Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük mutasavvıf Hasan Efendi</label>
Hasan Efendi, Osmanlı devri ulemâsındandır. İlim tahsîlini İstanbulda yaptı. İstanbulda Mirahor Zâviyesinde yerleşip zâhir ve bâtın ilimlerinde yetişmek için çalıştı... Bu mübarek zat, Şeyhülislâm Şeyhî Efendinin sohbetlerine devâm etti. Sonra İbrâhim Gülşenînin halîfelerinden Hasan Zarîfîye talebe oldu. Tasavvufta epey yol katetti. Fakat tam olarak yetişmeden hocası Zarîfî Efendi vefât etti. Bunun üzerine Şeyh Yâkûb Efendinin hizmetine girdi ve talebesi oldu. İlim tahsîl ettiği sıralarda kendini o kadar ilme vermişti ki, odasına girer kapısını kilitletirdi. Sâdece namaz ve ders vakitlerinde açtırırdı. Odasında dâimâ çalışmakla, ibâdet ve zikir ile meşgûl olurdu. Devamlı yalnız kalmayı tercih eder, mânen yükselmek için gayret gösterirdi... CİNNÎLERE DE FETVA VERİRDİ
Hasan Efendinin kaldığı zâviyenin çevresinde oturanlardan biri şöyle anlatmıştır: Bir gece evde otururken pekçok kimsenin câminin üzerinden inip Hasan Efendinin odasına girdiğini gördüm. Gidip kapısını çaldım. Böyle böyle kimseler gelip odanıza girdiler, dedim. Onlar cinnîlerdir. Dînî suâller sormaya geldiler. Merak edilecek bir şey yok korkma! dedi.
Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum. Rüyâmda hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler, talebeleri ileri gittiklerinde, uygunsuz hallerinde îkâz ederler. Bâzan döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir buyurdu.
Bir genç onların bulunduğu yerde yoldan gelip geçenleri rahatsız ederdi. Bir gün Hasan Efendinin yolu oraya düştü. Genç atını Hasan Efendinin üzerine sürüp; Bana şarap parası ver dedi. Parası olmadığını söylediği halde ısrar etti. Hakâret dolu sözler söyleyip uzaklaştı. Biraz sonra bir kağnı arabasına çarpıp öldü.

BİR HASEDCİNİN SONU!..
Birisi Hasan Efendiye hased eder ve kahvehânelerde devamlı aleyhinde konuşurdu. Bu uygunsuz davranışı üzerine Hasan Efendi onu zaman zaman îkâz ederdi. Ancak bir türlü bu huyundan vazgeçmedi. Bir gün yine aleyhinde uygunsuz sözler söyledi. Sevenlerinden biri Hasan Efendiye gidip durumu anlatınca, Hasan Efendi çok yüksek sesle ve sesi kesilinceye kadar; Bizden vazgeçmezler mi? diye bağırdı. O gece kendisine dil uzatıp, aleyhinde konuşan kimsenin boğazında bir yara çıktı. Günlerce konuşamadı, sonra öldü...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Harem-i şerîf imâmı Ebü'l-Hüseyin Şirvânî</label>
Ebül-Hüseyin Şirvânî, İranda yetişen büyük velîlerdendir. Onuncu asrın ortalarında vefât etti. İlim öğrenmek için çok yerleri dolaştı. Mısırda yerleşti. Sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Vefâtına kadar orada ikâmet etti... FELÇLİ İDİ; ANCAK!..
Ömrünün sonlarına doğru felç oldu. Eli ayağı tutmaz, ayağa kalkamazdı. Fakat müezzinin namaz için ikâmet okumaya başladığı andan, namazını bitirdiği âna kadar olan zamanda ve sohbet esnâsında çok sağlam olur, hiçbir şeyi kalmazdı. Bu zamanlar hâricinde, yine felçli hâle dönerdi!..
Bu mübarek zat vefât ettiğinde 124 yaşlarındaydı. Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfin imâmı idi. Kendisine; Tasavvuf nedir? diye sordular. Hakîkî din âlimlerinden birine bağlanıp, ona teslim olmak. Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmek. Kimseye karışmayıp, kendi hâlinde insanlardan ayrı yaşamaktır buyurdu.
Bir gün de şöyle buyurdu: Sıddîkların, yükseldikçe istedikleri bir şey vardır ki, o da riyâset muhabbetidir. (Şefâat makâmı) (Saîd-i Fergânî buyurdu ki: Buradaki riyâset muhabbeti insanların başına geçmek arzusu değildir. Zâten, evliyâlık yolunda bulunmanın ilk şartı, bunu terk etmektir. Nerede kaldı ki, en sonda hâsıl olan şey riyâset muhabbeti olsun. Bu ifâdeden murâd; Allahü teâlânın indinde, evliyâyı sevenler için şefâat makâmı taleb etmektir.)
Yine buyurdu ki:
İzzet ve şerefi, Allahü teâlânın dînine uygun olmayan hâllerde arayan kimseyi, Allahü teâlâ, hor-hakîr ve zelîl eder.
Dîne uymakta gevşek davrananlarla berâber olmaktan, son derece sakınmalıdır. Onlar, insanın felâketine sebep olurlar.
Fakirler dünyâ ve âhirette her bakımdan rahattırlar.
Bâzı kimseler vardır ki velîdirler. Büyük zâtlar bu kimselere bakınca, tasavvuftaki makamlarını görürler. O kimsenin ise, bunların hiçbirinden haberi olmaz.

GERÇEK VELÎ ŞUDUR Kİ!..
Ebül-Hüseyin Şirvânî, vefatından önce buyurdu ki:
Velî, içinde bulunduğu ânı değerlendirmek için çırpınır. Diğer vakitleri kıymetlendirmek için çalışsa, içinde bulunduğu vakti harcamış olur. İleriki vakte kavuşacağı da, zâten belli değildir. Bunun için gerçek velî, her an, içinde bulunduğu ânı değerlendirir. Böylece bütün ömrü kıymetli olur.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Harem-i şerîf imâmı Ebü'l-Hüseyin Şirvânî</label>
Ebül-Hüseyin Şirvânî, İranda yetişen büyük velîlerdendir. Onuncu asrın ortalarında vefât etti. İlim öğrenmek için çok yerleri dolaştı. Mısırda yerleşti. Sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Vefâtına kadar orada ikâmet etti... FELÇLİ İDİ; ANCAK!..
Ömrünün sonlarına doğru felç oldu. Eli ayağı tutmaz, ayağa kalkamazdı. Fakat müezzinin namaz için ikâmet okumaya başladığı andan, namazını bitirdiği âna kadar olan zamanda ve sohbet esnâsında çok sağlam olur, hiçbir şeyi kalmazdı. Bu zamanlar hâricinde, yine felçli hâle dönerdi!..
Bu mübarek zat vefât ettiğinde 124 yaşlarındaydı. Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfin imâmı idi. Kendisine; Tasavvuf nedir? diye sordular. Hakîkî din âlimlerinden birine bağlanıp, ona teslim olmak. Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmek. Kimseye karışmayıp, kendi hâlinde insanlardan ayrı yaşamaktır buyurdu.
Bir gün de şöyle buyurdu: Sıddîkların, yükseldikçe istedikleri bir şey vardır ki, o da riyâset muhabbetidir. (Şefâat makâmı) (Saîd-i Fergânî buyurdu ki: Buradaki riyâset muhabbeti insanların başına geçmek arzusu değildir. Zâten, evliyâlık yolunda bulunmanın ilk şartı, bunu terk etmektir. Nerede kaldı ki, en sonda hâsıl olan şey riyâset muhabbeti olsun. Bu ifâdeden murâd; Allahü teâlânın indinde, evliyâyı sevenler için şefâat makâmı taleb etmektir.)
Yine buyurdu ki:
İzzet ve şerefi, Allahü teâlânın dînine uygun olmayan hâllerde arayan kimseyi, Allahü teâlâ, hor-hakîr ve zelîl eder.
Dîne uymakta gevşek davrananlarla berâber olmaktan, son derece sakınmalıdır. Onlar, insanın felâketine sebep olurlar.
Fakirler dünyâ ve âhirette her bakımdan rahattırlar.
Bâzı kimseler vardır ki velîdirler. Büyük zâtlar bu kimselere bakınca, tasavvuftaki makamlarını görürler. O kimsenin ise, bunların hiçbirinden haberi olmaz.

GERÇEK VELÎ ŞUDUR Kİ!..
Ebül-Hüseyin Şirvânî, vefatından önce buyurdu ki:
Velî, içinde bulunduğu ânı değerlendirmek için çırpınır. Diğer vakitleri kıymetlendirmek için çalışsa, içinde bulunduğu vakti harcamış olur. İleriki vakte kavuşacağı da, zâten belli değildir. Bunun için gerçek velî, her an, içinde bulunduğu ânı değerlendirir. Böylece bütün ömrü kıymetli olur.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Mevlânâ dergâhına dil uzatanın sonu!..</label>

Emîr Ârif Çelebi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmînin torunu, Sultan Veledin oğludur. 1271 (H.670) senesinde doğdu. 1319 (H.719) senesinde Konyada vefât etti. Kabri oradadır. Küçük yaşta dedesi Mevlânâ hazretlerinin teveccühlerine kavuştu. Babası Sultan Veledden zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi. Babasının vefâtından sonra onun halîfesi, vekîli oldu... İNCE BİLGİLERDEN ANLATIYORDU!..Sultan Veled, bir gün oğlu Ârif Çelebiye;
Evlâdım! Sen her nereye baksan, Mevlânâyı görür, Mevlânâdan bahsedersin. Küçük aklınla mârifetlerden, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın. Sen Mevlânânın hâllerini ve makamlarını ve bu mârifetlerini nereden biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun? diye sordu. Ârif Çelebi de;
Efendim! Ben o yüce zâtı, mânevî âlemde gördüm. O da bu fakîri gördü ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün bağışlanmasına vesîle oldu diye cevap verdi...
Lala Fahreddîn anlattı:
Arada sırada Ârif Çelebiyi kucağıma alıp, Hüsâmeddîn Çelebi hazretlerinin evine giderdim. Hüsâmeddîn Çelebi, bizi hep kapıda karşılar, Ârifi kucağına alarak odaya kadar götürürdü. Ona her türlü yiyeceklerden, nefis şerbetlerden ziyâfet çekerdi. Daha önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri, kendi eliyle giydirirdi. Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür ve; Ah! Mümkün olsaydı da Ârif Çelebinin lalası olup hizmetiyle şereflenebilseydim. Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve âleme ışık salacağını, makâmının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ hazretleri haber verdiler. Ne mutlu o kimselere ki, Ârif Çelebinin hizmetiyle şereflenip, sevgilisi oluyorlar diyerek, hasretini dile getirirdi.

BU ÖKÜZ DE NEDİR?..
Sultan Veled anlattı:
Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Bir gün, başı iple bağlı bir öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde görünce; Ey Ârif, bu öküz de nedir? Onu nereye götürüyorsun? dedim. Cevâbında; Bu yular, filân beyin başına takılan yulardır. Çünkü Mevlânâ dergâhına dil uzatmaktadır dedi. Çocuğun bu hâline güldüm, fakat üç gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma edip, başını kesmişler!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Şehid velî Utbet-ül-Gulâm</label>

Utbet-ül-Gulâm hazretleri, büyük velîlerdendir. Doğum ve ölüm târihi bilinmemektedir. Rumlarla yapılan bir muhârebede şehîd düştü. Kemâl sâhibi bir zât idi... Dâima murâkabe hâlinde bulunurdu. O, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaz, devamlı Allahü teâlâyı anar ve hatırlar, Ondan bir an bile gâfil olmazdı. Bâzan öyle dalardı ki, gideceği yeri geçer, farkında olmazdı. OĞULCAĞIZIM, KENDİNE ACI!
Bir gün, Abdülvâhid bin Zeydin yanına gelmişti. Abdülvâhid ona Nereden geliyorsun? diye sordu. Utbet-ül-Gulâm; Falanca yerden geliyorum dedi. Abdülvâhid bin Zeyd, Oralarda kimseye rastladın mı? diye sorunca, Utbet-ül-Gulâm; Hayır, kimseyle karşılaşmadım dedi. Halbuki oralardan pek çok kimse gelip geçiyordu. Fakat, bütün rûhu ve bedeniyle Allahü teâlâ ile meşgûl olduğundan, yanından geçenlerin farkına bile varmamıştı.
Utbet-ül-Gulâm hazretleri günahlarını düşündüğü zaman, yemek ve içmekten kesilirdi. Bu durumu gören annesi; Oğulcağızım! Biraz kendine acı. Hiçbir şey yemiyor, kendine yazık ediyorsun dediği zaman cevâbı; Anneciğim, kendime acıyorum. Fakat beni biraz bırak da, azıcık zahmet çekeyim. Çünkü, inşâallah ileride bu sıkıntılarımın karşılığını göreceğim şeklinde olurdu...
Utbet-ül-Gulâmın mahzun ve garip bir hâli vardı. Bu yönüyle Hasan-ı Basrî hazretlerine çok benzerdi. Yatsı namazını kılar, bir miktar uyur, sonra kalkar ve sabaha kadar yatmazdı...
O mahzûn bir sesle, gözyaşları dökerek, Allahü teâlâdan, lütuf ve ihsânını dilerdi. Kurân-ı kerîm okuduğu zaman ağlar, başkalarını da ağlatırdı. Allahü teâlânın korkusundan gözyaşları dinmezdi...

HARPTE ŞEHİD OLDU...
Utbet-ül-Gulâm hazretleri, Bizans ile yapılan bir harpte şehid düştü. Son nefesini verirken bir dua okudu. Onun yakınlarından birisi anlatıyor:
Utbet-ül-Gulâmı rüyâmda gördüm ve; Ne durumdasın? diye sordum. O; Senin evinde yazılı bir duâ var. Onun yüzünden iyi muâmele gördüm diye cevap verdi. Sabah oldu. Evde duâyı arayıp, buldum. Duâ şöyle idi:
Ey sapmışları doğru yola ileten, ey günahkârlara merhamet edip acıyan! Ey düşenlere yardım eden Allahım! Günahkâr olan bu kuluna ve bütün Müslüman kardeşlerime merhamet eyle. Bizi öldükten sonra, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kullarınla haşreyle.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
>Mudurnulu Mehmed Dede</label>
Mehmed Dede Bolu-Mudurnuda doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1523 (H.930) senesinde vefât etti. Tasavvufta, Çelebi Efendinin sohbetlerinde kemâle erdi. Halvetî yolunda yetişti... ONU İMTİHAN ETMEK İSTEDİ
Bu mübarek zat, hocasının dergâhının mutfağında hizmet ederdi. Hocası onu yetiştirdikten sonra Karamana gönderip, insanlara rehberlik yapması için vazîfelendirdi. Karamanda fetvâ işlerine bakar, bir taraftan da halkın irşâdı ile meşgûl olurdu... Bu hizmeti yaptığı sırada Karamanda bulunan müderrislerden Mevlânâ Dâvûd, Mehmed Dedenin kerâmet sâhibi bir zât olduğunu işitince onu halkın gözünden düşürmek için imtihan etmek maksadı ile yanına gitti. Konuşmaya başladılar...
Mehmed Dede sohbetiyle müderrisi hayran bıraktı. Onun hatırında olan nice müşkül meseleleri daha o sormadan cevaplandırdı. Cevapları ve îzâhları son derece iknâ edici ve rahatlatıcıydı... Diğer sorularına daha sormadan birer birer cevap verince, Müderris Dâvûd Efendi onun âlim ve velî bir zât olduğunu anlayıp sevdi ve talebesi oldu...
***
Mustafa Bey anlatır: 1582 senelerinde İrana yapılacak bir sefere katılmak için gidecektim. İzin ve duâ alıp, vedâ etmek için Mehmed Dedenin yanına vardım. Hayır duâlarını istirhâm edip, ellerini öptüm. Himmet edip nasîhat ettikten sonra;
Mustafa Çelebi, sefere gidersen bir çift Macar bıçağını yanından ayırma, zor zamanda insana ondan üstün silâh olmaz buyurdu. Emirlerini yerine getirip, yola revân oldum...

BIÇAĞIM VAZİFESİNİ YAPTI!..
Günler sonra Demirkapı Kalesine ulaştık. Orada iki sene kaldık. Bir gün buğday tedâriki için kaleden dışarı çıkıp, bir köyde geceledik. Düşmandan ses sedâ olmadığı için, herbirimiz bir köşeye çekilmiş, silâhlardan uzaklaşmış, uyumakla meşgûldük... Birden kapı kırılıp, içeriye bir İran askeri girdi. Hiç aman vermeyip üstüme saldırdı. Uyku mahmurluğu ile yerimden fırladım. Yanımda hiç silâh yoktu. Ölümle aramda bir bıçak boşluğu kadar yer kalmıştı. O anda iki senedir Mehmed Dedenin emriyle yanımdan hiç ayırmadığım Macar bıçağım hatırıma geldi. Elime alıp, hasmımın boşluğunu hedef aldım. Allahü teâlânın takdîri ile, beni öldürmek için saldıran düşmanın kılıcı evin direğine denk gelip kırıldı. Benim bıçağım vazifesini yaptı, adamın işini bitirdi. Mehmed Dedenin kerâmeti zâhir oldu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük velî Ali el-Venâî</label>

Ali Venâî hazretleri, âlim ve velîlerdendir. Tam ismi Ali bin Abdülber bin Ali künyesi Ebül-Hasan el-Hüseynî el-Venâîdir. 1756 (H.1170) senesinde, Mısırın Saîd limanı köylerinden Venâda doğdu. 1797 (H.1212) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti... ON SEKİZ YAŞINDA KİTAP YAZDIAli Venâî, Kâhirede büyüdü. Zamânının ileri gelen âlimlerinden ilim ve edeb öğrendi. Muhammed bin Ali eş-Şirvânîden icâzet, diploma aldı. Henüz on sekiz yaşında çeşitli ilimlerde kitaplar yazmaya başladı. Bir taraftan da büyük hadîs âlimi Seyyid Murtazanın derslerine devâm edip hadîs ilmi mütehassısları arasına girdi. Mânevî ilimler adı verilen tasavvuftan da nasîblendi. Halvetî yolunun büyüklerinden Ahmed ed-Derdînin sohbetlerinde kemâle gelip olgunlaştı...
Ali el-Venâî hazretleri çok ibâdet eder, nefsinin terbiyesi ile uğraşırdı. Bu gayretleri neticesinde kendisinden çok kerâmet; hârikulâde hâlleri görüldü.
Bu mübarek zat, sık sık rüyâsında Peygamber efendimizi görür ve mânevî iltifatlarına kavuşurdu. Yine bir rüyâsında, Peygamber efendimiz mübârek parmağını Ali el-Venâînin ağzına koyup hareket ettirdi ve; Gece sana Lâ ilâhe illallah Vallahü ekber Allahü ekber demen kâfidir buyurdu.
Ali el-Venâî iki defa da Resûlullah efendimizi uyanık iken gördü. İlkinde Tâhâ sûresini okurken görmüştü.
Bir sohbetinde talebelerine buyurdu ki: Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin.

İSM-İ AZÂMI BİLİYORDU!..
Ali el-Venâîye rüyâsında İsm-i Azâm duâsı öğretildi. Geceleri çok namaz kılardı. Bir ara Mekke-i mükerremeye gitti, orada üç sene kadar ilim öğretti ve ibâdetle meşgûl oldu. Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Mısıra döndü. Herkes kendisini sevgi ve hürmetle karşıladı. Çok geçmeden mânevî bir işâretle Medîne-i münevvereye gitmesi emredildi. Zîrâ bu, vefâtının Medînede olacağına dâir bir müjde idi. Derhâl yola çıkıp önce Mekkeye oradan da Medîne-i münevvereye vardı. Çok geçmeden müjdelendiği gibi hakîkaten Medînede vefât etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebabil kuşları ve Ebrehe'nin sonu!</label>
Habeşistan Kralı Necâşinin Yemende Ebrehe adında bir vâlîsi vardı. [Habeş pâdişâhlarının hepsine (Necâşi) denir.] Sana şehrinde Kuleys adını verdiği bir kilise yaptırdı. Sonra Necâşiye bir mektûb yazıp şöyle dedi: Senin için bir kilise yaptırdım ki, benzeri görülmemiştir ve senden önceki krallara böylesi nasîb olmamıştır. Burayı Arablar için hac yeri yapacağım ve artık Kâbeye kimseyi göndermeyeceğim!
MEKKEYE DOĞRU YOLA ÇIKTI...
Ebrehenin bu sözleri Arablar arasında duyulup yayıldı. Buna çok kızan Arablardan biri, kilisenin içine girip def-i hâcetini yaparak kirletti. Yemen vâlîsi Ebrehe bundan dolayı çok kızıp, Kâbeyi yıkacağım diye yemîn etti. Habeş askerlerini toplayıp, gidip Kâbeyi yıkmak için yola çıktı...
Ebrehenin bir fili vardı. Bu fili önlerine alıp Mekkeye doğru yürüdüler. Fili Kâbeye doğru sürdüler. Fil aslâ o tarafa yürümedi. Yönünü başka tarafa çevirdiklerinde, o tarafa koşarak gidiyordu. Sonunda bir yerde durmak mecbûriyetinde kaldılar. Mekke çevresine adamlar gönderdiler. Bunlar Abdülmuttalibin ikiyüz devesini yakalayıp getirdiler... Abdülmuttalib develerini istemek için Ebrehenin yanına geldi. Ebrehe onu uzaktan görünce heybetinden ürperdi. Bu gelen kimdir? diye sordu. O, Mekkenin büyüğü, reîsidir dediler. Ebrehe onu karşılayıp, kendi minderi üzerine oturttu ve Ne istiyorsun? deyince Develerimi dedi. Ebrehe; Ey Kureyşin efendisi! Ben size izzet ve şeref kazandıran şu Kâbeyi yıkmak için geldim, sen ise develerini istiyorsun! dedi. Abdülmuttalib şöyle cevâb verdi:

KÂBENİN SAHİBİ VARDIR!..
Ben develerin sâhibiyim, kendi malımı istiyorum. Kâbenin sâhibi vardır. O herkese karşı gâlib gelir ve Kâbeyi korur! Sonra Abdülmuttalibe develerini verdiler, geri döndü. Kâbeye gidip kapısının halkasına yapışarak, duâya başladı... O sırada gökyüzünde ansızın sürü hâlinde kuşlar (Ebabil kuşları) gördü. O zamâna kadar öyle kuşlar hiç görmemişti. Kuşlardan herbirinin gagasında ve iki ayağında mercimekten büyük, nohuttan küçük taşlar vardı. Her taşın üzerinde bir kâfirin ismi yazılı idi. Kuşların bıraktığı taş, başına isâbet eden askerin altından çıkıyor ve o asker hemen ölüyordu. Atlı ise, atı da ölüyordu...
Ebrehenin ordusu kaçmaya başladı. Kuşlar takip edip, taş bırakarak hepsini öldürdüler. Ebrehe de çok perîşân bir hâlde öldü...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Bir hikmet ehli Şumeyt bin Aclân</label>
Şumeyt bin Aclân, Tâbiînin büyüklerindendir. Hikmetli sözleri, güzel huyları ile herkesin sevgilisi olmuştu. Buyurdu ki: Ey Âdemoğlu! Sen sustuğun müddetçe selâmettesin. Konuştuğun zaman sakınmaya (düşünüp, ölçülü ve dikkatli konuşmaya) yapış!..
MÜMİNİN KALBİNDEKİ KUVVET!..
Bu mübarek zat, Allahü teâlânın müminlere ayrıca bir îmân kuvveti verdiğini bildirmiş ve; Allahü teâlâ müminin kalbine bir kuvvet vermiştir ki, bu kuvveti âzâlarına vermemiştir. Şu ihtiyarı görüyor musunuz? İhtiyar hâliyle geceleri nasıl ibâdet ediyor, gündüzleri oruç tutuyor. Gençler ise bunu yapmaktan âcizdirler buyurmuşlardır.
Sizden biriniz Kurân-ı kerîm okumayı öğrenir ve ilim tahsil eder. Bu ilimleri öğrenir ve dünyâyı kalbine yerleştirir, dünyâya koşar. Dünyâyı (taç gibi) başına geçirir. Bunu görenler: Bu kimse bizden daha âlim. Eğer dünyâyı istemekte bir fayda görmeseydi böyle yapmazdı derler, sonra dünyâya rağbet ederler, onu toplamaya başlarlar. Buna sebep olan ilim sâhipleri meâlen şu âyet-i kerîmede bildirilenlerden olurlar: Kıyâmet günü kendi günahlarını tamâmen yüklendikten başka, saptırdıkları insanların günâhlarından bir kısmını da yükleneceklerdir (Nahl sûresi: 25). Kim, fısktan günahtan râzı olur beğenirse, onu yapanlardan olur. Kim de Allaha isyân edenleri beğenirse, râzı olursa, Allahü teâlâ onun ibâdetlerini kabûl etmez.
Şaşılır şu kimseye ki, kalbi âhirete bağlı iken kendisine ufak bir şey tesir etse veya pire ısırsa, âhireti hemen unutuverir.

İNSANLAR ÜÇ KISIMDIR!..
Şumeyt hazretleri insanların üç kısım olduğunu beyân etmiş ve; Birincileri hayırlı amel işleyen, ona devam eden ve ona devâm ettiği halde ölenler. İşte bunlar mukarreblerdir. İkincileri; ömürlerini günah ve uzun bir gafletle geçirip, sonra tövbe etmiş olanlar. İşte bunlar Eshâb-ı yemîndirler (Cennet ehlidirler). Üçüncüsü ise; ömürlerini Allahü teâlânın men ettiği şeylerle geçiren, harama günaha devâm eden ve o hâliyle dünyâdan ayrılanlar. İşte bunlar Eshâb-ı şimâldirler (cehennemlikdirler).
Şumeyt bin Aclân hazretleri vefat edeceği zaman buyurdu ki: Ölümü düşünen insan, ne dünyânın geçici sıkıntılarına üzülür, ne de gelip geçen nîmetlerine sevinir.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Anadolu velîlerinden Şücâeddîn Karamânî</label>
Şücâeddîn Karamânî, Anadolu velîlerindendir. Aslen Aksaraylı olup, Karamânî nisbetiyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihleri bilinmemekle birlikte, Çelebi Sultan Mehmed Han ve İkinci Murâd Han zamanlarında yaşadığı bilinmektedir... EDİRNEDE VEFAT ETTİ...
Bu mübarek zat, Edirnede vefât etti ve bu şehirde Debbağlar Mahallesindeki mescidi ve dergâhının bulunduğu yerde defnedildi. Zamânının büyük velîsi Şeyh Hamîd-i Kayserînin (Somuncu Babanın), sohbetinde bulunup, ondan aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve feyz aldı. Yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Edirnede talebe yetiştirip, Allahü teâlânın yüce dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla meşgûl oldu.
Bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirnede abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirnenin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu... Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânîyi buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbağlar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.
Şücâeddîn Karamânî, vefatına az bir zaman kala, kendi mezarının duvarını, kendi eliyle kerpiçten yaptı. Her kerpici, yerine üç defâ İhlâs sûresi okuyarak koydu. Mezarını tamamladıktan kısa bir zaman sonra da vefat etti...

RÜYADA BİLE DAVET!..
Kânûnî Sultan Süleymân Hân, pâdişâhlığı zamânında Edirneye geldiğinde, bu mübarek zatın mescidini büyültüp câmi hâline getirdi. Oraya Kurân-ı kerîm okuyan hâfızlar, müezzin ve hatîb tâyin etti. O sırada dergâhında vazifeli olan Cerrahzâde Mustafa Çelebi, Şeyh Şücâeddîn hazretlerinin yaptığı duvarı yıktırmayıp, bereketlenmek için olduğu gibi bıraktırdı.
Şücâeddîn Karamânî, dergâhını ve mescidini büyütüp îmâr eden Müslüman olmayan mîmârın rüyâsına girip, onu İslâma dâvet etti. O da ertesi gün İslâmı kabûl edip, hidâyete kavuştu ve ismini Hidâyet olarak değiştirdi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Hindistanlı velî Şeyh Behrâm</label>
Şeyh Behrâm onyedinci asırda Hindistanda yetişen evliyânın büyüklerindendir. Şeyh-ul-meşâyıh olarak bilinir... 1647 senesinde Mirzâ Muzaffer, Beytûlî ve çevresini zabt etmesi için bir Hindûyu görevlendirip gönderdi. Dinsiz ve zâlim olan bu Hindû oraya gelince, kasaba halkı çok sıkıntı çekti. Müslümanlara yapmadığı zulüm ve işkence kalmadı... BİR SEYYİDİN DUASI...
Zalim Hindû, Beytûlî ve civârını istilâ edip, Şeyh Behrâmın türbesinin bulunduğu yeri dahî kendisine bağlamak istedi. Kasaba halkı ve ileri gelenleri, ne kadar mâni olmak istedilerse de fayda vermedi... O sırada Seyyidlerden biri, Şeyh Behrâmın nûrlu kabrine gidip, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etti. Henüz oradan ayrılmamıştı ki, türbenin dışından kulağına büyük bir gürültü geldi. O zât hemen dışarı koştu. Bir de ne görsün. O kâfirin atı yıkılmış ve iki ayağı da havada kalmıştı. Hayret edip nasıl olduğunu sordu. Orada bulunanlar dediler ki:
O zâlim, kibrinden ve gurûrundan kimseyi dinlemedi. Pâdişâhın malını sebepsiz yere niçin kalenderler yesin dedi ve zabt ettiği toprakları ölçen memura işâret etti. Kendisi de kızıp atını ileri sürdü. Birkaç adım gitmeden atı tökezleyip yere yıkıldı. O zâlim eyerden öyle bir sıçradı ki, ayakları havada asılı kaldı.
O sırada Seyyidin dilinden; Ey hazret, bu alçağı niçin havada durdurursunuz, niçin toprağa düşüp boynu kırılmaz? sözleri çıktı. O anda öyle bir düştü ki, orada bulunanlar toprağa çakıldı zannettiler... Adamları onu kaldırıp, Şeyh Behrâmın türbesine götürdüler. O seyyid de berâber idi. Kabre yaklaşınca şuuru biraz yerine gelip güçsüzlüğü ve aczi sebebiyle başını yere koydu ve adamlarına dedi ki: Ey insanlar beni buradan çabuk kaldırın. Siz görmüyorsunuz, fakat beni dövüyorlar. Çabuk, döve döve bu kâfiri dışarı atın diye emreden bir ses işitiyorum...

SONU ÇOK KÖTÜ OLDU!..
Adamları bunu duyunca, Hindûyu kaldırıp eve götürdüler. Bir divanın üzerine yatırdılar. Biraz sonra divan üzerinde duramayıp yere düştü ve divanın ayakları havaya geldi. Adamları divanı kaldırıp düzelttiler. Onu tekrar divana yasladılar. Tekrar düştü. Tekrar düzeltip oturtmak istediklerinde, öbür taraftan başı yere düşüp ayakları havada kaldı. Ne kadar uğraştılarsa da düzeltemediler. Bu şekilde can verdi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Müslim bin Avsece</label>
Hicrî 61 senesinin 10 Muharreminde (10 Ekim 680) cereyan eden elim bir hadise olan Kerbela vakası, İslam aleminde derin izler bıraktı. Ali (radıyallahü anh) hazretlerinin oğlu Hüseyin (radıyallahü anh) ve yakınları bu hadisede şehid edildiler. Hazret-i Hüseyinin başını, kızları ve kardeşleri ile hasta olan oğlu küçük Aliyi, Emevi kumandanı İbn-i Ziyada götürdüler. İbn-i Ziyad bunları Halife Yezide gönderdi. Şama varılıp da bu haber Yezide ulaştırılınca, Yezid ağlayarak şöyle dedi: Size, Hüseyini öldürmeden itaat ettirmenizi istemiştim. İbn Sümeyyeye Allah lanet etsin. Hüseyinle ben karşılaşsaydım, kendisini bağışlardım. Muhakkak ki validesi Fâtıma, Resûlullahın kızıdır ve benim anamdan daha üstündür. Dedesi de benim dedemden daha üstündür. İmanı olan kimse onun bu dünyada bir benzeri olduğunu düşünemez.

Sonra kadınların kendi evine alınmalarını emretti. Yezid ailesinden olan bütün kadınlar, teker teker gelerek acılarını paylaştılar. Daha sonra mal ve zînetlerinden ne kaybolmuşsa kendilerine bedelini ödediler. Yezid, bir ara Zeynelabidin Ali bin Hüseyini yanına getirtti, Medineye gitmeleri için gerekli hazırlığı yaptırdı ve orada herhangi bir ihtiyaçları olursa kendisine yazmalarını söyledi. Böylece İslâm tarihindeki bu elîm olay da arkasında silinmeyecek izler bırakarak kapanmış oldu.
İşte bu Kerbela hadisesi cereyan ederken, Hz. Hüseyinin ilk Esbabından olan Müslim bin Avsece, çarpışma sırasında vurulup yere düştü. Son nefesini vermek üzere idi ki, Hz. Hüseyin onun yanına geldi: Ey Müslim! Allahü Teala sana rahmet etsin! dedi ve Onlar, hiçbir suretle ahidlerini değiştirmediler. (Ahzab: 23) âyetini okudu.
Habîb bin Müzahir de, onun yakınında bulunuyordu. Müslim bin Avsece, Habîb bin Müzahire: Benim, sana vasiyyetim şudur deyip eliyle Hz. Hüseyine işaret ederek Vasiyyetim onun yanında, önünde ölmendir! dedi. Habib bin Müzahir Kabenin Rabbine and olsun ki öyle yapacağım dedi. O sırada Müslim bin Avsece, ruhunu teslim etti.
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri