Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân</label>

Mazhar-ı Cân-ı Cânânın asıl adı Şemseddîn Habîbullahtır. Babası Mirzâ Cândır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1699 (H.1111) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu. 1781 (H.1195) senesinde şehîd edildi. Hazret-i Alinin neslinden olup, seyyiddir...Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu:
Şehitlik derecesine kavuşamadım
Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsân etti. Sâlih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşif, tasarruf ve kerâmet ihsân etti. Beni dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, tâkatim kalmadı...
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu sözlerle, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti...
Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzûruna gelip gidenler iyice artmıştı. Kapısının önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp içeri girdiler.


Hançerini peş peşe vurdu!..
Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzûruna girince, Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin? dediler. O mübarek de; Evet benim buyurdu. Meğer bunlar kendisini öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançerini peş peşe vurmaya başladı. Vurulan hançer darbeleri kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.
Mübarek, bu yaralı hâliyle üç gün daha yaşadı. Üçüncü gün, öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu. İkindi vaktinde; Günün bitmesine kaç saat vardır? buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cumâ, hem de Aşûre Günü idi. Akşam olunca üç defâ derin nefes aldı ve şehîd olarak vefât etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Celâl Tehâniserî</label>

Büyük âlim Celâl Tehâniserî hazretleri, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Yedi yaşında Kurân-ı kerîmi ezberledi. On yedi yaşına geldiğinde bütün ilimleri öğrenip ders ve fetvâ vermeye başladı. Bir gün hoş bir ses ile okunan gazel duydu. O anda kendisini Allahü teâlânın aşkı kapladığından düşüp bayıldı. Ayıldığında tasavvuf yolunu öğrenmek için Abdülkuddûs hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Kısa zamanda kemâle gelerek icâzet, diploma aldı... Sekerât hâli çok uzadı...Celâl Tehâniserî, ilmi ile âmil idi. Ömrünü ibâdet, tâat, ders vermek ve insanlara vaaz ve nasîhat etmekle geçirdi. Edepleri gözetmeye, farzlardan başka nâfileleri yapmaya, gece gündüz Allahü teâlâyı zikretmeye ve vakitlerini değerlendirmeye çok dikkat ederdi. Çoğunlukla Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş bir hâlde olurdu. Namaz vakti gelince talebeleri; Allahü ekber, Allahü ekber dediğinde kendine gelir, namazı kılmak için kalkardı.
Hikmet-i Hüda, Celâl Tehâniserînin ölüm hastalığı, sekerât hâli günlerce uzadı. Bu sebepten bir şaşkınlık ve ıstırap hâsıl oldu. On altı gün sonra kendine gelince, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Nizâm bu hâle üzüldüğü için; Efendim, bu ne hâldir? diye sorunca, Celâl Tehâniserî coşarak şu beyti okudu:
Vücûdundan fânî olan kimseler,
Harften sûretten, mânâya geçerler...
Bu mübarek zat, vefatından önce talebelerine şöyle buyurdu:


Ölmeden evvel öl!..
Âşıklar, keşf ve kerâmet konaklarında durmak istemesinler. Daha yukarılara çıksınlar. Hiçbir şeye bağlı kalmasınlar. Her şeyden kesilerek ve uzaklaşarak, can çıkarcasına ilerlesinler. Bu da şöyle olur; ibâdetlere, zühde; dünyâya düşkün olmamaya ve riyâzete, nefsin isteklerine uymamaya dikkat etsinler. Bunları vesîle bilsinler. Az yemek yesinler, hattâ can çıkıncaya kadar uğraşsınlar. Ölmeden evvel ölüp, nefslerini tam ıslâh edip, Hakka kavuşsunlar. Kendini tasavvuf yolunda sananlar ve câhil sûfîler (câhil tarîkatçılar) bu hususta hatâya düşüyor ve doğru yoldan çıkıyorlar. Bundan Allahü teâlâya sığınırız. Selef-i sâlihînden (radıyallahü anhüm ecmâîn) rivâyet edildi ki: Usûlsüz vüsûl, kavuşma olmaz. Usûl; dînin emirlerine ve tasavvufta bulunduğu yola uymaktır. Kurân-ı kerîm okumak ve din ilimleriyle meşgûl olmak en iyi iştir...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Trablus'ta kurulan İtalyan mahkemesi!</label>

Yıl, 1911... Ramazan Bayramının 3. günü... Libya sahillerine çıkan Müstevli İtalyan askerleri, bulabildikleri herkesi öldürdüler. Teslim olanlara da acımadılar... Trablusta kurdukları Divanı Harpte, grup grup getirilen esirlerin yargılanmaları 3er dakika sürerdi. Karar hemen binanın arkasında duvarın önünde infaz edilirdi...Bir gün elleri kelepçeli; bir yaşlı, bir orta yaşlı, bir de delikanlı, çöl kıyafeti içinde üç kişi mahkemenin önüne çıkarılır. Başkan Albay Carlo Torelli, bu zavallıları yargılamak için tercümana der ki:
- Sor bakalım, bunlar kimlerdir? Ben Osmanlı subayıyım
Elleri kelepçeli orta yaşlı olanı, gayet iyi bir İtalyanca ile cevap verir:
- Tercüman istemez. Ben Osmanlı ordusundan Albay Ahmet Alaaddinim. Bu yaşlı zat emekli Paşa Mehmet benim babamdır. Savaş için görev istedi. Bu delikanlı ise benim oğlumdur. Gönüllü olarak askere gitmiştir.
Hakim donup kalır.
- Yalan söylüyorsun, bu söylediklerin için belgen var mı?
Ahmet Albay koynundan, kelepçeli elleri ile bir buruşuk kağıt çıkartıp fırlatır.
İtalyan albayı şaşırmıştır. Zira salona, başlarında siyah şapka, boyunlarında asılı fotoğraf makineleri ile; biri İngiliz, biri Fransız 2 gazeteci girer. Hakim sözlerini tarta tarta konuşmaya mecbur kalır:
  • Siz 26 Ekim 1912 günü bizim askerlerimizi arkadan vurdunuz. Bize bağlı kalacağınıza söz verdiğiniz hâlde bunu neden yaptınız?
  • Osmanlı sizin gibi kalleş değildir! Hiçbir zaman arkadan vurmaz! Asıl siz bu topraklarda ne arıyorsunuz? Bu Avrupalıların bir haydutluğudur. O harekâtı bizzat idâre ettim.
  • Suçlu, suçunu itiraf etmiştir. Kurşuna dizilmelerine karar verilmiştir.


Eşiğine tükürülen mahkeme!
Bu üç kişi hemen dışarı çıkartılırken, 2 yabancı gazeteci ayağa kalkıp, bu mahkûmların önlerinde şapkalarını çıkartarak saygıyla selâmlarlar...
Biraz sonra binanın arkasından, bir manga askerin silah sesleri geldiğinde, gazeteciler, mahkeme heyetine arkalarını dönüp dışarı çıkarken; mahkemenin eşiğine tükürmüşlerdir...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kandiye Kahramanı" Bodrumlu Fedai Musa</label>

Sene 1669... Veziriazam Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa, Giritte aylardır alınamayan Kandiye Kalesi önlerindedir... Kaleyi kuşatan Osmanlı askerinin mühimmat ve yiyecek ikmali, Hanyadan gemilerle getiriliyor ve Kandiye önlerindeki Çanak limanına indiriliyordu. Venedikliler, Osmanlı askerinin Çanak Limanından ikmal yaptıklarını öğrenince 12 gemilik bir filo ile orasını abluka altına aldılar. Durak Reisin kadırgası...Fazıl Ahmed Paşa, hemen Memizade Mehmed Paşa kumandasında 12 gemiden müteşekkil bir filoyu oraya göndererek kuşatmayı kırmak istedi. Fakat bunu haber alan Venedikliler, Çanak Limanına takviye olarak 20 gemi daha gönderdiler. Bundan Memizade Mehmed Paşanın haberi yoktu.
Gece yarısı, 12 parçalık Osmanlı filosu Venedik gemilerine saldırdı. Levendlerin yeri göğü inleten naraları, düşmanın çığlıklarına karışıyor ve bozgun belirtileri başlıyordu. Tam bu sırada gizli tutulan 20 düşman gemisi savaşa girdi. Memizade, gemisine saldıran üç gemiden ikisini batırdı, diğer bir tanesi ise selameti kaçmakta buldu. Onu ise Durak Reisin kadırgası yakaladı...
Bu gemide Akdenizi karış karış dolaşmış, gençliğinin en güzel günlerini dalgalar üzerinde geçirmiş bir levent vardı: Bodrumlu Fedai Musa...
Üstün kuvvetler karşısındaki bu mücadele saatlerce devam etti. Durak Reis, leventleriyle birlikte kahramanca çarpışarak şehid oldu. Fedai Musa, reisinin şehid düştüğünü görünce derhal ortadan kayboldu. Bomboş kalan Durak Reisin Zafer Aslanı adlı teknesi düşman eline geçmiş, savaş ganimeti olarak İstendiye Limanına doğru yol alıyordu... Diğer tarafta ise bu mağlubiyeti bir türlü hazmedemeyen Fedai Musa, derhal geminin cephaneliğine girip saklanmıştı.


Zafer Aslanı İstendiyede
Zafer Aslanı İstendiye Limanına getirildiğinde düşman askerleri sevinçten ne yapacaklarını şaşırmış, limanı dolduran yüzlerce asker ve sivil bir anda gemiye doluvermişti.
Evet, Fedai Musanın beklediği an gelmişti. Saklandığı yerden çıkarak güverteye fırladı ve hemen ambara koştu, kavlı çakmağını çakıp cephaneliği ateşleyiverdi... Arkasından müthiş bir gürültü ve patlama duyuldu. Sonra da Zafer Aslanı içindekiler ve aziz şehidi ile birlikte sulara gömüldü.
Kısa bir müddet sonra da Fazıl Ahmed Paşa, Kandiye Kalesini fethederek Girit adasının tamamını Osmanlı topraklarına kattı...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Aşçı Yahya Baba...</label>

Yahya Baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesinin aşçılarından biridir... Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salevat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile, suyunu Fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allahtan bereket arzular...Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tunca Nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlar.
Bu bir keramettir!
Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile Bu prinç yeter mi? demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuncanın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: Bu bir keramet!
Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. Bu Yahya Baba boş bir adam değil Sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz.
Bâyezîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Babaya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbinden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuncanın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar:
-Ne oluyor bre, der! Yoksa devlet malını israf mı edersin?


Artık sırrı ifşa olmuştur...
Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp;
-Ayıp olmuyor mu Sultanım, derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?
Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allaha sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola. Çünkü sırrı ifşa olmuştur...
Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
İbrâhim-i Havvâs</label>

İbrâhim-i Havvâs hazretleri, yüksek makam ve kerâmetler sâhibiydi. Aslen Bağdâtlıdır. 903 (H.291) yılında Rey Câmiinde vefât etti. Gasil ve tekfînini Yûsuf bin el-Hüseyin yaptı. Havvâs, hurma yaprağından zembil yapan kimse, demektir. Herkes tarafından medhedilmiş, kendisine tevekkül edenlerin reisi denilmiştir. Konuşmaları hep hikmet doluydu. Seferleri meşhurdur. Defâlarca Mekkeye gitti... Allahü teâlânın azîz ettikleri...İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin hikmetli sözleri pek çoktur. İşte onlardan bazıları:
Kalbin ilâcı beştir: Kurân-ı kerîm okumak ve Kurân-ı kerîme bakmak, mîdeyi boş tutmak, gece kalkıp ibâdet etmek, seher vaktinde ağlayıp sızlamak ve iyilerle berâber bulunmaktır.
Bir Müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip tatbik ediyorsa, Allahü teâlâ da onu o derece azîz eder. Diğer Müslümanların kalbine de onun sevgisini verir.
Sâdık kimseyi ya üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken veya nâfile bir ibâdetle meşgûl olurken görürsün. Bunun dışında başka bir halde görmezsin.
İlmin tamamı iki şeyden ibârettir: 1) Allahü teâlânın, ezelde, senin için takdir ettiği rızık için endişe etme. 2) Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet eyle.
Başkasına el açacak duruma düşmek, Müslümana yakışmaz.
Bir kimse, baş olma sevdâsına kapılırsa, artık ibâdetten, ihlâstan sıyrıldı demektir.
Bu mübarek zat, hastalanmıştı. İshale yakalanmıştı. Üstü çok fazla kirleniyordu. Temiz olarak ölmek istiyordu. Bunun için her abdesti bozulduğunda gusül abdesti alıyor, iki rekat namaz kılıyor tekrar abdesti bozuluyordu. O gün altmış defâ gusül abdesti aldı. En sonunda gusül yaparken vefât etti.


Huzûrumuza temiz olarak geldin
Vefâtından sonra onu rüyâda görenler; Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi? dediler. O da; Yaptığım ibâdetler ve gösterdiğim tevekkül, bana verilen nîmetlere karşı yetmedi. Ancak dünyâdan göçeceğim sıralarda gusül abdesti alarak temizlenmem, Allahü teâlânın katında makbûle geçmiş. Bu temizlik sebebiyle Cennette en yüksek makamlara çıkardılar ve şöyle bir nida geldi: Ey İbrâhim! Sana yapılan bu ikrâm, huzûrumuza temiz olarak geldiğindendir. Burada temizler için, fevkalâde büyük mertebeler, makamlar vardır...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Başmakçılı Ahmed Dede</label>

Selçuklu Sultanı Alparslanın 1071 yılında Malazgirt Savaşında Bizanslıları yenmesiyle birlikte Anadolunun kapıları sonuna kadar Oğuz boylarına açılmıştır. Bunun sonucu olarak Türk boyları Anadolunun çeşitli bölgelerine dağıldılar ve oraları yurt edindiler. Sarıkeçili Aşiretinin Başmakçı kolu da Azerbaycanın güneyinden Anadoluya girdiler. Bir kısmı kuzeye, diğer bir kısmı da batı yönüne doğru yollarına devam ettiler. Kuzeye gidenler Çorum civarına, Batı yönüne giden grup ise şu andaki Başmakçı ilçesinin olduğu yere yerleştiler. Bundan böyle buranın adı Başmakçı olarak anılmaya başlandı...

Beldenin manevi koruyucusu!
Başmakçıda çok evliya türbesi bulunmaktadır. Beldenin manevi koruyucusu Abdurrahman Sultan, en meşhurlarındandır, ancak biz bugün size Ahmed Dededen bahsetmek istiyoruz...
Afyonkarahisar-Başmakçıda türbesi bulunan Ahmed Dedenin hangi asırda yaşadığı bilinmemekle beraber, Anadolu Selçuklu Devleti zamânında yaşadığı tahmin edilmektedir.
İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla ömrünü geçiren Ahmed Dede, sağlığında cumâ günleri, cumâ namazını Kâbe-i şerifte kılardı. Bir sohbet esnâsında Başmakçının ileri gelenleri, Ahmed Dedeye;
-Efendi, seni cumâ namazında göremiyoruz. Cumâya gelmiyorsun. Müslüman cumâ namazına gelmez mi? diye suçlamada bulundular. Ahmed Dede;
-Biz hiçbir namazımızı geçirmeyiz. Cumâyı da mübarek yerlerde kılıyoruz, diyerek, durumunu anlatmaya çalıştı ise de, oradakilerden kimse anlamadı. Suçlamada o derece ileri gittiler ki, kaba sözlerle mübârek zâtı itham etme derecesine vardılar.
Bu duruma çok üzülen ve incinen Ahmed Dede; Allah dedikten sonra mübârek rûhunu teslim etti...


Yangın büyümeden söndü!
Ahmed Dedenin vefâtından asırlar sonra Başmakçının Hilâl Mahallesindeki harman yerinde bütün çiftçiler samanlarını tınaz yığınları haline getirmişlerdi. Küçük bir kıvılcımdan çıkan yangında tınazlar yanmaya başladı. Hafif rüzgârın tesiriyle de yangın yayılıyordu. Bu sırada Ahmed Dedenin türbesi tarafından bir kuş sürüsü yangın bölgesine gelip, alevlerin etrâfında dönmeye başladı. O sırada, esen rüzgâr kesildi. Alevler söndü. Yangın sönünce kuşlar bölgeyi terk etti. Allahü teâlânın izni ile yangın büyümeden sönmüş oldu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Süfyan-ı Sevrî ve salevat okuyan adam</label>

Süfyan-ı Sevrî hazretleri, hacda, Harem-i Şerifi tavaf ederken her adım başında Peygamberimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) salâtü selâm getiren bir adam görür. Mübarek, hadiseyi şöyle anlatır:-Behey adam! Sen tesbih ve tehlili bırakmışsın, kendini tamamen Peygamberimize salât-ü selâm getirmeye vermişsin, bu husûsta bir bildiğin mi var? dedim.
Bana Allah günahını bağışlasın, sen kimsin? diye sordu, ona Süfyan-ı Sevrîyim diye cevap verdim. Bunun üzerine bana şunları söyledi:


Babamın yüzü ağarıverdi!
Eğer sen zamanının en büyük zahidi olmasaydın sana durumumu anlatmaz, seni sırrıma ortak etmezdim. Şimdi dinle: Babamla birlikte hac için yola çıkmıştık, konak yerlerinden birinde babam hastalandı, yolculuktan geri kalarak onun durumu ile ilgilendim. Fakat sonunda öldü, ruhu çıkınca yüzü kapkara kesildi. Ben dehşete kapılarak İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun dedim ve yüzünü örttüm.
Bu sırada göz kapaklarım ağırlaştı, üzgün bir ruh hali içinde uykuya daldım. Rüyada, bu kadar güzel yüzlüsünü, bu kadar temiz kılıklısını ve bu derecede hoş kokulusunu hayatta görmediğim birini gördüm. Ağır adımlarla yürüyerek babamın yanına sokuldu, kefeni yüzünden kaldırarak avucunu çehresinin üzerinden geçirir geçirmez, babamın yüzü ağarıverdi. Sonra, yerinden kalkmış, gidiyordu, elbisesinin ucundan tutarak Ey Allahın kulu! Kimsin sen ki bu gurbet elinde Allah seni babama ihsan buyurduğu nimete vâsıta kılmıştır diye sordum. Bana şöyle cevap verdi:


Beni tanımadın mı?
Beni tanımadın mı? Ben Abdullah oğlu Muhammedim. (sallallahü aleyhi ve sellem) Baban günahkâr bir kimse idi, fakat bana çok salât-ü selâm getirirdi. Ölürken başına bu hal gelince benden imdad istedi, ben ise üzerime salât-ü selâm getirenlerin imdadına hemen yetişirim.
Bu sırada uyandım, bir de baktım ki, babamın yüzü gerçekten bembeyaz oldu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Muhammed Arîzî</label>

Seyyid Muhammed Arîzî, Ebül-Vefâ hazretlerinin babası olup, zamânının büyük velîlerinden idi. Yaşadığı beldenin hâkimi, seyyidlere çok eziyet vermeye başlayınca, orayı terk ederek Benî-Nercis kabîlesinin yaşadığı köye yerleşti. Bu kabîlede yaşayanlar, dînî yönden çok zayıf idiler. Seyyid Muhammed Arîzî, akşam, yatsı ve sabah ezânlarını okuyarak, namaz kıldı. Ezân sesini duyan oradaki halkın, cenâb-ı Hakkın izniyle, kalbleri yumuşadı ve hepsi namaz kılmaya başladı. Oranın halkı Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerini göndermeyerek, beldelerinde yerleşmesini sağladılar. Doğru yoldan ayrılmayın!
Benî-Nercis kabîlesinin reîsi Ömer bin Şirküve bin Ebî Ammâr Nercînin Fâtıma isimli bir kızı vardı. Seyyid Muhammed Arîzî bununla evlendi.
Bir süre sonra Seyyid Muhammed Arîzî hastalandı. Bu hastalığının ölüm hastalığı olduğunu anladı. Bulunduğu beldenin halkını çağırarak onlara şöyle vasiyette bulundu:
Doğru yoldan ayrılmayın. Size gösterdiğim yol üzere olun ve bu yolda ilerleyin!
Hanımına buyurdu ki:
-Ey hâtun! Erkek bir çocuk dünyâya getirsen gerektir. Bu çocuk, büyüyünce yüce bir zât olur. Çok kerâmetleri görülür ve pekçok kimselere doğru yolu gösterir ve kerâmetlerinin bâzıları daha doğmadan görülür. Bunları bilesin ve bundan gâfil olmayasın!
Muhammed Arîzî, bunları söyledikten hemen sonra vefat etti. O mübareğin vefatından sonra belde halkı oradan göç etti. Bu göç esnâsında, yolları bir bostan kenarından geçti. Kâfileden birkaç kişi, bostandan izinsiz kavun aldılar. Kesip kervandakilere dağıttılar. Bir parça da Seyyid Muhammed Arîzînin hamile hanımına verdiler. Kadıncağız da, kavunun sâhibinden izinsiz alındığından habersiz olduğu için verileni yedi ve o anda karnında bir ağrı meydana geldi. Yediklerini çıkarmak için istifrâ etti. Bu durum kabîlenin ileri gelenlerine anlatılınca, Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerinin söylemiş olduğu, doğum öncesi kerâmetlerinin görüldüğünü anladılar...


Ebül-Vefâ dünyâya geldi...
Bir süre sonra kâfileyi eşkıyâlar bastı ve bütün eşyâlarını aldılar. Kâfiledekiler çâresiz, üzüntülü bir şekilde dururlarken, Allahü teâlânın izniyle, eşkıyâların karşısına arslanlar ve yırtıcı hayvanlar çıktı. Onlara saldırmaya başladı. Eşkıyâlar, canlarını kurtarmak için, aldıkları bütün eşyâları bırakıp kaçtılar. İşte bu hadiselerden iki ay sonra da Ebül-Vefâ dünyâya geldi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ali Müttekî el-Hindî</label>

Ali Müttekî hazretlerinin tam adı Ali bin Abdülmelik Hüsâmeddîn bin Kâdı Hân el-Kâdirî eş-Şâzilîdir. Lakabı, Alâüddîndir. Müttekî diye meşhûrdur. Bu mübarek zat 1566 (H.974) senesinde Hindistandan Mekke-i mükerremeye gitti. Sıhhati yerinde idi. Kendisini ziyârete gelenlere buyurdu ki:
-Şöyle bir kimse düşünün: Ölümü tatmış, ölümden sonraki şeyleri, başa gelecekleri görmüş, sonra Allahü teâlâ tekrar onu ikinci defâ dünyâya göndermeyi dilemiş ve göndermiş. Böyle bir kimse hiç ölümden gâfil olur mu? Ölümü hiç unutur mu? İşte bu fakîr de o kimse gibi ölümden gâfil ve unutmuş değilim... Gözlerim görmedi senden güzeli
Bir süre sonra rahatsızlanan Ali Müttekî yanındakilere buyurdu ki:
-Ölüm ânında bende görülen sekerât, şuuru kaybetme ve şiddetli haller, kutubluğumun îcâbıdır. Bu haller, derecenin yükseltilmesi içindir. Şâyet vefât ânımda bende sekerât ve şiddet halleri görürseniz, hakkımdaki iyi îtikâdınız, inancınız azalmasın. Şehâdet parmağımızı zikir hareketine muvâfık olarak hareket ettiğini gördüğünüz zaman biliniz ki, rûhumuz henüz bedenimizdedir. Hareket kesilince rûhumuzun kabzolunduğunu biliniz!..
Vefâtına yakın, buyurduğu gibi onda cezbe, kendinden geçme halleri, hareketlerinde ve davranışlarında değişiklikler görüldü. Başı Abdülhak-ı Dehlevînin dizinde idi. Abdülhak Dehlevîye Şâirin şiirini oku! dedi. O mübarek de, onun hangi şiiri istediğini anlayıp; Gözlerim hiç görmedi aslâ senden güzeli/Ne güneşi, ne ayı, ne periyi ne hûrîyi... beyitini okudu.


İlâhî muhabbet sözleri!..
Bu sırada Ali Müttekîyi bir hâl kapladı. Yüksek sesle; Oku, oku! buyurdu. Abdülhak Dehlevî birkaç defâ okudu. Ondan sevgi ve ilâhî muhabbet sözleri geliyordu. Vefâtı yaklaştığı vakit, yalnız şehâdet parmağı zikreder şekilde hareket ediyordu. Vücudunun diğer organlarında his ve hareket yoktu. 1567 (H.975) senesi bir seher vakti vefât etti. Mekkedeki Cennet-ül-Muallâ kabristanına defnedildi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdullah bin Abdülaziz</label>

Abdullah bin Abdülaziz, Hicazın en büyük hadis âlimlerindendir. Ömerî ismiyle de tanınmıştır. 800 (H.184) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Babasından ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Süleymân bin Muhammed bin Yahyâ bin Urve bin Zübeyr, İbn-i Uyeyne, İbn-i Mübârek, Mûsâ bin İbrâhim gibi âlimler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Rivayet ettiği Hadis-i şerifler, başta Kütüb-i Sitte olmak üzere, birçok hadis kitaplarında yer aldı. Bilhassa İmam-ı Nesai onun rivayetlerini çok makbul tutardı... Kitap okumayı çok severdi!
Abdullah Ömerî hazretleri, dâimâ kitaplarıyla beraberdi. Onları yanından hiç ayırmazdı. Mutlakâ yanında bakacağı bir kitap bulunurdu. Ona;
-Niçin kitapları bu kadar seviyorsun? Diye sordular. O, şu sözlerle cevap verdi:
-İnsana kabirden daha ibret verici ve daha çok nasîhat eden bir şey yoktur. Yalnızlıktan daha emin bir şey yoktur. Kitap ise, insana yakın ve samîmî bir arkadaştır...
Abdullah bin Abdülaziz, çok takva ehliydi. Cehennem korkusundan, gözyaşarı içinde secdeye kapanır ve şöyle dua ederdi:
Yâ Rabbi, sana secde eden yüzümüzü Cehennemde ateş ile örtme!


Tövbelerimizi doğru kıl!..
Bu mübarek zat, vefatı sırasında yanında bulunanlara şöyle buyurdu:
-Size emr-i maruf ve nehy-i anil münkeri vasiyet ediyorum. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: (Allahü teâlâya yalvarıp dua etmeden önce emr-i maruf ve nehy-i nünker yapınız.) Günahınıza pişman olup Allahü teâlâdan afv ve mağfiret dilemeden önce O, sizin dualarınızı kabul etmeyecek. O zaman afv ve mağfiret olunmayacaksınız. Yahudi ve Hristiyan din adamları emr-i maruf ve nehy-i münkeri terk ettikleri için Allahü teâlâ onları, kendi Peygamberlerinin lisanı üzerine lânetleyip umumi bela vermiştir.
Yâ Rabbi! Büyüğümüz, küçüğümüz sana tövbe ederiz. Tövbelerimizi doğru kıl. Bizi tövbesine uymayanlardan eyleme Allahım!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdülehad Nûrî</label>

Abdülehad Nûrî Efendi çocukluk yıllarını Sivasta geçirdi. İlk tahsile Kuran-ı kerim okuyarak burada başladı. Daha üç yaşında iken dedesinin kardeşi olan Şemseddin-i Sivâsî hazretleri onun ileride büyük bir şahsiyet olacağını haber verdi.Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülehad Nûrî hazretlerini, Sultan III. Mehmedin daveti üzerine İstanbula giden dayısı, hocası ve mürşidi Abdülmecid Sivasî himayesine alır. Annesi Safâ Hatun ve kardeşi Abdüssamed Efendi ve Kâmil Ağa ile birlikte İstanbula götürür.
Bir vaaz esnâsında...
Burada devrin önde gelen ulemasından zâhirî ilimleri, dayısından ise bâtınî ilimleri tahsil eder. Daha küçük yaşlarda iken bu ilimlerde temayüz eder ve henüz yirmi yaşlarında iken, her kesimden herkesin istifade ettiği yirmiyi aşkın eser meydana getirir...
Abdülehad Nûrî Efendi, bir vaaz esnâsında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1650 senesinde bütün derslerine son vererek vaaz verme işini de talebelerine bıraktı. Kendisini tamâmen ibâdet ve tâata verdi. Aynı senenin Muharrem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları artınca, Padişah, Vâlide Sultan, vezîr-i âzam, şeyhülislâm ve diğer sevenleri tarafından gönderilen tabipler bir olup, ilaç vermek istediler, fakat kabûl etmedi. Zamânın Lokman Hakîmi diye meşhûr olan Fergânîzâde Süleymân Ağa;
-Efendim, ilâcı bıraktık. Bâri mübârek, başınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız, deyince, Abdülehad Efendi;
-Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz dâvet olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz âlemlerin Rabbinin huzûrunu tercih ettik, dedi.


Bir cumâ günü vefât etti...
Hastalığı ağırlaştı ve 1651 (H.1061) senesi Safer ayının ilk Cumâ günü ikindi vaktine yakın vefât etti. Gaslini, dergâhının câmi imâmı Tatar Ali Efendi yaptı. Ali Efendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendinin bedeni kendiliğinden o tarafa döndü. Cenâze namazı Azîzzâde Şeyh Abdülbâkî Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Nişancasında, mürşidi Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin türbeleri karşısına defnedildi. Sevenlerinden Yûsuf Ağazâde Mustafa Efendi, kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri