindeki niyyet ve himmetleri de odur ki bunlar mukarreblerdir. Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden sakınırlar. Din için niyyet etmedikçe hareket etmezler. Her sözleri Allah içindir.
Sabırlı ol. Nîmetlere şükret. Hidâyet yolu, doğru yol budur. Nefsinin arzu ve isteklerine uyma. Yoksa felâkete uğrarsın...

SENİN EN BÜYÜK DÜŞMANIN


Abdülkâdir bin Şeyh hazretleri, vefat etmeden kısa bir zaman önce buyurdu ki:
İnsanların söz taşımalarını dinleme. Zîrâ hadîs-i şerîfte; Nemmâm (Koğucu, söz taşıyan) Cennete giremez buyuruldu. İnsanların ayıplarını görme. Hadîs-i şerîfte; İnsanların ayıplarını araştırmayınız buyuruldu. Sonra müşkil bir mesele olursa, ehlini buluncaya kadar sabret. Nefsine uyarak sabrı elden bırakma! Zîrâ nefsin senin en büyük düşmanın olup, sabretmene mâni olmaya çalışır. Sen her hâlükârda sabrı terk etme!
 
Meliküş-Şuarâ


Şeyh Azerî hazretleri, hikmetli şiirleriyle meşhur arif bir zat idi. 1380 (H.782) yılında Maverâünnehrde İsferâyin kasabasında doğdu. 1462 (H.866) yılında vefât etti. Küçük yaştan îtibâren ilim sâhipleri ve gönül sultanları ile berâber oldu. Gençlik çağında dahi dünyâ işlerine iltifat etmedi. Fen ve din ilimlerinde ilerledi. Timur Hanın oğlu Sultan Şahruh hakkında bir kasîde yazdı. Şeyhe çok hürmet ve tâzim gösteren Sultan ona Meliküş-Şuarâ yani (şairler sultanı) unvânını verdi. Tîmûr Hanın torunlarından Sultanzâde Muhammed bin Baysungur, şeyhin ziyâretine geldi. Şeyh ona adâlet ve merhâmet hakkında pek çok nasihatlerde bulundu. Sohbet esnâsında şehzâdenin kalbinde şeyhe karşı büyük bir muhabbet hâsıl oldu. Şeyhin önüne bir kese altın bıraktı. Şeyh bunu kabûl etmedi ve şu beyti okudu:
Altını dağıtmak, onu hiç almamaktan daha iyi ve hayırlı değildir... Sultanzâde bundan sonra şeyhe daha çok bağlandı.
Şeyh Azerî hazretlerinin vefatından kısa bir zaman önce yazmış olduğu şiirlerinden bâzıları şu mânâdadır:
Ben sana hikmetten bir nükte öğreteyim. Sen bunu yaparsan iki âlemde büyük adam olursun. Tarîkat libasını giydiğin vakit zilletten müteessir olma. İzzet ile övün.
Yaygı gibi yayılmış olan bu yeryüzünün durumunu gözünün önüne al. Bunu tıpkı siyâh, beyaz hânelere ayrılmış bir satranç tahtası gibi farz et. Birbiri karşısına konulmuş siyah ve beyaz hâneler ayniyle gece ve gündüzün aydın ve karanlık saatlerine benzer. Burada akıl ve nefs birer mühendis ve hokkabaz ve yekdiğerini yenmek isteyen iki satranç ustasıdır. Aklını başına al; nefis, hîleler yapan, dalavereci bir rakîptir... Ey Azerî, bir kimse nefsin kötü isteklerinden korunmazsa murâd atını, ilâhî yoldaki arzu ve isteğini kaybetmiştir. Zaman herkesle bir türlü oyun oynar. Onun oyunundan sakının.

HIRS GÖZÜNE KANAAT SÜRMESİ!..


Hikmet hazînesinin anahtarı bizim elimize geçtiği zamandan beri hırs gözüne kanâat sürmesini sürdük. Ey gönül bu dünyâ olayları ayarı düşük bir pazardır. Biz bunu birçok kere himmet terâzisiyle tarttık. Ancak korkarım ki, bizim tâat ve ibâdet sayfalarını yok saydığımız gibi, yarın tevfik sayfamızı da yok saymasınlar. Bugün ayrılıktan çektiğimiz azâbın yanında yarın haşir gününde çekeceğimiz azâbın gözümüzün önünde hiç ehemmiyeti yoktur. Vatanın ve yâr ile bulunmanın kadri kıymeti nedir? Bunu bizden sor. Çünkü biz gurbet mihneti nedir; bunu çekmişiz, ne acı olduğunu biliriz.
 
Dîn, üstâddan öğrenilir...


Âşık Paşa Kırşehirde yetişen tasavvuf şairlerindendir. 1272 (H.670) târihinde doğdu. Osmanlı Padişahı Orhan Gâzi zamânında şöhret sâhibi olmuştur. En meşhûr eseri Garibnâmedir. Bir şiirinde şöyle buyuruyor:
Bu şerîatdur kim üstâd öğredür/Resm-ü erkân-ü nişân ad öğredür/Farz-u sünnet bildürür nefse ayân/Dâvet eyler tâata bellü beyân/Pes bilün üstâd âlimler durur/Kim şerîat neydüğüni bildürür/Eyle olsa anda key izzet gerek/Hem edeb erkân u hem hizmet gerek/Kimse kim üstâdına hizmet kıla/Hiç güman dutman kim ol alkış ala/Hem Çalap hoşnûd ola andan ayân/Kirtü bilgil bu sözü bellü beyân.
Yani; (Bu dînin emir ve yasaklarını üstâddan öğrenmek lâzımdır. O üstâd; âdet, usûl ve esasları öğretir. Allahü teâlânın emrettiği farzları ve Resûlullahın sünnetini bildirir. Nefsi ibâdet etmeye açıkça dâvet eder. Şunu iyi biliniz ki, İslâmiyeti en doğru olarak anlatan, âlim olan üstâdlardır. Bu sebeple onlara karşı çok edepli olmalı, izzet, ikrâm ve hizmette bulunmalıdır. Bir talebe hocasına hizmet ederse, şüphesiz çok duâ alır. Onun duâsı bereketiyle cenâb-ı Hak da, o talebeyi sever. Bu sözümüzün hakîkat olduğunu kabûl etmelidir) buyuruyor...
Başka bir şiirinde de buyurdu ki:
Gör ki âlem bir kitabdur mûteber/Mâni gencinden virür her dem haber/Yazlıdur zerrât-ı âlem harf-be-harf/Zî-kitâb-ü-zî-lügât zî-nahv-ü-sarf/Değme bir zerrât içinde bir hüner/Pür maânîdür bu âlem pür hüner/Göz göre kim göre vü akl anlaya/Anlayanlar lâcirem kim tanlaya.

HÜNERLERLE DOLU BU ÂLEM...


Yani; (Âlemin mûteber bir kitap olduğunu gör. O kitap ki, mânâ hazînesinden dâimâ haber verir. O öyle bir kitaptır ki, içinde lügat, nahiv, sarf ve mârifetler, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bilgiler vardır. Âlemde bulunan bütün zerreler harf harf yazılıdır. Bu âlem, görebilenlerin görmesi, aklı olanların anlayıp hayrette kalmaları için mânâlar ve hünerlerle dolu olarak yaratıldı) buyuruyor...
Âşık Paşa, vefatından kısa bir zaman önce buyurdu ki:
Dünyâ ile meşgûl olmak ayıp değildir. Dünyâ malının çok olması üzüntüye sebeb olmamalıdır. Ancak dünyâ sevgisini gönüle doldurmak doğru değildir. Kalbi öldüren sevgiden çok sakınmalıdır...
 
Süleymân Paşaya son ziyaret!..


Ahmed Nahlâvî hazretleri Şam evliyâsındandır. 1670 (H. 1081) senesinde doğdu. 1744 (H.1157) senesinde vefât etti. Şam Hâtuniyye Medresesinin bahçesine defnedildi. Kabri ziyaret mahallidir... Ahmed Nahlâvî, fıkıh ilmini Şeyh Ahmed Düsûkîden okudu. Şamda Nûriyye ve Hâtuniyye medreselerine devâm etti. Daha sonra tasavvufa karşı istek hasıl oldu ve evliyânın büyüklerinden Şeyh Halîl ile karşılaştı. Bundan sonra, o zâtın talebesi oldu ve yüksek derecelere yükseldi. Üstünlüğü her tarafa yayıldı. Etrafta onun yüksekliği konuşulur oldu.
Ahmed Nahlâvînin Sâlihiyye, Meydân ve Bâb-ı Tûmâ mahallelerinde oturan üç talebesi bir gün bir araya gelmişlerdi. Onlardan birisi, neşe ve sürûr ile ve diğerlerine güzel bir haber vermek için; Elhamdülillah dün akşam hocamız bize teşrif etti ve bizde kaldı dedi. Talebelerin ikincisi dedi ki: Hayır. Hocamız dün akşam benim yanımdaydı. Bunları hayretle dinleyen üçüncü talebe; Sizin ikinizin söylediği de doğru değil. Çünkü dün akşam hocamız benim yanımdaydı dedi. Bundan sonra her üçü de yemin ederek kendi sözlerinin doğru olduğunu iddiâ etti. Bunun üzerine talebelerin hepsi, bu hâlin hocalarının bir kerâmeti olduğunu, evliyânın, Allahü teâlânın izni ile bir anda çeşitli yerlerde görülebileceğini, buna benzer menkıbelerin başka büyük zâtlardan da nakledildiğini, hepsinin söylediklerinin doğru olduğunu anladılar.

VEZİR, İKRAMLARDA BULUNUR...


Vezîr Süleymân Paşa, Ahmed Nahlâvînin bulunduğu yere vazifeli gelmişti. Bunu haber alan Nahlâvî, talebeleri ile birlikte vezîrin ziyâretine gitti. Vezîr, onların kendisini ziyârete geldiklerini duyunca, çok memnun oldu ve bizzat kendisi karşıladı. Çok ikrâmda bulundu. Bir müddet oturup sohbet ettikten sonra vezîr burada işinin bittiğini bildirerek ayrılmak için Nahlâvîden izin istedi. O da, nereye gideceğini sordu. Vezîr, sultânın fermânı olduğunu, emredilen yere gideceğini ve bâzı işlerinin bulunduğunu söyleyince, Ahmed Nahlâvî vezîre;
...Hiç kimse yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini de bilmez... (Lokman sûresi:34) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Nahlâvî hazretleri ve talebeleri dergâha döndükten on beş gün sonra vezîrin vefât ettiği ve Şamda Bâb-üs-sagîr denilen yerde defnedildiği haberi geldi...
 
Komşular üç kısımdır


Hindistan velilerinden olan Şeyh bin Abdullah hazretleri, 1585 (H.993) senesinde Yemenin Terîm şehrinde doğdu. İlim ve fazîlet sâhibi bir âile içinde yetişti. Hindistana hicret edip orada tesirli sözleri ve kerâmetleri ile İslâmiyetin yayılmasına çalıştı. 1631 (H.1041) senesinde Hindistanda vefât etti. Devletâbâd yakınındaki türbesine defnedildi. Kabri, ziyâret mahallidir... Şeyh bin Abdullah hazretlerinin duâsını alanlar murâdlarına kavuşurlardı. Vefatından kısa bir zaman önce yaptığı sohbetlerde buyurdu ki:
Bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz hazret-i Ömere hitaben; Ey Ömer! Öldüğün vakit adamların gidip senin boyuna uygun bir mezar hazırlayıp, seni yıkayıp kefenledikten ve koku sürdükten sonra, seni götürüp mezara koydukları ve toprağı üzerine örterek geri döndükleri vakit hâlin nice olur? Münker ve Nekir adındaki kabrin iki büyük ibtilâsı (suâl melekleri) sana gelir. Sesleri yıldırım indiren gök gürültüsü, gözleri parlak şimşekler gibi, uzun saçlarını sürürler. Uzun ve sivri dişleri ile mezarın topraklarını altüst ederler. Sana çeşitli zorluklar çıkarırlar. Seni korkuturlar. O vakit senin hâlin nice olur ey Ömer? buyurdu. Hazret-i Ömer de; Bu zamanki aklım o zaman da başımda olacak mı? diye sordu. Resûl-i ekrem efendimiz; Evet buyurunca; Ben onlara gerekli cevaplarını veririm dedi...


EN FAZLA HAKKI OLAN...


Yine bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdular ki:
Komşular üç kısımdır. Birinin bir hakkı vardır. Bu, (hakkı) en az olan komşudur. İkincisinin iki hakkı vardır. Üçüncüsünün üç hakkı vardır. En fazla hakkı olan budur. Bir hakkı olan müşrik komşudur. Akrabâ da değildir. Bunun sâdece, komşuluk hakkı vardır. İki hakkı olan, Müslüman komşudur. Akrabâlığı da yoktur. Haklarından birisi, Müslümanın, Müslümana olan hakkı, diğeri komşuluk hakkıdır. Üç hakkı olan, Müslüman komşudur ki, aynı zamanda, akrabâlığı da vardır. Haklarından biri, Müslümanın, Müslüman üzerinde olan hakkı, komşuluk hakkı, diğeri akrabâlık hakkıdır. Komşuluk hakkının en aşağısı, et ve benzeri yiyeceklerden çıkan koku ile komşuya eziyet vermemektir. Ancak tencerede pişenden bir mikdâr verilirse, eziyet edilmemiş olur.
 
Hay Ateşbâz hay!


Ateşbâz Velî ismiyle meşhur olan Yûsuf bin İzzeddîn, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin meşhûr talebelerindendir. Hayâtı hakkında yeterli bilgi yoktur. 1285 (H.684) senesinde Konyada vefât etti...
Mevlânâ hazretlerinin sohbetleri ile olgunlaşan Ateşbâz Velî, tasavvuf yolunda ileri derecelere kavuştu. Kendisini Mevlânâ hazretleri çok sevdiği için dergâhtan hiç çıkmak istemediğinden, ona dergâhın aşçılığı verildi. Böylece devâmlı hocasının sohbetlerinde bulunmaya ve ondan istifâdeye çalıştı... Yûsuf bin İzzeddîn bir gün yemek pişireceği esnâda dergâhta hiç odun kalmadığını gördü. Yemek vakti de yaklaşmış olup, odun tedârik etmek çok zaman alacaktı. Mahcup bir hâlde Mevlânâ hazretlerinin huzûruna vardı ve; Efendim mutfakta hiç odun kalmamış ne yapayım? diye sordu. Mevlânânın latife yollu; Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat! demesi üzerine, Yûsuf Efendi derhâl mutfağa girdi ve söyleneni aynen yaptı. Ayak parmaklarından çıkan ateşle aşı pişirdi. Ancak Mevlânâ hazretleri bunu duyunca kerâmetin açıklanmasını uygun bulmayarak; Hay Ateşbâz hay! dedi. Böylece Yûsuf bin İzzeddîn bu olaydan sonra ateşle oynayan mânâsına gelen Ateşbâz unvânıyla anılmaya başladı. O, Mevlânâ hazretlerinin şu sözlerini dilinden hiç düşürmezdi:

VAKİT KESKİN KILIÇTIR


*Vakit keskin bir kılıçtır. Sufi, vakit oğludur. Yarın demez, anı değerlendirir.
*Sırların gönülde kalırsa, muradın çabuk gerçekleşir. Tohum toprağa gizlenirse yeşerir.
*Allah bir kimsenin perdesini yırtmak isterse o kişiyi temiz insanları ayıplamaya sevk eder. Ayıbını örtmek dilerse o kimse ayıplı kimseler hakkında konuşamaz hale gelir. Yardım etmek isterse, ona dua ve yakarış kapısını açar.
*Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcının emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir.
*Hangi kimsede tefekkür varsa, o kimse için her şeyde ibret vardır.
Yüz yaşına yakın uzun bir ömür süren Ateşbâz Velî hazretleri 1285 (H.684) yılında vefât etti. Türbesi Konyada Merama giden eski yoldan biraz içeride Âşıklar Semtindedir. Vefat etmeden kısa bir zaman önce şunları söyledi:
Tövbe bineği ne acâib binektir. Bir lâhzada sâhibini zeminden semâlara eriştirir.
 
Canavar terbiyecisi gibi!..

Ali bin Meymûn hazretleri Evliyânın meşhurlarındandır. 1450 (H.854) senesinde Afrikanın Fimâre bölgesinde doğdu. İlim tahsîli için, gençliğinde Endülüse ve Fasa gitti. Sonra hacca gitti ve Sûriyeye dönerek Şamda yerleşti. Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde Anadoluya geldi. Altı sene Bursada kaldıktan sonra Suriyeye geri döndü. 1511 (H.917) senesinde Şamda vefât etti... KÖLE OLDUĞUNU İDRÂK ETMEK!
Ali bin Meymûn hazretleri sohbetlerinde buyurdu ki:
Mârifet; Allahü teâlânın Rubûbiyyetinin yâni kemâl sıfatlarla muttasıf ve noksan sıfatlardan uzaklığının kemâlde olduğunu, kendi nefsinin Onun kölesi bulunduğunu idrâk etmek, Onun her şeyin sâhibi olduğunu, her şeyin Onunla var ve kâim olduğunu, her şeyin Ona döneceğini ve bütün mahlûkların rızkının Ona âid olduğunu bilmek demektir.
Allahü teâlâ, mümin bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defâ nazar eder sözünün mânâsı şudur ki: Kalbin, vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nûrların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi hâline göre zevkle ibadet eder, yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet alınır.
Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat bir yol vardır ki, nefsi itmînâna kavuşturup, rûhu kısa zamanda yüksek derecelere ulaştırır. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir.

ARAYA ÖYLE BİR DELİL KOYUN Kİ!..


Duânızı öyle bir delil araya koyarak edin ki, o günah işlememişlerden olsun. O delil, Allah dostudur. Onlara tevâzu ve sevgi gösterin ki, sizin için duâ etsinler.
İki hâlde kendinizi sakının: Söz söylerken ve yemek yerken.
Halkı hakka dâvet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl uğraştığı hayvanın huyunu ve istidâdını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle!..
Görmeden evlenmenin sonu, elem ve kederdir.
Ali bin Meymûn hazretleri vefat etmeden bir müddet önce buyurdu ki:
Hâlinin onda dokuzu susmak, biri de konuşmak olsun.
 
Eli kalem tutanlar...

Ahmed Halebî hazretleri Suriyedeki evliyânın büyüklerindendir... Doğum ve vefât târihi kaynaklarda belirtilmemektedir. 1710 (H.1122) senesinde Şama gelmişdir. Buradan anlaşıldığı üzere, on sekizinci asrın ilk çeyreğinde vefât etmiştir.

SAÇINA AK DÜŞTÜĞÜ HÂLDE...


Ahmed Halebî hazretleri sohbetlerinde buyurdu ki:
Bir kimsenin, evlenip kırk yaşına geldiği, saçına ak düştüğü, hacca gidip Beytullahı ziyâret ettiği halde, hâlâ aklını başına toplamaması, vakitlerini oyun ve günah olan şeylerle geçirmesi ne kadar çirkindir.
Beş vakit namazını kılan, efendisine (kocasına) itâat eden, her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeten, insanları gıybetle çekiştirip dedi-kodu yapmaktan, koğuculuktan dilini koruyan, kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musîbetlere karşı sabreden bir kadın, hakîkaten çok iyi bir kadındır.
Şeyh Mustafa El-Bekrî şöyle anlatır:
Bir grup cemâat ile Ahmed Halebî hazretlerini ziyaretine gittim. Bu sırada elim kalem tutardı. Bâzı kasîdelerim ve mensûr yazılarım vardı. Bana dönerek; Allahü teâlâ bir kimseye gerek nazm gerekse nesir yazma kâbiliyeti verdiği zaman, o kimsenin bunlardan dolayı büyüklenmemesi, kalbini bunlarla meşgûl etmemesi gerekir. Böyle hâller ve düşünceler meydana gelirse, onları yakmalı ve parçalamalıdır. Çünkü Allahü teâlânın katında, daha yüksek derecede ve kıymette olanları vardır buyurdu. Bu sözleri duyduktan sonra müsâade alıp huzurdan ayrıldım. Yazdığım kasîdeleri ve tertib ettiğim yazıların hepsini parça parça ettim. Bu sohbetten çok istifâde ettim. Bu sohbet bana yetti, sonra bir daha Ahmed Halebî hazretlerinin huzûruna kavuşmak nasîb olmadı. Çünkü insanların arasına çıkmıyordu...


KALBE GELEN DÜŞÜNCELER...


Onun yanına devamlı gidip gelen fazîlet sâhibi bir zât şöyle anlattı:
Bir gün onun huzûruna gitmiştim. O sırada; Ey efendim! Niçin namazdan alıkoyan düşünceler insanın hâtırına geliyor? Bu hususta ne dersiniz? diye sordum. İnsan, namaz kılarken Allahü teâlâdan gâfil olmazsa, ne türlü olursa olsun, kalbine gelen düşünceler yok olur buyurdu.
Vefatından kısa bir zaman önce dünyevî bir ihtiyaç için onun yanına gitmiştim. Yanına vardığımda; Senin şöyle bir ihtiyâcın var. İki veya üç gün sonra giderilecek inşallah buyurdu. Dediği gibi üç gün sonra ihtiyâcım giderildi.
 
İlm-i meknûn sır ilmi

Abdurrahmân bin Mustafa hazretleri, Yemende yetişen meşhûr velîlerdendir. 1135te Yemende doğdu ve orada yetişti. Daha sonra Mısıra giderek orada talebe yetiştirmeye başladı. Aldığı mânevî bir işaretle diyar diyar gezerek Ehl-i sünnet îtikâdını anlattı. Şam, Mısır, Sayda ve İstanbulda pek çok talebe yetiştirdi. Son günlerinde yine Mısıra dönerek Kahirede vefât etti. Kabri Kahire Seyyidet Zeyneb Câmii bahçesindeki türbededir...
Abdurrahmân bin Mustafa hazretleri vefatından kısa bir zaman önce talebelerine buyurdu ki:
Biliniz ki, ilim üç kısımdır. Birincisi, Âdemoğlunun ilmidir. İkincisi, meleklerin ilmidir. Üçüncüsü ise, mahlûkâtın ve mevcûdâtın ilmidir. Bu kısımlardan başka dördüncü kısım vardır ki, bu da Allahü teâlânın ilmidir. Bu ilme, ilm-i meknûn (sır ilmi) da denir. Bu ilmi, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: İlim Çinde de olsa alınız. Başka bir hadîs-i şerîfte ise; Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir buyuruldu...
Her beldeye tabîb-i hâzık olan bir âlim lâzımdır. Bu âlim sebebiyle insanlar tedâvî olup, dertlerine derman bulur. Bu âlimi terk edenler, ilacı terk etmişler demektir. Böyle kimselere lâyık olan, hastalık içinde bulunmaktır...

ELİNİ GÖĞSÜNE KOY!..


Kalbinin ürperdiği işi yapma! Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır. Yine hadîs-i şerîfte; Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız! buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalıdır. Şüphe edilmeyeni yapmak câiz olur. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalp çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer fazla çarparsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalp sâkin olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! Îmânı olan kimse, büyük günâha düşmemek için, küçük günahtan kaçar...
 
Ey âdemoğulları, kalkınız!

Ali Geylânî hazretleri 1630 (H.1040) senesinde Suriyenin Hama şehrinde doğdu. Nesebi Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine dayanır. Birçok âlimden icâzet aldı. Hamada 1701 (H.1113) senesinde vefât etti. Vefat etmesinden kısa bir zaman önce yanındakilere buyurdu ki: ATEŞİ, NAMAZLA SÖNDÜRÜNÜZ!
Sahîhayn ismi verilen, dîn-i islâmın iki temel kitâbında [(Buhârî) ve (Müslim)], Câbir bin Abdüllahın radıyallahü anh bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (Birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?) diye sordu. Hayır, yâ Resûlallah! dedik. (İşte, beş vakit namâzı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur) buyurdu.
Bazı câhiller, bu hadîs-i şerîfi işitince, O hâlde, hem namâz kılarım, hem de istediğim gibi, keyif sürerim. Nasıl olsa günâhlarım afv olur diyor. Böyle düşünmek doğru değildir. Çünkü, şartları ile, edebleri ile kılınıp, kabûl olan bir namâz, günâhları döker. Sonra, küçük günâhları afv olsa bile, küçük günâh işlemeye devâm etmek, ısrâr etmek, büyük günâh olur. Büyük günâh işlemeye ısrâr etmek de, küfre sebeb olur.
Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh buyurdu ki: Beş namâz vakitleri gelince, melekler der ki: Ey âdemoğulları, kalkınız! İnsanları yakmak için hâzırlanmış olan ateşi namâz kılarak söndürünüz.
Bir hadîs-i serîfte, (Mümin ile kâfiri ayıran fark, namâzdır) buyuruldu. Yanî, mümin namâz kılar. Kâfir, kılmaz. Münâfıklar ise, bazan kılar, bazan kılmaz. Münâfıklar, Cehennemde çok acı azâb görecektir.

KIYÂMET GÜNÜ NE YAPARSIN?..


Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile buyurdular ki: (İbâdetler îmândan parça değildir). Yalnız, namâzda söz birliği olmadı. Fıkıh imâmlarından imâm-ı Ahmed ibni Hanbel, İshak ibni Râheveyh, Abdüllah ibni Mubârek, İbrâhîm Nehâî, Hakem bin Uteybe, Eyyûb Sahtiyânî, Dâvüd Tâî, Ebû Bekr ibni Şeybe, Zübeyr bin Harb, dahâ birçok büyük âlimler, bir namâzı amden, yanî bile bile kılmayan kimse, kâfir olur, dedi. O hâlde, ey din kardeşim, bir namâzını kaçırma ve gevşek kılma, seve seve kıl! Allahü teâlâ kıyâmet günü, bu âlimlerin ictihâdlarına göre cezâ verirse, ne yaparsın?
 
İnsanları yanından uzaklaştırdı!

Ali Kazvânî hazretleri, Osmanlı devrinde Suriyede yaşayan velîlerdendir. 1483 (H.888) senesinde Suriyenin Hama şehrinde doğdu. 1548 (H.955) senesinde hac farîzasını yerine getirdikten sonra, Peygamber efendimizi ziyâret için Medîneye giderken, Mekke-i mükerreme ile Tâif arasında vefât etti...

KENDİSİNİ GİZLERDİ!..

Ali Kazvânî, Mekke-i mükerremede büyük âlim Abdülvehhâb-ı Şarânî ile görüşüp sohbette bulundu.
Bu mübarek zat, insanlar arasında makamını gizlerdi. Bir sohbet esnâsında Abdülvehhâb-ı Şarânîye şöyle dedi:
Burası, Mekke-i mükerreme. Allahü teâlânın beldesidir. Kim burada iyi hâl ile görünürse, insanlar onun yanına koşuşur. Onu Allahü teâlâ ile berâber olmaktan alıkoyarlar. İşte bu sebepten, Mekke-i mükerremeye girdiğim zaman, dünyâyı seven birisi olarak göründüm, onlardan sadaka istedim. Onlar da, bu, dünyâyı seven birisi deyip, benden uzaklaştılar. Ben de, daha fazla Rabbime ibâdet etme imkânı buldum.
Ali Kazvânî hazretleri sohbetlerinde buyurdu ki:
Allahü teâlâyı hakkıyla tanıyan Ondan başkasında sükûn ve râhat bulamaz.
Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlânın velî kulları hâriç, bütün mahlûklardan uzaklaşmaktır. Allahü teâlânın velî kullarına yakınlık, insanı Allahü teâlâya yaklaştırır.

AHMAĞIN İLTİFATINA ALDANMA!


Ahmak olanların sana çok iltifatkâr davranması ve düşünmeden cevap vermesi seni aldatmasın.
Akıl ile berâber ruh, insanı âhirete, nefsin hevâ ve hevesine muhâlefet etmeye dâvet eder.
Allahü teâlâ hepimizi, yaptığımız iyi ameller ile gururlanmaktan muhâfaza etsin.
Akıl ile hevâ, yâni nefsin boş arzû ve istekleri, birbirinin zıddıdır. Aklın yardımcısı tevfîk (Allahü teâlânın yardımı), hevânın dostu ise yardımsız bırakılmaktır. Nefs bu ikisinin (akıl ve hevânın) arasındadır. Hangisi gâlib gelirse ona tâbi olur.
Dînin edeblerine riâyet etmeden, yolunun kâmil olduğunu iddiâ edenin delîli yoktur.
Kendisini fazla medheden kimse, başkasını da aynı derecede kötüler. Başkasını fazla kötüleyen, kendisini fazla medheder.
Ali Kazvânî hazretleri vefat etmeden kısa bir zaman önce buyurdu ki:
Allahü teâlâyı taleb ve Onun rızâsını isteme husûsunda samîmî ve doğru olan, insanların kendisini terk etmelerine aldırmaz!
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri