Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Hasan-ı Basrî</label>

Hasan-ı Basrî hazretlerinin babası, Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbitin kölesi olan Cafer idi. Annesi de, Ümm-i Seleme radıyallahü anhâ vâlidemizin câriyesi idi. Hasan-ı Basrî, on beş, on altı yaşlarındayken âilesiyle birlikte Medîne-i münevvereden ayrılarak zamânın önemli ilim merkezlerinden olan Basraya gitti. Hz. Ali ile sohbet etti
Babasının memleketi olan Basraya yerleştikten sonra Abdullah bin Abbâs, Enes bin Mâlik, Abdurrahmân bin Semûre, Semûre bin Cündeb, İyâd bin Himâr, Makıl bin Yesâr ve Esved bin Serî radıyallahü anhüm gibi sahâbilerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Ayrıca, Hazreti Ali ile de sohbet ettiği bildirilmiştir. Bu mübarek zat, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerinde yüksek ilim sâhibi idi.
Abdurrahmân bin Semûre komutasındaki orduyla Sicistana giden Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh, ilmî çalışmalarının yanında fetih ordularına da katıldı. Yine İbn-i Ziyâd, Horasana vâli olunca onunla birlikte Horasana gitti. On sene kadar süren faâliyetleri sırasında birçok sahâbî ile görüştü. Onlardan ilim öğrendi ve rivâyetlerde bulundu. Daha sonra Basraya dönüp orada bulunan sahâbîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden ders almaya devâm etti. Böylece Eshâb-ı kirâmın Peygamberimizden naklen bildirdiği îtikâd, îmân, zâhir ilimlerini iyice öğrendi ve yetişti.
Vefât etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı. Sonra da;
Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız buyurdu.


Bir cuma gecesi...
Normal fasîh ve beliğ konuşma melekesini kaybetti. 728 (H. 110) senesi Receb ayının evvelinde bir cuma gecesi Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Rûhunu teslim ettiği anda seksen sekiz yaşındaydı. Cenâzesini talebelerinden Eyyûb ile Humeydüt-Tavîl yıkadılar. Cuma namazından sonra cenâze namazı kılındı. Bütün Basra halkı onun cenâzesinde bulundu. Onun cenâzesinde meşgûl olmaları sebebiyle o gün ikindi namazı câmide cemâatle kılınamadı. Sâlihiyye denilen yerde defnedildi. Kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Hallâc-ı Mensûr</label>

Hallâc-ı Mensûr, Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerdendir. Asıl adı Hüseyin bin Mensûrdur. 858 yılında İranın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. Sekr halinde iken (kendinden geçme) gördüklerini dine aykırı kelimelerle söylediği için 919 yılında şehîd edildi... Alî Râmitenî hazretleri, (Hüseyin Mensûr zamânında, hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânînin oğullarından biri bulunsaydı, Mensûr idâm edilmezdi.) Hâcenin manevî oğullarından biri bulunsaydı, Hüseyin Mensûru terbiye ederek, o makâmdan geçirirdi, buyurmuştur.
Üzülme, işini hallederiz
Hüseyin bin Mensûra Hallâc denilmesine bir kerameti sebeb olmuştur. Bir gün o, bir dostu olan bir hallâcın (pamuk işiyle uğraşan) dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun aracı olmasını ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde;
-Ey Hüseyin, gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum, diye söylendi.
Hüseyin bin Mensûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve;
-Üzülme, sen bizim işimizi hallettin biz de senin işini hallederiz, dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz işlenmemiş olan pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı.
Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mensûr diye anıldı...
Hallâc-ı Mansûr şehit edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda;
-Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti, cevâbını verdi.


Sen bu kullarını affet!
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine;
-Nefsini, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder, buyurdu.
Kendisine idam cezası verenler için;
Allahım, bana senin için bu cezayı verenlere rahmet et! Bunu, dinin emrini yerine getirmek için yapıyorlar! Sen bu kullarını affet! diye dua etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
İmâm-ı Gazâlî</label>

Çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed Gazâlî, fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra Cürcâna giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilîden ders aldı. Üç sene kadar Cürcânda ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olanTûsa dönmek üzere yola çıktı. Memleketinde bulunduğu üç sene içinde âlim zâtların derslerine ve ilim meclislerine devâm etti. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen İmam-ı Gazali hazretleri Hüccetül-İslam adıyla meşhurdur. Nişâbûrdan Bağdâda...
Zaman zaman büyük velî Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra zamânının büyük ilim ve kültür merkezi olan Nişâbura gitti. Nişâbûrda tahsîlini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâm-ül-Mülkün dâveti üzerine Bağdâda gitti.
Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlînin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçukluların büyük vezîri Nizâm-ül-Mülk, onu Nizâmiye Medresesi (Üniversite)nin Başmüderrisliğine, şimdiki tâbiriyle Rektörlüğüne tâyin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti.
Müctehid idi. İctihâdı, Şâfiî mezhebine uygun oldu. O kadar çok kitâb yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. Hacca gidip gelince, Şâmda profesörlük yaptı. Sonra Nişâpûrda profesörlüğü zorla kabûl etti. Kitâbları çok kıymetlidir.


Kefenini giydi ve...
Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kurân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu:
Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdülfettâh-ı Bağdâdî</label>

Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin emriyle Bağdâddan İstanbula gelip senelerce insanlara hak yolu anlattı... 1865 senesinde vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdarda Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed Mezarlığına çıkan yol ile Selimiye-Bağlarbaşı Caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhülislâm Arif Hikmet Beyin kabristanındadır...Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi, asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu...
Çok sabırlı idi...
Abdülfettâh Efendi, dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım diye üzülürdü.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdîyi İstanbula gönderdi. O mübarek de, İstanbulun Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nuhkuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler yanına akın ettiler. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. Herkes, kapasitesi oranında ondan istifade etti...


Herkesle vedâlaştı...
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve kendisinden otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 senesinde talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Son sözleri Bana Kurân-ı kerîmden okuyun oldu. Muharremin on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Yasin-i şerîfi dinleyerek son nefesini verdi...


Âlimler bildirdiler ki...
Bütün âlimler ve velîler sözbirliği ile bildirdiler ki, (Eyüpte medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm hâriç) İstanbulun en yüksek üç velîsinden biri Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Diğer ikisi ise; Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrekteki Mehmed Emîn Tokâdîdir...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Merkez Efendi"</label>

Muslihuddîn Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssüûd Efendinin hürmet ve muhabbetini kazandı... Tahsil ettiği muhtelif ilimler arasında tıp ilmini dahi merak ederek kendi zamanındaki gelişme nispetinde tıbbi tedavi ilimleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Kendine has metotla, 41 çeşit baharattan Mesir macunu adını verdiği bir terkip yaparak hastaları tedavi etmiştir... Bir gördü pir gördü!..Muslihuddîn Mûsâ Efendi, bir gün, Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Onu bir gördü pir gördü... O günden sonra her gün Sünbül Sinânın dergâhına gelip, ondan ders almağa başladı. Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri kat etti. Ona Merkez Efendi ismini de hocası Sünbül Sinân hazretleri verdi. Çok sevdiği kızı Rahime Hâtunu, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiyle evlendirdi.
Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayır ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. Merkez Efendi, ibadet hususunda çok titizdi. Namazlarını cemaatle kılmaya azami gayret sarfederdi. Hep Namazlarınızı cemaatle kılmaya gayret edin buyururdu.
Bu Allah adamı, 1551 (H.959) senesi Rebîul-âhir ayının on yedisine rastlayan perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti... Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssüûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssüûd Efendi cenâze namazını kıldırdı ve;
-Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük, buyurdu. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı.


Şefâatine kavuşmak aşkıyla...
Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyla tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bazen kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssüûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kuss bin Saide</label>

Arapların büyük hatiplerinden ve yaşı bir asrı geçmiş olan bir kimse vardı... Adı, Kuss bin Saide idi... Bu zat bir gün Suk-ı Ukaz denilen yerde, imanından aldığı güçle insanlara hitap ederek, onlara imanın hakikatlerinden bir demet sunuyordu... Kuss bin Saide, gökten, yerden, denizlerden, yıldızlardan bahsediyor, arkasından ölüm gerçeğine dikkati çekiyor ve bütün bunların boşu boşuna olmadığını, merakla etrafında toplananlara anlatıyordu... Risalet Güneşinin parıltısı...
Kuss bin Saide, sanki Kurânın hakikatlerini etrafına vaaz etmekteydi. Söylediklerinin teki bile İlahî mesajlara ters düşmemekte olup, adeta yakın gelecekte ortaya çıkacak Risalet Güneşinin parıltısından bir demet sunuyordu etrafa. Söyledikleriyle imansızlığın kararttığı ortalığı aydınlatmaya çalışmaktaydı sanki.
Kuss bin Saide, beliğ ifadelerinin bir yerinde, yakında gelecek Allahın peygamberini de müjdeliyor, gölgesinin başlarının üzerinde olduğunu söylüyordu. Şüphesiz, eğer bu zat, gönderilecek olan peygamberin o anda kendisini dinleyenler arasında olacağını bilseydi, durum daha başka bir hal alırdı. Kuss, o zaman hayatının en huzurlu gününü yaşamış olurdu. O zaman İslâmla ilk müşerref olanların içinde onun da ismi zikredilirdi. Ancak Kuss bin Saide, bu hitabesiyle İslâm tarihinin ibretli sahifeleri arasında yerini almıştı. Allahın yüce Resûlü, daha sonra bu zat için, Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününde Kuss bin Saideyi ayrı bir ümmet olarak haşreder ifadelerini kullanarak, onun küçümsenmesi mümkün olmayan derecesini nazarlara vermiştir


Ben de öleceğim!
Kus bin Sâidenin, Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz Panayırındaki meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir:
Her şey fânîdir (geçicidir)/ Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır/ Birdir, ortağı ve benzeri yoktur/ İbâdet edilecek ancak Odur/ Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak inandım ki, herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim)...
İşte bu şiirini söyledikten kısa bir zaman sonra da vefat etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Safâtır</label>

Muhammed aleyhisselam, Bizans İmparatoru Herakliusu İslâma davet için bir mektûb yazdırdı ve çok iyi Rumca bilen Dıhye-i Kelbi (radıyallahü anh) ile gönderdi. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullah efendimizin mektubunu okumaya başladı:Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammedden, Rumların büyüğü Herakle... diye başlandığını görünce Heraklius, müşaviri olan Üsküfü çağırttı. Mektub onun yanında okundu. Mektubun devamı şöyleydi:
Seni İslâma davet ederim
Allahü teâlânın hidâyetine tâbi olana selâm olsun. Bundan sonra; Ben seni İslâma davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hristiyanların vebali senin üzerinedir...
Mektub bitince Heraklius, Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün? diye sorunca Üsküf, Ona tâbi olmanı uygun görürüm dedi.
Heraklius, daha sonra Hz. Dıhyeyi yanına çağırıp baş başa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:
-Ben biliyorum ki, seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler, ona göndereyim. Bütün Hristiyanlar ona tâbidir. Eğer o îmân ederse, hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum.


Döverek şehîd ettiler...
Heraklius Hz. Dıhyeyi Safâtıra gönderdi. Safâtır, Peygamberimizin vasıflarını işitince, Hz. Musanın ve Hz. İsânın geleceğini haber verdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi olmadığını söyledi ve îmân etti. Üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi ve eline asasını alıp kiliseye geldi. O beldedeki Hristiyanları topladı. Ayağa kalkıp:
-Ey Nasârâ, biliniz ki, bize Ahmedden (aleyhisselam) mektûb geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki; O Allahü teâlânın hak resûlüdür dedi.
Hristiyanlar bunu işitince hepsi Safâtırın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdülkâdir-i Geylânî</label>

Abdülkâdir-i Geylânî, evliyânın büyüklerindendir. İranın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Hem seyyid, hem şerîftir. (Hazret-i Hüseyinin evladına seyyid, hazret-i Hasanınkine şerîf denir.) Gavs-ül-azam Abdülkâdir Geylânî hazretleri 1166 (H.561)da Bağdadda vefât etti. Türbesi Bağdaddadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır... Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki:
-Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!
Allahümme refîkal alâ
Yine buyurdu ki: Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!
Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:
-Gavs-ül-azam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; ... Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz! buyurdu.
Vefât ederken iki defâ; Allahümme refîkal alâ deyip; Size geliyorum, size geliyorum buyurdu. Tekrar buyurdu ki: Durun! Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim buyurdu.
Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr;
-Babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince;
-Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir, buyurdu.
Oğlu Şeyh Abdülazîz;
-Hastalığınız nasıldır? diye sorunca;
-Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab Ondadır, Ona yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur, buyurdu.


Kıyâmete kadar...
Daha sonra; Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehtir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah! Sonra da; Allah, Allah, Allah... deyip sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.
Kıyâmete kadar, her velîye feyzler Abdülkâdir-i Geylânî vasıtasıyla geleceği için kendisine Gavs-ül-azam; En büyük Gavs denildi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Seyyidet Nefîse</label>

Dünyâya düşkün olmaması, haramlardan çok sakınması, kerem ve cömertliği ile meşhûr hanım velîlerden. İsmi, Nefîse binti Hasan olup, hazret-i Alinin dördüncü göbekte torunudur. Tâhire ve Kerîmet-üt-dâreyn lakabları vardır. 762 (H.145) senesinde Mekke-i mükerremede doğdu. Annesi, Lübâne binti Abdullah bin Abbâs bin Abdülmuttalibdir. 823 (H.208)de Kâhirede vefât etti... Mısır için büyük nimet
İslâm âlimleri, Seyyidet Nefîse hazretlerinin; zamânından günümüze kadar Mısırda bulunanlar ve bütün müminler için bereket olduğunu buyurmuşlardır. Kendini, günahı çok ve duâ etmeğe yüzü yok bilerek, Hastam iyi olursa veya şu işim hâsıl olursa, sevâbı Seyyidet Nefîse hazretlerine olmak üzere, Allah rızâsı için üç Yâsîn okumak veya bir koyun kesmek nezrim, adağım olsun deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecrübe edilmiştir. Burada, Allahü teâlânın rızâsı için Kurân-ı kerîm okunup veya koyun kesip, sevâbı hazret-i Seyyidet Nefîseye bağışlanmakta, onun şefâati ile, Allahü teâlâ hastaya şifâ vermekte, kazâyı, belâyı gidermekte, duâyı kabûl etmektedir.
İmâm-ı Şâfiî ve devrindeki başka âlimler, onun ilminden istifâde ederlerdi...
Evinin önünde, kendisi için bir kabir kazmıştı. Kabre iner, orada namaz kılardı. Bu yerde altı bin hatim okumuştu. Vefâtı yaklaştığı sırada oruçlu idi. Hastalığı ağırlaşınca kendisine, orucunu bozabileceklerini söylediklerinde, onlara;
-Siz ne diyorsunuz? Ben otuz senedir oruçlu olarak vefât etmem için duâ ediyorum, buyurdu.
Enâm sûresini okumaya başladı. Düşünen ve hakkı kabûl edenlere, Rableri katında Cennet vardır. (Enâm sûresi:127) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince vefât etti...


Tasarrufu en fazla olan...
Kocası cenâzesini Medîneye götürmek istedi ise de, halk çok ısrâr edip onu vazgeçirmeye çalıştı. Nitekim rüyâda Peygamber efendimizi görüp, kendisine; Mısırlıları kırma. Nefîsenin bereketi ile oranın halkına rahmet iner buyurunca, cenâzeyi nakletmekten vazgeçti...
Cenâzesi çok kalabalık oldu. Şehirli-köylü, büyük-küçük toplanıp ağladılar ve kendi eliyle kazdığı kabrine defnettiler. Derb-üs-Sibâ denilen yerde medfundur. Kabri üzerinde bir nûr ve heybet vardır. Her taraftan ziyâretine gelinir.
İmâm-ı Şarânî hazretleri, Ehl-i beyt içinde tasarrufu en fazla olanı, Seyyidet Nefîsedir buyurmuştur.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Fudayl bin Iyâd</label>

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin Iyâd hazretleri, önceleri Merv ve Ebyurd şehirleri arasında eşkıyâlık yapardı. Sahranın tenha bir yerinde çadırını kurar, eşkıyâ reisi olduğu için kendisi içerde otururdu. Ancak bir hadiseden sonra hem kendisine hem de beraberindekilere tövbe etmek nasip oldu. Aldığı malları fazlasıyla sahiplerine geri verdi. Herkes ile helâllaştı. Samimi tövbesi onu, Allahın sevgili kulları arasına soktu... Kâbe yollarında...
Fudayl bin Iyâd hazretleri, hanımı ile birlikte hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ, yolculuklarını kolaylaştırdı. Kâbede bâzı âlim ve velîlerle görüştü. Kûfede İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim ve edeb öğrendi. Kuvvetli hâfızası vardı. Kısa zamanda çok sayıda hadîs-i şerîf ezberledi ve hadîs ilminde mütehassıs oldu. Evliyânın büyükleri arasına girip, şöhreti her tarafa yayıldı. Hikmetli söz ve nasihatlarıyla çok talebe yetiştirdi. Abdullah ibni Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Sırrî-yi Sekatî talebelerinin önde gelenlerindendir...
Mübarek, ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: Âh uzun yolculuk ve âh az azık dedi.
Fudayl bin İyâd hazretlerinin iki kızı vardı. Vefâtı yaklaşınca hanımına şöyle vasiyet etti:
-Vefâtımdan sonra iki kızımı al ve Ebû Kubeys Dağına çık. Ellerini açarak şöyle niyazda bulun: Yâ Rabbî! Fudayl bana vasiyetinde dedi ki: Ben hayatta iken bu iki emânete gücümün yettiği kadar baktım. Ama ben ölüp de kabre girdikten sonra bu emânetleri sana iâde ettim.
Fudayl bin İyâd hazretleri vefât edip defin işleri tamamlandıktan sonra, hanımı vasiyeti yerine getirmek üzere bildirilen yere kızlarını götürdü ve bildirdiği gibi duâ edip çok ağladı. Bu sırada Yemen Hükümdârı, yanında iki delikanlı oğlu ile beraber oradan geçiyordu. Hanımların ağlayıp sızladıklarını görünce, yanlarına gidip;


Yemene gittiler...
-Bu hal nedir! diye sordu. Hanım hâdiseyi anlatınca, Yemen Hükümdârı dedi ki:
-Bu kızları, her biri için bin altın mehir ile oğullarıma nikâhlamak istiyorum?
Fudayl bin İyâdın hanımı;
-Râzıyım, dedi. Kızların ve oğulların da rızâsı alındı. Hep berâber Yemene gittiler. İleri gelenler toplandı ve nikâhları kıyıldı, düğün yapıldı. Böylece, mübareğin bir kerameti de vefatından sonra açığa çıkmış oldu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Molla Câmî</label>

Abdurrahman bin Nizameddin Ahmed Nureddin-i Câmî, Şeyh-ul-İslam idi. Âlim, veliy-yi kâmil idi. 1414te, İranda Câm kasabasında doğup, 1492de Afganistanın Herat şehrinde vefat etti. İmam-ı Muhammed Şeybani hazretlerinin soyundandır. Beş yaşında iken Muhammed Parisa hazretlerinin huzuruna götürülüp teveccühüne mazhar oldu. Ubeydullah hazretlerine yazdığı mektuplardan ikisi Reşehatta mevcuttur... Konyaya geldi, ancak!..
Molla Câmî, Mevlana Sadüddini Kaşgariden feyiz alarak kemale geldi ve irşada mezun oldu. (Sadüddin hazretleri, Nizameddini Hamuşun halifesidir. Nizamüddini Hamuş hazretleri, Alaüddin-i Attar hazretlerinin halifelerinin en üstünü idi...)
Molla Câmî hazretleri çok kitap yazdı. (Şevahid-ün-nübüvve kitabı, Mahmud bin Osman Lamii ve Ehi-zade Abdulhâlim tarafından, Farsçadan Türkçeye tercüme edilmiş ve Farisisi ve Türkçe tercümesi Hakikat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.) Fatih Sultan Mehmed Han, kendisini İstanbula davet etti. Konyaya kadar geldi. Fatihin vefatını haber alarak geri döndü.
Molla Câmî, şöhretten kaçan bir zat idi. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi otururdu. Öyle bir zekâsı vardı ki bir defâ okuduğu kitabı hiç unutmazdı.
Mübarek, Ehl-i Beyte ve Eshâb-ı kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarfedenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu.
Bir gün buyurdu ki: Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır.
Molla Câmî hazretleri Vârislerime, ehlime (âileme) vasiyetimdir diyerek şu ibretli sözleri yazmıştır:


Kimsede hakkım yoktur
Dostların sözlerine râzı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rızâ gösterip, mücâdele ve mühâsama etmeyeler (çekişmeyeler). Herkes biliyor ki, dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Allahü teâlâyı zikre, anıp, hatırlamaya çok gayret edip, çalışalar. Çünkü, bütün saâdetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyâmete kadar hakkımı helâl ettim. Kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve insanlık, kerem, cömertlik, asâlet ve yardım odur ki, tanıyan ve tanımayan dostlar ve başkaları dahi âhiret hakkını helâl ve hayır duâdan unutmayıp, hayır ile iyilikle şehâdet edeler. Vesselâm.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Sokollu Mehmet Paşa</label>

Sokollu (Sokullu) Mehmet Paşa, Kanuni Sultan Süleyman Hanın Veziriazamıdır. Ondan sonra da II. Selim Hana Sadrazam oldu ve devlet idaresini tamamiyle eline aldı. Birçok seferlere Serdar-ı ekrem olarak katıldı ve hepsinde muzaffer oldu... Sultan II. Selim Hanın vefatından sonra tahta çıkan III. Murad devrinde de Sadrazam olarak hizmete devam eden Sokollunun, başarılarından dolayı çekemeyenleri de çoktu. Devamlı olarak aleyhinde entrikalar çeviriyorlardı. Bütün bunlara rağmen o;
-Devlet-i aliyyeyi nâehillere bırakmayacağız, diyordu...
Bana da şehitlik nasip eyle!
Sokollu tarihe de meraklıydı. Osmanlı tarihinin ilk devirlerine ait menkıbeleri devamlı okurdu... Bir gece, Kosova Muharebesini ve Sultan I. Murad Hanın şehadetini okuyordu. Okudukça ağladı ve; Ya Rabbi, Sultan Murad gibi bana da şehitlik nasip eyle! diye dua ettti...
1579 yılı Ekim ayının 12. Pazartesi günü idi. Sokollu Mehmed Paşa, sabah erkenden Divana geldi. Başvuranların işlerini yoluna koymuş, kendisine dostluk göstermeyen bazı vezirlerden bile iltifatını esirgememişti.
Divanda meşgul iken, içeri garip tavırlı bir adam girdi.
-Ne istersiniz?
-Şikayetçiyim, maruzatım var devletlum.
Sokollu güldü. Bu divanenin ne maruzatı olabilirdi. Herhalde fazla akçe koparmak istiyordu.
-Söyle bakalım, maruzatın ne imiş?
Adam elini cebine soktu. Fakat istida yerine, koltuğunun altında sakladığı hançeri çıkardı ve Sokollunun kalbine sapladı.


İş işten geçmişti...
Çavuşlar bir an şaşkınlık geçirdiler, sonra adamı tutmak için üzerine yürüdüler. Fakat iş işten geçmişti. Sokollunun yarasından oluk gibi kan akıyordu. Hekimlere haber salındı, Divan telaş içindeydi. Vezirler ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
-Tez Padişahımıza arz edin, sahib-i sadaret fenadır, diye bağırıyor, Başdefterdar Lâlezar Mehmet Efendi;
Yâ Rabbi, bu kuluna şifa ver diye ağlıyordu. Sokollu ise;
Yâ Rabbi, bana da Sultan Murad gibi şehadet nasib eyle! diye dua ediyordu.
Tabipler, akşama kadar onun yarasını tedavi etmek için uğraştılar, fakat akşam ezanı okunurken Sokollu, çok arzu ettiği şehadet mertebesine kavuştu...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri