Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Amr bin Vehb'in akıllı ve güzel kızı</label>
Eshab-ı kiramdan biri, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme geldi ve şöyle dedi: -Ya Resûlallah! Siyahlığım ve yüzümün sevimsizliği, cennete girmeme engel olur mu?Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz Hayır, olmaz buyurdu.
BEN, SOYLU BİRİYİM!..
Buna karşı o kimse şöyle dedi:
-Ya Resûlallah! Benî Selim kabilesindenim. Kavmimin içinde soylu biriyim. Dayılarımın siyahlığı bana ağır basmış...
Onun bu sözlerini dinleyen Resûlullah efendimiz bir müddet sükût buyurdular ve sonra:
- Sakif kabilesinden Amr bin Vehbin evine git. Kapısına yavaşça vur; selâm ver. İçeri girince şöyle söyle: Resûlullah kızınızı bana zevce olarak verdi.
Amr bin Vehbin güzellikten ve akıldan yana nasipli bir kızı vardı. O kimse gitti, kapıyı vurdu, selâm verdi. Arapça konuştuğunu görünce merhaba deyip kapıyı açtılar. Ama siyahlığını ve yüzünün sevimsizliğini görünce ondan hoşlanmadılar.
-Resûlullah efendimiz kızınızı bana zevce olarak verdi, deyince onu kötü bir şekilde reddettiler...
O kimse, oradan çıkınca, doğru Resûlullah efendimizin yanına geldi. O, gittikten sonra, kız, babasına şöyle dedi:
-Ey babacığım! Vahiy seni rüsvay etmeden bir kurtuluş yolu ara! Eğer Resûlullah efendimiz beni ona zevce olarak vermiş ise, Allahın ve resûlünün rıza gösterdiğine razıyım.
Babası hemen çıktı, peygamber efendimizin yanına geldi ve ona yakın bir yere oturdu. Resûl aleyhisselam onu görünce sordu:
-Sen misin, Allahın Resûlünü reddeden?
O da bu söze karşılık şöyle dedi:
-Yaptım; ama Allahtan bağışlanmamı istedim. O siyahî adamın yalan söylediğini sanmıştım. Eğer doğru ise, kızımızı ona zevce olarak veriyoruz. Allahı ve Allahın Resûlünü darıltmaktan Allaha sığınırız.

DÜNYALIK HİÇBİR ŞEYİM YOK!
Bunun üzerine dört yüz dirhem mehir ile nikâhı kıydılar. Resûlullah damada şöyle buyurdu:
-Hanımının yanına var; huzuruna gir!
-Ya Resûlallah! Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, dünyalık hiçbir şeyim yok. Kardeşlerime gidip bir şeyler istemem lâzım, deyince, Hazreti Osman ve Hazreti Ali ona hemen dörtyüz dirhem verdiler.
Damat, bunları aldıktan sonra pazara çıktı. Şen ve sevinçli idi. Hanımına bazı şeyler alıyordu. Bu arada bir ses duydu!..
Bu mübarek siyahî sahabe ne duydu ve bu nikâhın sonu nasıl neticelendi, o da yarına...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ziyad bin Samid ve Amr Sabit bin Rakş</label>
Ziyad bin Samid radıyallahü anh, Eshâb-ı kiramdandır. Ensarın gençlerinden idi. Babası, yaşı küçük diye Bedir Harbine katılmasına izin vermedi. Uhud Harbine katılmak için Peygamber Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) izin aldı. Savaş sırasında büyük kahramanlıklar gösterdi... CENNETTE BULUŞURUZUhud Muharebesinde küffarın saldırıları olanca şiddeti ile devam ediyor; müminler, canlarını dişlerine takmış ayakta kalmaya çalışıyorlar... Ziyad bin Samid hazretleri, Ensardan on dört genç ile Resulullah Efendimizin etrafında bir fedai mangası gibi, hatta fedai mangasından da öte hayatlarını peşinen Peygamberlerine bağışlamış olarak seyrine doyulmaz bir yiğitlikle dövüşüyorlar. Ne çare ki düşman, at ve zırh üstünlüğüne sahipken müminler yalın kılıçlı ve piyade... Kendileri ölüyorlar ama; düşmanı da öldürüyorlar.
Bu genç mücahidler, hiçbiri sırtından vurulmadan birer birer şehid oldu. Her biri, son nefesini verirken de ne kadar güzeldi; ne kahramandı. İşte son nefeste dedikleri:
Ya Resulallah! Bu canın ne kıymeti var ki yoluna feda edilmesin?.. Allahaısmarladık... İnşâallah Cennette buluşuruz...
***
Amr Sabit bin Rakş hazretleri de Eshab-ı kiramdandır. Ensar-ı kiram içinde en son imana gelenlerden idi. Uhud Harbinden önce imana geldi ve hemen harbe katıldı. Orada şehid düştü.
Amr Sabit bin Rakşın Müslüman olan akrabaları onun imân etmesi için ne kadar dil dökmüşlerse de, hiçbir netice alamamışlardı. Hidayet elbette Allahü teâlâdan. Müminler, Uhudda bir kere daha kendinden kat kat çok düşmana karşı var olma veya yok olma savaşı verirken, Amrın Medinede kalbi yumuşadı... Kendini ve olup bitenleri hesaba çekti. Bunun akabinde de Allaha ve Onun Resulüne iman etti. Hemen kılıcını kaparak cenk meydanına koştu. Birkaç müşrik öldürdü. Ancak kendisi de ağır bir darbe aldı. Yerde can çekişiyordu. Onu bu halde gören müminler sordular:
-Ya Amr sen niçin geldin?
Amrın cevabı işitenleri şaşırttı:
-Şehid olmak niyetiyle!.. dedi ve son nefesini verdi. Vaziyeti Allahın Resulüne haber verdiler. Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
-O, elbette Cennet ehlindendir!..
Üzerinden bir vakit bile namaz geçmemişti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
>Irak Valisi Ziyad bin Ebih</label>
Ziyad bin Ebih, Haccac bin Yusuf, Hâlid bin Abdullah Kasrî gibi her biri sert mizaçlı devlet adamları, Emevî tarihinin şekillenmesinde önemli roller oynamışlardır... Bugün sizlere, Hazreti Muaviyenin valilerinden Ziyad bin Ebihten bahsetmek istiyoruz... HAYIRLI BİR HİZMET...O dönemde İslam harflerinde nokta ve hareke yoktu. Vali Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kurânı yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebul Esved Dueliyi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac-ı Zalim, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Yamere harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren ise Halil bin Ahmettir... Bu sert tabiatlı idarecilerin böyle de hayırlı hizmetleri olmuştur...
***
Ziyad bin Ebih, Basra ve Kûfe (Irak) Valisi iken, Şamda bulunan halife Muaviye hazretlerine şöyle bir mektup yazdı:
Ben Irakı sol elimle zaptetmiş, orada hakimiyet kurmuş bulunuyorum. Sağ elim ise şimdi boşta. Onu da Hicaz ile meşgul etsem diyorum...
Bunun üzerine Muaviye radıyallahü anh, ona bir de Hicaz valiliği görevini verdi. Ancak Hicaz halkı bunu duyunca telaşlandılar. Çünkü Ziyad, çok sert bir idareciydi. İdaresi altındakiler kendisinden çok korkarlardı.
Hicazlılar, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden Abdullah bin Ömer radıyallahü anhın yanına giderek bu konudaki endişelerini bildirdiler. Abdullah bin Ömer hazretleri de, onları dinledikten sonra şöyle dua etti:
Allahım! Bizi Ziyadın şerrinden koru! Bizleri onun sağ elinden, Iraklıları da sol elinden kurtar!

PARMAĞINDA ÇIBAN ÇIKAR!..
O sırada henüz Kûfede bulunan Ziyadın sağ elinin bir parmağında çıban çıkar ve onu yatağa düşürür. Meşhur âlimlerden Kadı Şureyhi yanına çağıran Ziyad, onunla şöyle istişarede bulunur:
Gördüğün gibi parmağıma bir şey oldu. Bana bunun kesilmesi teklif edildi. Sen bana bir yol göster!..
Kadı Şureyh ona şöyle buyurdu:
Ecelinin yaklaşmış olmasından korkarım. Ecelin gelmişse kesik parmakla Allaha kavuşmuş olursun. Eğer ecelin gelmemişse kesik parmakla yaşarsın ve olsa olsa çocuğun durumu yadırgar...
Ziyad, bu sözlerden sonra parmağını kestirmekten vazgeçer, ancak bir müddet sonra da vefat eder...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük mutasavvıf Muhammed Huccetullah</label>
Muhammed Huccetullah, (Muhammed Nakşibend) Hindistanda yaşıyan evliyânın en büyüklerindendir. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Masûm hazretlerinin oğlu, yani İmâm-ı Rabbanî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunudur. 1034 (m. 1624) senesinde dedesinin vefât ettiği yıl doğdu... SULTANLARA NASİHAT EDERDİ!..
Bu mübarek zat babasından tefsîr, hadîs, fıkıh, bunun yanı sıra zamanın fen ilimlerini en mükemmel şekliyle öğrendi. Kalb ilimlerinde de yüksek marifet sâhibi oldu... Zamanın devlet reîslerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasîhat eder, uzak yerde olanlarına da mektuplar yazarak dînin emirlerini bildirirdi. Bu yazdığı mektuplar toplanmış iki cild olmuştur. Birinci cildde yüzyirmisekiz, ikinci cildde altmışsekiz mektup vardır. İki cild bir arada 1383 (m. 1963) senesinde Pakistanın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır...
Muhammed Huccetullah, tasavvufta Hullet ismi verilen pek yüksek makamların sâhibi idi. 1115 (m. 1703) senesinde Muharrem ayının yirmidokuzuncu gecesi vefât eyledi... Vefatına yakın şunları yazdı:
Ölüm yaklaştı. Kabir ve kıyâmet hâlleri görünmeye başladı. Bunun çâresi nedir? Onu zikretmeden, anmadan yaşamamalıdır. Sevdiklerimiz ve dostlar gittiler, toprağa karıştılar. Kendi hesapları ile baş başa kaldılar. Biz de gidiciyiz ve toprak altında iki heybetli meleğe cevap vermek zorundayız... Yolu bilmek, tanımak lâzımdır. Şimdi iş vaktidir. Yemek, içmek, yatmak zamanı değildir. O hâlde, ey basîret sâhipleri ibret alınız. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ölüyü defnedip, yakınları onu bırakıp dönünce, o elbette ayakkabılarının seslerini işitir. Sevdikleri onu toprak altında bırakır giderler. O bunu hisseder. Fakat yapacak bir şeyi yoktur...)

DÜNYAYA BİR DEFA GELİNİR!..
Heyhât, sonucunda herkesi ve her şeyi bırakıp gideceklerdir. O hâlde bugün niçin onlar bırakılmıyor ve Allahü teâlânın emirlerine dönülmüyor. Âyet-i kerîmede meâlen; Allah de, onları bırak (Enâm-91) buyuruldu. Bu ve şu bağlarını kesip atmalıdır. Hadîs-i şerîfte; Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir buyuruldu. Dünyâya iki defâ gelmek yoktur ki, birincisinde kaçırdıklarını ikincide telâfi eyleyesin!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Karamanoğlu Mehmed Bey</label>

Karamanoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra Niğde, Konya ve İçel çevresinde kurulan bir Türk beyliğidir. Mehmet Bey de bu beyliğin ikinci beyi Kerimüd-din Karamanın oğludur. Doğum tarihi belli olmayıp ölümü 1280dir. Mehmet Bey askerî ve idarî yönden bilgili bir devlet adamı idi... RESMÎ DİL TÜRKÇEDİR!..İdareciliği sırasında Türkçeyi resmî dil olarak ilan eden fermanını vererek; sadece siyasî ve askerî değil aynı zamanda kültürel bir zafer kazanmıştır...
Karamanoğlu Mehmed Bey, Osmanlıların fetret dönemi içinde bulundukları ve Çelebi Mehmed ile Musa Çelebinin Rumelide savaştıkları bir sırada Bursa üzerine yürümeye karar vermişti. Çünkü Türk dünyasını en iyi ben yönetirim diyordu...
1413 yılında, yanında Türkmen boyları olduğu halde önce Sivrihisar üzerine yürüyüp burayı zapt eden Mehmed Bey, daha sonra Bursa önüne gelip Bursa hisarını kuşatma altına alır. Otuz iki gün devam eden bu kuşatma sırasında hisarın subaşısı bulunan Hacı İvaz Paşa, Bursa halkının yardımı ile şiddetle mukavemet etmişti. Karamanoğlu da artık bir şey yapamayacağını anlamıştı... Bu sırada Musa Çelebinin tabutu, dedesi Murad Hüdavendigârın kabri yanına defnedilmek üzere Bursaya getirilir. Karamanoğlu, bundan haberdar olunca cenazenin düzme olma ihtimalini düşünerek bizzat kendisi kontrol etmek ister. Bu maksatla varıp kefeni açar ve cenazenin gerçekten Musa Çelebiye ait olduğunu görünce maneviyatı daha fazla bozulur. Bunun üzerine şehre bayağı bir zarar vererek Karamana geri döner. Fakat gelirken takib ettiği güzergâh tutulduğundan oradan dönmeye cesaret edemez ve Kirmasti (Mustafakemalpaşa) ve Isparta üzerinden Karaman iline gider.

ÖLÜSÜNDEN BÖYLE KAÇARSIN!..
Musa Çelebinin cenazesini görüp teşhis ettikten sonra devlet idaresinde tek başına kalan Çelebi Sultan Mehmed ile başa çıkamayacağını anlayınca, Bursa kuşatmasını kaldırıp süratle ülkesine dönerken Harman Danası denilen ve şişman olan nedimi, kaçmaktan yorulunca Karamanoğlu Mehmed Beye;
Beyim, Osmanoğlunun ölüsünden böyle kaçarsın, ya dirisi gelmiş olsaydı ne çare ederdin? deyiverir. Bu, onun son sözleri olur. Karamanoğlu, onu bulunduğu yerde bir ağaca astırarak cezalandırır...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kıraat ve fıkıh âlimi Abdurrahman Echûrî</label>
Abdurrahman Echûrî hazretleri, Maliki mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Mısırda Echur köyünde dünyaya geldi. Doğum tarihi belli değildir. İlk önce Kurân-ı kerimi ezberledi. Çok güzel okurdu. Daha sonra Kahirede birçok âlimden Kıraat ve Fıkıh dersleri aldı ve Maliki fıkhında Mısırın sayılı âlimlerinden oldu... KAHİRE MEDRESELERİNDE...Abdurrahman Echûrî hazretleri, Kahirede çeşitli medreselerde fıkıh dersleri vererek birçok talebe yetiştirdi. Maliki fıkhında yazdığı Şerh-i Muhtasar-ı Şeyh Halil kitabı meşhur oldu. Uzak yerlere giden kervanlar onun kitaplarını Mağrib ve Tekrura (Sudan) kadar götürdüler. Böylece eserleri çok yerlere yayıldı.
Bu mübarek zat, çok talebe yetiştirdi. En meşhur talebesi Abdülvehhâb-ı Şarânîdir. Bu talebesi öyle meşhur oldu ki; etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece onların da istifâde etmesini sağlar, Cehennemde yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Bu talebesinin merhameti çok fazlaydı. Abdülvehhâb-ı Şarânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı...
Abdurrahman Echûrînin bu kıymetli talebesi üç yüzden fazla eser vermiştir. Bunların en kıymetlisi dört mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı Mîzân-ül-Kübrâdır...

SON NEFESTE BİLE FIKIH...
Abdülvehhâb-ı Şarânî hazretleri diyor ki:
Hocam Abdurrahman Echûrî hazretlerinin ölüm hastalığında yanındaydım. Gücü kuvveti gitmiş, eliyle ağzına su götürmeye mecali kalmamıştı. O sırada bir şahıs, fıkhî bir mesele sormak için geldi. Beni oturtunuz dedi. Biz de onu oturtup, yaslanması için arkasına bir şeyler koyduk. O şahıs sualini yazıp uzattı.
Hastalığının çok şiddetli olmasına rağmen şuuru ve aklı yerindeydi. Sualin cevabını yazıp verdi ve sonra da Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa</label>
Ohrili Hüseyin Paşa, Sultan İkinci Osman Han (Genç Osman) döneminde sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır...On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından olan Ohrili Hüseyin Paşa, bir timarlı sipâhinin oğludur. Bostancı Ocağında yetişti. Bostancıbaşılık, Yeniçeri Ağalığı ve Rumeli Beylerbeyliği yaptı. Vezirlikle Dîvân-ı Hümâyûnda bulunurken Güzelce Ali Paşanın yerine 1621 senesinde Veziriâzam oldu.
Sultan İkinci Osman Hanın Lehistan Seferinde de bulunan Hüseyin Paşa, Hotin önündeki savaşta meşhur gâzilerden Karakaş Mehmed Paşanın düşmana hücumu esnâsında, ona yardım etmeyerek şehid düşmesine sebep olduğu iddiasıyla sadrazamlıktan azledildi... 2. DEFA VEZİRİÂZAMLIĞA GETİRİLDİ
İkinci Osman vakası sırasında Dilaver Paşanın Yeniçeriler tarafından öldürülmesi üzerine ikinci defa Veziriâzamlığa getirildi. Ancak isyan giderek büyüdü. Sultan Osman, Üsküdara geçip Bursaya gitmek istediyse de Hüseyin Paşa ile Bostanbaşı bunu uygun bulmadılar ve Pâdişâhın Ağa Kapısına gitmesini istediler...
Hüseyin Paşa Şehzâdebaşındaki Yeniçerileri iknâ ederek Sultan Osman Hanı Ağa Kapısına götürdü. Ancak Osman Han, Ağa Kapısından alınıp Orta Câmiye götürüldüğü esnâda Hüseyin Paşayı yakalayan âsiler derhal oracıkta öldürdüler. O ölüm anında;
Yoldaşlar, pâdişâhınız ocağınıza sığındı, mürüvvet sizindir, pâdişâhınızı bu hakârete lâyık görmeyin! diye yalvardı.
Sultan İkinci Osman Han Yeni Odalara getirildiği sırada yolda Hüseyin Paşanın cesedini görünce ağlayarak;
Bu mazlum bî-günâh idi. Her zaman bana kul hakkında iyilik söylerdi. Bunun sözünü dinleseydim başıma bu işler gelmezdi! demiştir.

YAHYA EFENDİ TÜRBESİNDE...
Ohrili Hüseyin Paşa, Beşiktaşta Yahyâ Efendi Türbesi mezarlığına defnedildi. Paşanın memleketi Ohride pekçok hayır eserleri mevcuttur. Ayrıca Çırağan Sarayının bulunduğu yerde bir mevlevîhâne yaptırmıştır... (Ohri, Makedonyanın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında bir şehirdir...)
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Hadîs ve fıkıh âlimi Bekkâr bin Kuteybe</label>

Bekkâr bin Kuteybe, Mısırda yaşamış olan evliyanın büyüklerindendir. Hadîs ve Hanefî fıkıh âlimi. Mısır kadısı idi. 182 (m. 798) yılında Basrada doğan Bekkâr bin Kuteybe, 884 (H. 270) senesinde Kahirede vefat etti. Cenazesine katılanlar o kadar kalabalıktı ki ertesi gün ikindi vaktine kadar zor defnedilebildi. İslam âlimleri, bu zatın Kurafe Kabristanındaki mezarı başında yapılan duaların kabul olduğunu bildirmektedirler... KIYMETLİ İLİM MECLİSLERİNDE...Bekkâr bin Kuteybe, İmâm-ı azam Ebû Hanîfenin talebelerinden İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Züferin herkese nasip olmayan kıymetli meclislerinde bulunmakla şereflenmiş, hâfızasını onlardan öğrendiği bilgilerle süslemiş olan Hilâl bin Yahyâyı Râzîderi fıkıh ilmini ve ilm-i şurûtu tahsil etti. Büyük hadîs âlimi Ebû Dâvûd Tayâlîsî ve Zeyd bin Hârûndan hadîs-i şerîf öğrenip, rivâyette bulundu.
Bu mübarek zat, her gün kendisini hesaba çeker, kendi kendine Yâ Bekkâr! Sana insanlar geldi. Onların hakkında hüküm verdin. Yarın sen, yaptıkların soruldukta ne cevap vereceksin? derdi.
Karşısına gelen davâcılara nasîhat eder, onlara; Fakat, Allahın ahdini (kitaplarındaki Peygamberlere îmân sözünü ve kendi yeminlerini birkaç paraya satan kimseler (var ya!) İşte onların âhirette hiçbir nasîbi yoktur. Allah onlara kelâmiyle hitâb etmeyecek ve kıyâmet günü onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve kendilerini temize çıkarmayacaktır. Onlar için çok acıklı bir azâb vardır meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin yetmiş yedinci âyet-i kerîmesini okur, arkasından ağlardı...

YİRMİ BEŞ SENE KÂDILIK YAPTI
246 (m. 860) yılında Mısıra kadı tayin edilen Bekkâr bin Kuteybe orada yirmi beş yıla yakın kadılık yaptı. Mısırdaki Abbasî valisi Ahmed bin Tülün, Onu siyâsete karıştırmak isteyince râzı olmadı. Onun istediği fetvayı vermeyince de hapse atıldı. Kâdılığı Muhammed bin Şazâna devretti. Fakat halk, hapishaneye gelerek Ondan hadîs okuyup, fetva almaya devam etti. Zindanda iken vefât etti...
Bekkâr bin Kuteybe, vefatından evvel buyurdu ki: Kötü ve beğenilmeyen şey, yüz karalığı ve mal noksanlığı değil, bir günahtan çıktıktan sonra, onun gibi veya daha büyük bir günaha girmektir. İyi ve beğenilen şey ise, her şeyi Allah rızası için yapmak ve her hata veya günahın hemen ardından pişmanlıkla tevbe etmektir.


]
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abbasi Halifesi Muntasır</label>
Abbasiler, Emevi hanedanından sonra iş başına geçerek İslam dünyasının halifeliğini elinde tutan hanedandır.Muhammed aleyhisselamın amcası hazreti Abbasın soyundan gelen Abbasiler, Emevi yönetimine karşı ayaklanarak 750de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Bu tarihten başlayarak Abbasiler 1258e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular...
İlk Abbasi halifesi Ebul-Abbas Seffah (750-754) idi. Biz bugün size onbirinci halife Muntasırdan bahsetmek istiyoruz... Mutasım hicretin 227sinde Samerrada ölünce yerine oğlu Vasık geçti. Nihayet hicretin 232sinde Samerrada öldü. Vasıktan sonra kardeşi Mütevekkil hilafete geçti. Fakat oğlu Muntasırın tahrikiyle ordusundan bir grup Türk onu veziri Feth bin Hakanla birlikte öldürüp Muntasırı halife ilan ettiler. Muntasır, Mütevekkilin öldürüldüğü günün gecesi hilafete geçti ve babasının bazı saraylarını yıkmalarını emretti.
Babasına karşı işlediği suç (askerle bir olup babasını öldürtmesi), onu vicdanen epey rahatsız etmişe benziyordu; zira kendisi babasının öldürülmesi olayını çok dile getirir ve asker hakkında Bunlar halife katilleridir derdi.
Muntasırın hilafet dönemi altı ay kadar kısa sürmüş, hicri 248 yılında vefat etmiştir. Ondan sonra amcası oğlu ve Mutasımın torunu Mustain hilafete geçti.
Askerler, Halife Muntasır Muhammedden, iki kardeşi Mutez ve İbrahimi veliahtlıktan azletmesini istediler. Tarihçiler Halife Muntasırı çok sabırlı, çaplı ve zeki olarak tanımlar. Buna rağmen o, askerlerin hem kendisine hem de halka yönelik baskısına dayanabilecek gibi değildi.

ALTI AY HALİFELİK YAPTI...
Nitekim askerler de Muntasırın kendilerinden rahatsız olmaya başladığını fark edince, zehirlemek yoluyla ondan kurtulmayı planladılar ve bu durum; Muntasırın altı aylık halifelik görevinden sonra 862 yılında ölümüyle sonuçlanmıştır.
Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine;
Bu o kadar önemli değil dediklerinde, o;
Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir dedi.


]
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Yular sahibi kadının oğlu</label>
Şamlı Ebu Kudame isimli bir mücahid, Mescid-i Nebevide oturmuş arkadaşlarına, başından geçen enteresan bir hadiseyi anlatıyordu. Gelin, biz de kulak verelim bu mücâhidin anlattıklarına: KOCAM ŞEHİD OLDU!..Rikka bölgesine gittiğim yıllardan birisinde silah taşımak için satın alabileceğim bir deve arıyordum. Bir gün bir yerde otururken bir kadın çıkageldi ve bana:
Ey Eba Kudame! Duyduğuma göre sen, insanları cihada teşvik ediyormuşsun. Allahü teâlâ bana başka kadınlara vermediği ölçüde saç verdi. Ben onları kestim ve ördüm, atlar için onlardan yular yaptım. Herhangi bir kimsenin dikkatini çekmemesi ve ona bakmaması için de onu toprağa, çamura buladım, rengini değiştirdim. Onu beraberinde alıp götürmeni arzu ettim. Cephede ihtiyaç duyarsan onu kullanırsın... Ben dul bir kadınım. Kocam ve ailemden birçokları Allah yolunda şehit oldular. Kocam öldüğü zaman geride; Kuran-ı kerîmi ezberlemiş, gecelerini namazla gündüzlerini ise oruçla geçiren on beş yaşında çok yakışıklı bir çocuk bıraktı. Allah yolunda cihad etmek üzere onu seninle göndereceğim. Arzu ettiğim sevaptan beni mahrum etmeyeceğini umarım.
Saçlarından örülmüş olan yuları ondan aldım ve eşyalarımın arasına koydum. Sonra oğlunu da yanıma alarak diğer mücahidlerle birlikte Rikkadan çıktık... Düşmanla harb edeceğimiz yere varıncaya kadar konaklamadan yolumuza devam ettik ve güneş batarken müşriklerin topraklarına vardık. Orada indik ve konakladık... Çocuğun uykusu bastırdı ve uyudu. Uykusu esnasında bir ara gülümsediğini gördüm. Uyandığında ona:
-Sevgili dostum! Uykunda bir ara seni gülümserken gördüm, dedim. Çocuk;
-Bir rüya gördüm, beni çok şaşırttı ve güldürdü... Kendimi, hurilerle dolu bahçe içerisindeki bir köşkte gördüm. Köşkün en üst kısmında yüzü güneş gibi pırıl pırıl parlayan bir cariye vardı. Eğer Allah gözlerimi korumasaydı gözlerim körelir, odaların ve cariyenin güzelliğinden dolayı da aklımı kaybederdim. Cariye beni gördüğünde;

BEN SANA AİDİM!..
-Merhaba, hoş geldin. Ey Allah dostu ve sevgilisi. Sen benimsin ben de sana aidim, dedi.
Onu bağrıma basmak istediğimde;
-Bekle, acele etme. Benimle senin arandaki buluşma yarın öğleden sonra olacaktır, dedi.
Ebu Kudame:
-Sevgili dostum, sen hayırlı bir rüya görmüşsün, dedim.
Bu enteresan hadisenin devamı yarına inşallah...


]
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Taşkesenli Gazi İbrahim Efendi</label>
İbrahim Efendi, Anadoluda yetişen velîlerdendir. 1855 (H.1272) senesinde Bingölde doğdu. Küçük yaşta tahsil hayatına başlayan İbrâhim Efendi, çeşitli medreselerde eğitim gördü. Amcasının oğlu Şeyh Ahmed Efendinin sohbetlerinde kemâle geldi. Hocası Ahmed Efendi ile Erzuruma gidip, Taşkesen köyüne yerleşti... ÇİLELİ YILLAR BAŞLIYOR...
İbrâhim Efendi 1914 Rus harbinde Kafkas cephesinde talebeleriyle birlikte savaştı. Sarıkamış yakınlarında harp esnâsında bir şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak Gâzi oldu. Birinci Dünyâ Harbi, Erzurumun işgâli, Ermeni zulmü ve Cumhuriyetin ilk yıllarında meşakkatli bir hayat sürmesine rağmen, talebe yetiştirmekten vazgeçmedi... 1926 senesinde tutuklanarak Elazığ İstiklâl Mahkemesi tarafından, İzmirde mecbûrî ikâmete tâbi tutuldu. Bir süre sonra da Manisanın Demirci ilçesine sürgün edildi...
Talebelerinden Şeyh Muhammed şöyle anlatır:
İzmirde iken bir gün Bitlisten bir telgraf aldım. Şeyh Abdurrahman Tâgînin âilesinin İzmire sürgün edildiği bildiriliyor, ikâmetleri için büyükçe bir ev tutulması isteniyordu. İzmirin yabancısı olduğumuz için şaşırıp kaldım. Sıkıntı ve moral bozukluğu içinde hocam İbrâhim Efendinin huzuruna gittim. Durumu anlattım. Hocam biraz düşündükten sonra bana dönerek; Rahat ol! Ev arama! Şeyh hazretlerinin âilesi İzmire gelmeyecek dedi. Ben rahatladım ve ev aramaktan vazgeçtim. Birkaç gün sonra aldığım telgrafta şeyhin âilesinin mecbûrî ikâmetinden vazgeçildiği, bu yüzden Nurşine geri döndüğü bildirildi...


BEN DE GELİRİM; ANCAK!..
Sevenlerinden Agit Bey şöyle anlatır:
Bir akşam bâzı sürgün arkadaşlarla birlikte İbrâhim Efendiyi ziyârete gittik. Hepimiz sıkıntılı ve geleceğimizin ne olacağı merâkı ve endişesi içinde sohbeti dinliyorduk. Bir süre sonra bizlere; Hiç üzülmeyin, yakında hepiniz evlerinize gideceksiniz. Çoluk çocuğunuzla refah içinde yaşıyacaksınız. Ben de geleceğim; ancak ne zaman ve nasıl geleceğimi söyleyemem dedi. Birkaç gün sonra vefât etti ve Demircide defnedildi... Bir süre sonra biz evlerimize gönderildik. Ben de gelirim sözünün mânâsını ancak yirmi yedi sene sonra naaşının nakli sırasında anladık...
İbrâhim Efendi 1927 (H.1346) senesinde Demircide vefât etti ve 1954 senesinde cenazesi Erzuruma nakledildi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Şeytanın son hamlesi!..</label>
Muteber kitaplarda bildirildiğine göre, şeytan, son nefesini vermek üzere olan herkese musallat oluyor. Vefat etmiş olanlardan en sevdiğinin kılığında geliyor ve son nefesini vermek üzere olan kimseye; Müslüman olarak ölmemesi için her telkinde bulunuyor!.. İMANI TAM OLANLAR KURTULUR!..Bir rivayet de şöyle: Bir kimse can çekişmeye başlayınca, son derece hararet bastırır, ciğeri yanar, boğazı kurur fakat su içemez. O zaman ağzına zemzem, yoksa su damlatmak lazımdır. Zira kişi bu haldeyken şeytan, elinde bir bardak serin su ile gelir, karşısında dikilir ve suyu ona gösterir. Onun şeytan olduğunu anlamayıp suyu içmek isterse şeytan;
-Bu âlem kendiliğinden yaratılmıştır, yaratıcısı yoktur, dersen bu suyu sana veririm, der.
Sonra ayak ucuna gider ve yine suyu gösterir;
-Peygamberler yalandır, dersen bu suyu sana veririm, der.
O kimse şeytanın bu tekliflerine kanıp da inkâr ederse son nefesinde imanından olur. İmanı tam olan müminler onun şeytan olduğunu anlar, yüzünü ondan çevirir. Hafaza melekleri de onu korur...
***
Allah adamlarından Zahid Ebû Zekeriyyâ hazretleri vefât edeceğinde, dostları başına toplandılar. Ona Kelime-i şehadeti söylemesi için telkinde bulundular. Fakat O;
Hayır deyip başını çevirdi. İkinci defa tekrar Kelime-i şehâdeti telkin ettiler. o yine;
Hayır! dedi. Dostları şaşkın olup, içlerinden bayılanlar oldu. Üçüncü defa yine Kelime-i şehadeti telkin ettiler, yine;
Hayır! dedi. Dostları üzüntüden perişan oldular...

ÖFKE İLE DÖNÜP GİTTİ!
Aradan biraz zaman geçince, Ebu Zekeriyyâ hazretleri biraz kendine gelip gözlerini açtığında;
Bana bir şey söylediniz mi? buyurdu. Oradaki dostları üzüntü ile, kendisine Kelime-i şehadeti telkin ettiklerini, her üçünde de; Hayır! cevabı verdiğini söyleyince, Ebu Zekeriyyâ hazretleri buyurdu ki:
Dostlarım! O zaman şeytan, elinde su dolu kadehi ile sağımdan geldi. Ben çok susamıştım.
İsa Allahın oğludur dersen veririm dedi. Ben de;
Hayır! dedim. Ayak tarafımdan geldi yine;
Hayır! dedim. Tekrar; Âlemlerin yaratıcısı yoktur, de! dedi. Ben de;
Hayır! dedim. Söylediğim Hayır! kelimeleri bu sebeptendir. Ben onun dediklerini yapmayınca, şeytan kadehi yere çaldı. Öfke ile dönüp gitti. Yoksa ben sizin telkin ettiğiniz Kelime-i şehadet için hayır demedim.
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri