Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdülhâlık Goncdüvânî</label>

Malatyalı Abdülcemîl hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine:-Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın, buyurdu.
Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu...


Zamânının bir tânesi oldu...
Abdülhâlık da babası gibi Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi... Bir gün Hızır aleyhisselâm Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretmenin yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin! diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.
Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Böylece sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.
Bu mübarek zat, hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı. Zamânının bir tânesi oldu...


Nûr çeşmesinin başı...
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu. 1180 (H.575) yılında Goncdüvânda vefât etti. Vefâtından evvel şu şiiri söyledi:
Dosta mübâreğim ve düşmana musîbetim/Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim/Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir/Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Yahudi pehlivanı "Merhab"ın sonu</label>

İslam askeri Hayber önlerine gelmişti... Bu arada Hazreti Alinin gözleri ağrıyordu. Resûlullah efendimiz okudu ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hazreti Alinin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı... Yahudilerin, Merhab adında yenilmez bir pehlivanları vardı. Nara atarak, mücahitlere şöyle seslendi:
-Hayber halkı iyi bilir ki, ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhabımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir!.. Anam bana Haydar der!
Merhab, böyle bağırdıktan sonra, teke tek çarpışmak için Müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hazreti Ali;
-Ben oyum ki; anam bana Haydar, yani Arslan adını takmıştır! Ben, ormanların heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir, diye şiir söyleyerek Merhabın karşısına korkusuzca dikildi.
Bu şiir Merhaba o gece gördüğü rüyâyı hatırlattı. Çünkü Merhab o gece rüyâsında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü...
Ve, Hazreti Ali ile Merhab karşı karşıya geldiler. Hazreti Ali öyle bir kılıç indirdi ki, Merhabın siperlendiği kalkanı ve demirden miğferi de keserek başını ikiye ayırdı. Merhabın başına inen Zülfikâr öyle bir ses çıkardı ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme;
-Merhabın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim, demiştir.
Hazreti Ali, o gün Yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini saf dışı bırakmıştır...
İkili çarpışmalardan sonra Haybere hücum edilmiş ve Hazreti Ali, kale kapısını koparıp, kalkan olarak kullanmıştır. Hayberin fethinden sonra Hz. Aliye Peygamber efendimiz buyurdu ki:


Şükür secdesine kapandı...
-Yâ Ali, eğer halk, İsâya söylediklerini söylemeyecek olsalardı, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zaman herkes, bereketlenmek için, ayağının tozunu alır, abdest suyunu şifâ için hastalarına verirlerdi. Seni şehid ederler. Ahirette havzımın üzerinde halîfemsin. Cennete en önce sen girersin. Seni sevenler nurdan minberler üzerinde olur...
Bu müjdeyi duyan Hazreti Ali, şükür secdesine kapandı
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Gavs-ül-a'zam" Abdülkâdir Geylânî</label>

Abdülkâdir Geylânî hazretleri, 1078 (H.471)de İranın Geylân şehrinde doğdu, 1166 (H.561)da Bağdadda vefât etti. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdosttur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennânın oğlu Abdullahın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîftir. Yüksek dereceye kavuştu...Abdülkâdir Geylânî hazretleri, Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. İlim için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi...
Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyizler, mânevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve Oniki İmâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyizler hep Oniki İmâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, Oniki İmâmdan gelen feyizler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiçbir velî bu makâma ulaşamadı. Kıyâmete kadar, her velîye feyizler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine Gavs-ül-azam=En büyük Gavs denildi. Yalnız İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta onun vekîlidir.


Bedeniniz acı duyuyor mu?
Vefat edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında Allah ile beraberim. Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara ebedi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!
Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; Babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince; Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allah iledir buyurdu.
Daha sonra; Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allah, her ayıp ve kusurdan münezzehtir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah! Sonra da; Allah, Allah, Allah!.. deyip sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek ruhunu teslim eyledi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Altıncı İmam" Câfer-i Sâdık</label>

Hazret-i Alinin torununun torunu olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Tâbiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerinden olup, tasavvufta büyük rehberlerden olan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen Nakşibendiyye yolu âlimlerinin dördüncüsüdür... İsmi Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib, künyesi Ebû Abdullahdır. Tâhir, Fâdıl gibi lakabları da vardır. En meşhûr lakabı, Sâdıktır. İmâm-ı azâmın hocasıdır...Câfer-i Sâdık hazretleri 702 (H.83) senesinin Rebîul-evvel ayının on yedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. 765 (H.148) senesinde orada vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâkîde olup, babası ve dedesinin yanındadır.
İmâmlığı, yâni tasavvufta, Kurân-ı kerîmin mânevî hükümlerini kalblere yerleştirme vazîfesi, feyz vermesi otuz dört sene sürmüştür.
İmâm-ı Câfer, ilmi, Oniki İmâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkırdan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamânında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyânın babası kabul edilen Câbir de, Câfer-i Sâdıkın talebesidir. En meşhûr talebesi, Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı azâm Ebû Hanife Numan bin Sâbittir.


İnsanların ayıplarını görme!
Câfer-i Sâdık hazretleri, Hazret-i Aliye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshak, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbâs ve Alidir. Evlâtlarının hepsi zamânının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler.
Vefatı esnasında buyurdu ki:
Ey oğlum! Arkadaşlık yaptığın, ziyaretine gittiğin kimse iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâklı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme. Çünkü onlar suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar... İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kâ'b bin Eşref</label>

Şair Kâb bin Eşref, Mekkeye giderek müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder Bedirde öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medinede ise, Müslümanların kızlarına ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu. Bu adamın mutlaka yok edilmesi gerekiyordu!.. Beş mücahid yola koyuldu...Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları Sultan bin Selâme, Abbad bin Bişr, Haris bin Evs, Ebu Abes bin Cebr, bu işin halledilmesini üzerlerine aldılar... Bu beş mücahid, Kâbı öldürmek için Resûlullahın duasını alarak yola çıktılar... O İslam düşmanının bulunduğu kale önüne geldiler... Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları, aralarında bir plân hazırladılar. Plana göre güya Resûlullahı kötüleyip ona karşı kendilerine yardımcı olmasını isteyeceklerdi. Muhammed bin Mesleme, Kâb bin Eşrefin hisarının önüne giderek aşağıdan bu meseleyi anlattı. O da onlara güvenmeleri için silah ve zırhlarını kendisine rehin bırakmalarını istedi. Sultan bin Selâme aşağıdan seslendi:
-Ya Kâb! Bizden istediğin silah ve zırhlarımızı da sana rehin olarak vereceğiz, haydi aşağıya gel, dedi.
Şaşkın Kâb, hanımının gitme ikazlarına aldırmadan ve yanına kimseyi de almadan kale kapısına yürüdü; sürgüyü çekerek ağır kapıyı araladı ve müminlerin yanına vardı.
Hoş-beşten sonra bir saat kadar görüştüler.
Muhammed bin Mesleme birden fark etmiş gibi:
-Bu gece ne güzel bir mehtab var, dedi.
Diğer arkadaşları da onu doğruladılar:
-Sanki gündüz. Şu yıldızlara bakın; elini uzat da topla.
-Haydi öyleyse Acuz Vadisine doğru uzanalım... Ne öyle, bir saattir kalakaldık şurada!..
Kâb bir ânda kendini misafirleri arasında yürüyor buldu...


Öyle bir çığlık attı ki!..
Bir fırsatını bulan mücahitler Kâbın örgülü saçlarından öyle bir kavradılar ki, Yahudinin kurtulması artık imkânsızdı.
-Ahh! Noluyor! Bırakın saçlarımı! İmdaat!
Sultan bin Selâme, can havliyle elinden kurtulmaya çalışan düşmanı zaptetmeye uğraşırken bağırıyordu:
-Vurun Allah düşmanına! Resûlullahı hicveden şiirler yazarsın ha!
Kılıçlar inip kalkmaya başladı...
Kâb, can verirken öyle müthiş bir çığlık kopardı ki, bütün vadi yankılandı.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Somuncu Baba" Hâmid-i Aksarâyî</label>

Somuncu Babanın asıl ismi Hâmid, babasının ismi ise Şemseddîn Mûsâdır... İlk tahsîlini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şama giderek, Hankâh-ı Bâyezîdiyyede ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velînin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, mânevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmîden feyz aldı. Tebrîzden Anadoluya...Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, mânevî bir emir üzerine Tebrîze gitti. Tebrîzden de Anadoluya gelip, Bursaya yerleşti. Burada bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; Somun! Müminler somun! diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya Somuncu Baba der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı...
Hâcı Bayram-ı Velî, sık sık Bursaya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, Bursada bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Fakat Ulucaminin açılışında verdiği vaaz ile hekes onun büyüklüğünü anladı. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı diyerek, Bursadan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, birkaç talebesini de yanına alarak yola çıktı. Böyle bir zatın Bursayı terk etmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, bir çınar ağacının yanında ona yetişti. Gitmemesi için çok yalvardı. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, o çınarın yanında Bursaya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursada bu çınarın bulunduğu bölgeye Duâ Çınarı denildi...


Talebeleriyle helâlleşti ve...
Bursadan ayrılan Somuncu Baba, Aksaraya geldi. Burada ömrünün sonuna kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtâz bir mevkiye erişti.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 1412 (H.815) senesinde, bir gün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rekat namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hâcı Bayram-ı Velî kıldırdı...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdürrahîm Müeyyedî</label>

Hacı Çelebi, her türlü güzel ahlâkı kendinde toplamış, ilim ve ameli kendisinde birleştirmiş bir zât idi. Tasavvuf bilgilerini, dînî ilimleri ve zamânının fen bilgilerini çok iyi bilirdi. Hüsn-i hat sanatında da çok ustaydı. Yüksek hâller ve mânevî makamlar sâhibiydi. Abdürrahîm Müeyyedî hazretleri vefatından hemen önce şunları vasiyet etti:Yanımdakiler şâhid olsun
Bismillâhirrahmânirrahîm. Yanımda bulunan kişiler şâhid olsunlar. Fakîr Abdürrahîm bin Ali bin Müeyyed el-Kâtibin vasiyetidir:
Allahü teâlânın bir ve noksansız olduğuna, eşi, ortağı, benzeri olmadığına, hiçbir varlığa muhtaç olmadığına kesin olarak inandım. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün insanlığa, diğer Peygamberleri de bâzı kavimlere gönderdi. Hepsinin bildirdikleri haktır ve gerçektir. Onların hepsi, kıyâmet gününün, Cennet ve Cehennemin, Mîzân ve Sırâtın, nîmet, azâb ve affın, kabir hayâtının hak olduğunu bildirdiler. Bu îmânla yaşadım ve bu îmânla vefât ediyorum. Dostlarıma ve talebelerime şunları vasiyet ediyorum:
Ben vefât ettikten sonra, ilk gecede hatm-i tehlil (yetmiş bin Lâ ilâhe illallah) okusunlar. Sonra hepsi, Allahü teâlânın azâbından mutlak kurtuluşum için duâ etsinler. Allahü teâlânın her türlü azâbından, Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ettiklerini tasdîk etmemiz sebebiyle, duâlarının kabûl olacağı ümîdiyle kurtulabilirim...


İşlerimi Allaha havâle ediyorum
Yine dostlarıma ve talebelerime, gerekli şekilde techiz, tekfin ve defnetmelerini, kabrim üzerine türbe ve ziyâretgâh yapmamalarını, cenâze namazımda bidat işlenmemesini ve bidat ehlinden kimseyi bulundurmamalarını, elbiselerimin, dostlarıma ve sâlih kimselere verilmesini vasiyet ediyorum. Beni böylece duâlarıyla, kardeş ve dost olarak hatırlamalarını istiyorum. Dînen kendilerine düşen vazifelerin yapılmasını sağlamaları böylece mümkün olur. Size söylediğimi hatırlayacaksınız. İşlerimi Allahü teâlâya havâle ediyorum. Muhakkak O, kullarını görür. Kendim ve sizin için Allahü teâlâdan magfiret diliyorum. Vasiyetimi, Sübhâneke Allahümme ve bi-hamdike lâ ilâhe illâ ente estagfiruke ve etûbü ileyke fagfirlî verhamnî inneke entel gafûrurrahîm diyerek bitiriyorum...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Zekeriyyâ "Aleyhisselam"</label>

Zekeriyyâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Marangozluk yapar elinin emeğiyle geçinirdi. İmrân bin Mâsân isminde bir tanıdığının kızı olan Elisa ile evlendi. Elisa ile hazret-i Meryem kardeş olup babaları İmran idi. İmrân önce Elisanın annesi ile sonra bunun başka erkekten olan kızı Hunne ile evlenmişti. Hazret-i Meryemin annesi olan Hunne; Cenâb-ı Hak bana bir oğul ihsân ederse Beyt-ül-Makdise hizmetçi yapacağım diye adakta bulundu. Kızı oldu ve adını Meryem koydu... Ailesi sevince gark oldu
Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryemi evine götürdü. Onu, hanımı Elisa büyüttü. Sonra da hazret-i Meryem için Beyt-i Makdiste yüksek bir oda yaptırdı. Hazret-i Meryem bu odada hem Allahü teâlâya ibâdet etti, hem de Zekeriyyâ aleyhisselâmdan Tevrât okudu...
Zekeriyyâ aleyhisselâm yaşlanmıştı, ancak neslini devâm ettirecek bir evlâdı yoktu. Gerek kendisinin, gerekse hanımının çocuk sâhibi olma yaşları geçmişti. Fakat içine bir evlâd sevgisi düşüp kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ ona Yahyâ isminde bir çocuk ihsân edeceğini Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdi... O gün gelince de Yahyâ aleyhisselâm dünyâya geldi...
Yahyâ aleyhisselâmın doğumu ile, Zekeriyyâ aleyhisselâm ve âilesi sevince gark oldular. Yahyâ aleyhisselâmdan altı ay sonra İsâ aleyhisselâm dünyâya geldi. İsrâiloğulları İsâ aleyhisselâm beşikteyken Allahü teâlânın kudretiyle konuşmasına rağmen, onun babasız dünyâya gelmesiyle ilgili olarak Zekeriyyâ aleyhisselâma iftirâ ettiler. Onu şehit etmek üzere aramaya başladılar...


Bu ağacı testere ile kesin!
Yahûdilerin iftirâlarını ve kendisini öldürmek istediklerini haber alan Zekeriyyâ aleyhisselâm Beyt-ül-Makdis yakınlarında bir bahçeye girdi. Bir ağaç: Ey Allahın peygamberi! Bana gel diye seslendi. Ağaç yarıldı ve Zekeriyyâ aleyhisselâm içine girdi. Sonra kapandı ve onu gizledi...
İsrâiloğulları Zekeriyyâ aleyhisselâmın izini tâkip edip nereye gittiğini anlayamadılar. O sırada melun şeytan gelerek onlara; Bu ağacı testere ile kesin, burada ise meydana çıkar. Yoksa ne kaybedersiniz? dedi. Yahudiler o ağacı keserek Zekeriyyâ aleyhisselâmı yüz yaşında şehit ettiler...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebu Cehil</label>

Bedir Harbinden sonra Eshabı kiram ile müşrikleri takipten karargâha dönen Sevgili Peygamberimiz, sual buyurdular: - Ebu Cehilden bir haber var mı? Ölü mü, yaralı mı, kaçtı mı?Muaz radıyallahü anh:
- Ebu Cehili merhum kardeşim Muavvez ile birlikte öldürdük ya Resulallah...
Ensardan Abdullah ibni Mesud, söz aldı:
- Ya Resulallah müsaade ederseniz meydanı bir gezeyim, ölü veya yaralı olup olmadığını şimdi öğreniriz.
Efendimiz izin verdiler.
Cehennemi boylamak üzeresin!
Abdullah ibni Mesud, çöle serilmiş ölü ve yaralıları tek tek yokladıktan sonra aradığını bulmuştu... Evet, Ebu Cehil, yani Amr bin Hişam, bu müşriklerin lideri işte âciz bir şekilde can çekişiyordu. Aziz sahabi, bir ayağı ile kâfirin göğsüne bastı ve eliyle sakalından tutarak sarstı:
  • Heey! Sen Ebu Cehil değil misin?
  • Evet. Ama sen o yüksek yerde ne arıyorsun ey koyun çobanı! Unutma ki çıktığın yer yalçın bir dağdan daha sarptır.
  • Ey melun! Cehennemi boylamak üzeresin ama hâlâ kibir nutukları atıyorsun.
  • Keşke o göğüse Yesribli bir köylü değil de bir Mekkeli çıksaydı.
  • Hâlâ mı büyüklenme?
  • Zafer hangi tarafta?
  • Elhamdülillah ki Müslümanların.
  • Yaa! Demek öyle!.. Git Muhammede de ki: Bugüne kadar Ona düşmandım. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!
Abdullah ibni Mesudun cevabı, ayağı altında zelil ve hakir bir şekilde acılar çeken iğrenç kâfirin yüzüne kırbaç gibi indi:
  • Alçak! Kafanı keseceğim senin! Hem de kendi kılıcınla!..
  • Bari omuzuma yakın yerden kes ki başım heybetli görünsün!
  • Zebaniler heybet neymiş birazdan gösterirler sana kibir putu! Al bakalım!..
Mübarek sahabi, bir hamlede Ebu Cehilin kafasını gövdesinden ayırdı. Yıllarca Allah Resulü ile eshabına olmadık eziyetler çektiren bu zalim, dünyadan yıkılıp gitmişti. Hem de ne ibretle!


Bu ümmetin Firavunu idi!
Aziz sahabi, Ebu Cehilin zırhını, kılıcını ve bir ipe takarak sürüye sürüye getirdiği kafasını İki Cihan Sultanının mübarek ayakları dibine bıraktı... Kafa kan, toz topraktan tanınmaz haldeydi.
- Ya Resulallah! İşte Allah düşmanı Ebu Cehilin başı!..
Sevgili Peygamberimiz iki rekat şükür namazı kıldılar ve buyurdular ki:
- Ebu Cehil, bu ümmetin Firavunu idi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Gül Baba</label>

Sultan İkinci Bayezid Han, dinlenmek için gittiği avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varmayı düşünürken atını durdurdu, havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu: - Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?
Vezirlerinden biri cevap verdi:
  • Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat âşığı biri vardır ki, ona Gül Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu yamaçları güllerle ve dahi türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular Onun bahçesinden gelmektedir.
  • Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim! Dilersen seni saraya alayım
Hemen Gül Babanın kulübesine doğru yürüdüler. Değerli misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı.
Padişah atından indi ve onun gösterdiği mindere oturdu ve o mübareğin kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da sohbet esnasında ona şöyle bir teklifte bulundu:
  • Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık günlerini dinlenerek geçir, deyince Gül Baba;
  • Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyidir, diye cevap verir.
Sonra Padişah ve yanındakiler oradan ayrılırlar...
O gece kurulan dostluk devam eder. Padişah, canı sıkıldıkça Gül Baba hazretlerini ziyaret eder...
Bu ziyaretlerden birinde, Gül Baba hazretleri, Sultan Bayezid-i Veliye iki gonca gül verir ve;
-Padişahım! Kendimi iyi hissetmiyorum. Bu güller, fakir gönlümün hediyesi olsun. Lütfen kabul buyurun, der.
Padişah da gülleri alır ve çok duygulanır:
-Böyle deme Gül Baba! Allah sana uzun ömürler versin. Ama emr-i Hak vaki olmadan nasıl bir eser bırakmak istersin? diye de sormadan edemez.


Ruhumu şâd etmek istersen!
Gül Baba hazretleri, oturduğu yerden hafifçe doğrulur, ileride görünen tepeyi işaret ederek der ki:
-Ruhumu şâd etmek istersen, karşıdaki tepeye bir mektep yaptır Sultanım. Bu mektebin arması da sarı-kırmızı olsun!
Bundan kısa bir müddet sonra da vefat eder.
Bunun üzerine Sultan II. Bayezid Han, o yıl Galatasaray Sultanisini yaptırır. Gül Baba vefat edince, o gül bahçesinin ortasında açılan kabrine defnolunur.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Muhammed Bedahşî</label>

Yavuz Sultan Selîm Hanın musahibi (sohbet arkadaşı) Hasan Can anlatır: Mısırın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Selîm Han bana şöyle buyurdu: -Bu gece rüyâmda Muhammed Bedahşîyi gördüm. Bir yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı...
Ben hemen rüyâyı tabire giriştim ve;
-Sultanım, velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir, dedim.
Veliler onun yardımcısıdır
Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum... Çok geçmeden, Muhammed Bedahşînin ölüm döşeğinde Şamın ileri gelenlerini toplayıp; Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirmiş. Orada hazır olanlara Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin diye vasiyette bulunmuştu.
Şam vâlisi, durumu, Sultânına duyurunca, Sultânın hocası Halîmi Çelebi Efendi, Sultânın yanına geldi. Konuşurlarken Yavuz Sultan Selîm Han;
-Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi, tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? dedi. Halîmi Efendi ise bana dönüp;
-Atılganlık etmişsin, dedi. Ben ise, utancımdan başımı eğip dedim ki:


Fermân Pâdişâhımındır
-Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise, fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı hediye ihsânıdır.
Halîmi Efendi, bu sözlerimi doğru bulup;
-Sultanım, Hasan Canın görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır, dedi. Pâdişâh, Şamdan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşînin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, kıymetli bir elbise ile, iki yüz dinâr altın bana ihsân buyurdu. Bunca lütuf Muhammed Bedahşînin kerâmeti eseridir diyerek, rûhuna duâlar eyledim...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
İbn-i Batuta</label>

İbn-i Batuta, meşhur seyyah ve aynı zamanda Maliki mezhebi fıkıh âlimidir. Fasın Tanca şehrinde 1303 (H.703) senesinde dünyaya geldi. Yirmi iki yaşına kadar kendi memleketinde ilim tahsil etti. Daha sonra seyahatlere çıkarak yirmidokuz sene boyunca dünyanın birçok memleketini gezdi. İlk olarak hacca gitmek niyetiyle Fastan ayrıldı. Yol boyunca Cezayir, Tunus, Trablusgarb, Mısır ve Hicazı gezerek inceledi. Hacdan sonra Asya seyahatine başladı ve Suriye, Anadolu, Irak, İran, Türkistan, Orta Asya, Çin, Sumatra, Hindistanı gezip memleketine döndü... Seyahatlerde geçen bir ömür...İbn-i Batuta bir süre sonra ikinci seyahatine çıktı ve İspanya, Fransa ve Avrupanın birçok memleketini gezdi. Memleketine döndükten kısa bir müddet sonra üçüncü olarak Afrika seyahatine çıktı. Büyük Sahra, Orta Afrika, Sudan ve Habeşistanı gezdikten sonra Fasa döndü. Bütün ömrünü seyahatlerde geçirip, o zamanın vasıtalarıyla yapılması imkansız görünen uzun yolculukları gerçekleştirdi.
Alanyaya kadar gelen İbn-i Batuta Anadolu insanı için çok enteresan tespitlerde bulunuyor:
Alanyaya ulaştık... Burası dünyanın en güzel memleketidir. Allahü teala diğer ülkelere tek tek bahşettiği güzelliklerin hepsini, burada bir arada vermiştir. Ahalisi güzel ve temizdir... Bunlar için güzel bir söz vardır: Bolluk, bereket Şamda, şefkat ise Anadoludadır... Bu ülkede bir eve indiğimizde kadın, erkek durumumuzu soruştururlardı. Ayrılacağımız zaman sanki akrabaymışız gibi özlemle vedalaşırlar ve gözyaşı dökerlerdi... Alanya büyük bir şehirdir ve ahalisi Türkmendir...


Bu fakir saadet sahibidir
İbn-i Batuta, 1368 (H.770) senesinde Fasın Tanca şehrinde vefat etti. Son anlarında şunları söyledi:
Saadet sahibi o kimsedir ki, geçen günlerden ibret alır da, nefsi için ahiret hazırlığı yapar. Bedbaht ise, nefsine cimrilik yaparak, yemeyip içmeyip vârislerine mal toplayandır. Ey dostlarım, Allaha şükür bu fakir saadet sahibidir. Nefsine uymamıştır, ancak Kâinatın Efendisine tabi olmuştur...

]
besmel.gif


besmel.gif
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri