Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî</label>

Ebül-Hasan-ı Harkânî hazretleri, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral bir zat idi. Hazret-i Ömere benzerdi. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmînin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. Ebül-Hasan-ı Harkânî hazretleri, on iki sene Harkândan Bistâma, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kurân-ı kerîmi hatmederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; Bu kuluna da ihsân eyle!
Yâ Rabbî! Bâyezîde ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebül-Hasan kuluna da ihsân eyle! diye yalvarırdı.
Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd hazretlerinin türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfu ile Bâyezîd-i Bistâmînin rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri pekçoktur. Böyle büyük zâtların halleri, sözleri, yaşayışları hep kerâmetlerle doludur. Sevenleri onlarda her an kerâmetler görmekte, bağlılıkları artmaktadır. Onlar Allahü teâlânın sevgilisidir. Sevgiliye her ikrâm yapılır. Kör, güneşi göremiyorsa güneşin kabahati olmaz...
Son günlerinde bir sohbetinde buyurdu ki:
Ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm.


Kabrimi derin kazın!
Ebül-Hasan-ı Harkânî hazretleri vefâtları yaklaştığında;
-Kabrimi derin kazın. Yatacağım yer, hocam Bâyezîd hazretlerinin mezarından aşağıda bulunsun, diye vasiyet etti. Bu vasiyetini yaptığı gece 1034 (H.425) senesinde Harkânda vefât etti. Kabri Harkândadır.
Toprağa verildiği günün akşamı, çok kar yağdı. Ertesi gün baş ucuna, büyük ve beyaz bir taşın dikildiğini gördüler. Mezarın çevresinde, bir arslanın ayak izleri vardı..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Sâlim Mevla Ebû Huzeyfe (radıyallahü anh</label>

Sâlim Mevla Ebû Huzeyfe hazretleri, aslen Horasanlıdır. Asıl ismi bilinmemektedir. Salim ismi ona Arabistanda verilmiştir. Salim Mevla Ebû Huzeyfe=Ebu Huzeyfenin azadlısı Salim ismiyle meşhur olmuştur...Sâlim Mevla Ebû Huzeyfe (radıyallahü anh), Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalara katıldı. Hazreti Ebû Bekir zamanında Yalancı Peygamber Müseylemet-ül-Kezzâba karşı yapılan Yemâme Gazasında şehîd düştü... Muhacirlerin sancaktarı idi...
Yemâmede Muhacirlerin sancaktarı hazreti Sâlim idi. Sâlim Mevla Ebû Huzeyfe radıyallahü anhın sancağı taşıması dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Eshâbı kiram;
-Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız, dediler. Fakat o;
-Eğer ben sancağı taşımayacak olursam Kurân-ı kerîm ehlinin en bedbahtı olurum, buyurdu.
Harp sırasında Benî Hanife kabilesi sancağı düşürebilmek için sancağın bulunduğu yere ve sancaktar hazreti Sâlime çok şiddetli bir hücum yaptılar. Sâlim hazretlerinin sancak tutan kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Sâlim radıyallahü anh Allah diye öyle bir nara attı ki, harp meydanı inledi. Sancağı yere düşürmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat, İslâm sancağı yine yere düşmedi. Çünkü Sâlim radıyallahü anh, vücudu ve kesik kolları ile sancağa sarılmıştı. Kâfirlerin bütün şiddetli darbelerine rağmen sancağı bir türlü yere bırakmadı.
Sanki Sâlim Mevla Ebû Huzeyfe hazretlerine vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu. Ne zaman ki İslâm askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman yere düştü.


Beni onun yanına götürün!
Sâlim radıyallahü anh, kâfirlerin en şiddetli kılıç darbeleri altında ve şehîd düşerken;
Ve mâ Muhammedün illâ rasûl... (Âl-i İmrân suresinin 144üncü âyet-i kerîmesini) okuyordu.
Eshâb-ı kirâm ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce eski efendisi Ebû Huzeyfeyi sordu. Şehid olduğunu öğrenince;
-Beni de onun gibilerin yanına götürün, buyurdu.
Vasiyyetini yaptı ve şehâdet mertebesine erişti. Ebû Huzeyfe ile beraber birinin başı diğerinin ayağının yanında olduğu halde defnettiler.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker</label>

Ferîdüddîn Genc-i Şeker, Hindistanda yetişen Çeştiyye büyüklerindendir. Adı Ferîdüddîn Mesûddur. Ferrûh Şâh Kâbilî neslinden, Celâleddîn Süleymânın oğludur. Baba ve annesi şerefli, asîl âilelerden olup, nesebi hazreti Ömere ulaşır. 1174 (H.569) yılında Hindistanda Delhide doğdu. Bu mübarek zat, bu dünyâya, Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılık içinde geldi ve o halde vefât etti. Çok kerametleri görülmüştür. Allah Kâfî, Allah Şâfî Bir gün, Nizâmüddîn Evliyâ iyileşmez bir hastalık sâhibine Genc-i Şekere gitmesini tavsiye etti. O kişi Ferîdüddîn Şekere gitti. O mübarek de bir kâğıda; Allah Kâfî, Allah Şâfî yazıp, gelen kişiye vererek boynuna takmasını söyledi. O kişi bu yazılı kâğıdı takar takmaz, uzun zaman geçmeyen hastalıktan kurtuldu...
Vefâtından birkaç gün önce, talebelerinden olan Şems Dâbîr, Nizâmînin meşhûr Farsça mesnevîsinden Ferîdüddîn Genc-i Şekere bir beyit okudu. Bu beyt, Genc-i Şekeri kendinden geçirdi. Kendine gelince gömleğini Şems Dâbîre verdi. Büyük velî, sonraki günlerde tam bir suskunluğa büründü. Sâdece Kurân-ı kerîm okumak ve namaz kılmak için konuşurdu. Talebeleri hastalandı zannettiler. Çağırılan doktoru kabûl etmedi ve Emîr Hüsrevin şu beytini tekrarladı:
Ey câhil hekim! Yatağımdan git! Aşk kurbanları için sevgiliye kavuşmaktan başka ilâç yoktur...


İlle namaz, ille namaz...Ferîdüddîn Genc-i Şekerin, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı namazından sonra şuûrunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara; Yatsı namazını kıldım mı? diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O tekrar abdest alıp; Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam diyerek nâfile namaz kıldı. Sonra tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde kaldıktan sonra, tekrar kendine geldi. Yine abdest alıp nâfile namaz kılmak için namaza durdu. Secdedeyken, duyulacak şekilde; Yâ Hayyû, yâ Kayyûm dedi ve 1265 (H.664) senesinde rûhunu teslim etti...
O anda şöyle bir nidâ duyuldu:
Dost, dosta kavuştu...
Ferîdüddîn Genc-i Şekerin vefât haberi bütün Hindistana yayıldı. Cenâzesi çok kalabalık oldu..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Yavuz Sultan Selim Han</label>

Sultan Selim Han, 1470 yılında Amasyada doğdu ve 1520 yılında vefât etdi. Osmanlı Devletinin topraklarını iki buçuk mislinden fazla genişletti. Babasından devraldığı 2.373.000 kilometre karelik olan ülke toprakları onun zamanında 6.557.000 kilometre kareye çıktı. On altıncı yüzyılda Osmanlı kara ordusu, dünyânın en büyük ordusuydu. Kara askerine verdiği önemi donanmaya da verdi. Niyetim Feth-i EfrenciyedirYavuz Selim Han, bir gün, devrin büyük âlimi Kemâl Paşazâdeye niyetinin Feth-i Efrenciye, yâni Avrupa olduğunu bildirmişti. Ancak yüce Hakanın yine Eyyûb Sultan Hazretlerinin türbesini ziyâretle başladığı bu seferine yakalandığı amansız şirpençe (bir çeşit kan çıbanı) hastalığı mâni oldu.
Selim Han, Çorluda başhekim nezâretinde tedâvi gördü. İki ay hasta yatıp, 22 Eylül 1520 târihinde Cumâ akşamı Osmanlı karargâhının bulunduğu Çorlunun Sırt köyünde vefât etti. Vefât etmeden bir müddet önce yanında bulunan; can yoldaşı müsahibi (sohbet arkadaşı) Hasan Can;
-Sultanım şimdi Allahı hatırlamak zamânıdır, deyince Yavuz Sultan Selim Han;
-Lala, Lala! Bunca zamandan beri sen bizi kiminle biliyordun? Cenâb-ı Hakka teveccühümüzde bir kusur mu gördün? buyurmuş ve Yâsin-i şerîf okumasını istemişti. Kendisi de onunla birlikte okurken rûhunu teslim etmiştir...
Cenâzesi İstanbula getirilip inşaatını başlattığı Sultan Selim Câmii yanına defnedildi. Yerine Osmanlı Sultanı olan oğlu Sultan Süleyman Han (Kanûnî) tarafından câmi tamamlanıp, kabri üstüne türbe de yapıldı.


Bu, benim için bir şereftir!..
Sultan Selim Hanın sandukasının üstünde çamurlu kaftan örtülüdür. Meşhur rivâyete göre bu kaftan hadisesi şöyle anlatılır:
Sultan Selim Han Mısır Seferini tamamlayıp, Kahireden Şama dönerken, yolda, o sırada Anadolu Kâdıaskerliği vazifesini yapan Ahmed ibni Kemâl Paşazâdeyi yanına çağırdı. Sohbet ederek giderlerken, İbn-i Kemâlin atı birdenbire bir su çukuruna bastığı için Padişahın üstü başı ıslanıp, kaftanı çamur oldu. İbn-i Kemâl Paşa telâşa düşünce, Sultan Selim Han onu rahatlatmak için şöyle der: Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebû Ali Rodbârî</label>

Ebû Ali Rodbârî, Bağdâtta ve Mısırda yaşamış evliyânın büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdâtta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısırda vefât etti. Kabri, Karafe Kabristanında Zünnûn-ı Mısrînin kabri yakınındadır...Ebû Ali Rodbârî hazretleri, çok ibâdet ve tâatta bulunan, Allahü teâlâyı hatırlamaktan bir an gâfil olmayan bir zat idi. Nefsinin isteklerine karşı çıkar, riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Bu hususta buyurdu ki: İbret nazarıyla bakmak!..
Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hizmet ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder. Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellilerini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve Ona âit hakîkatleri anlamak nasîb olur. Söylediklerinizin alâmeti nedir? denilecek olursa deriz ki; sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır. Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz!..
Bu büyük mutasavvıf buyurdu ki: Tasavvuf, kalbi temizlemektir...
Ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa, saâdete ermeleri için çalışan Ebû Ali Rodbârî, Mısırda bulunduğu sırada rahatsızlandı. Hastalığı sırasında başını kız kardeşi Fâtımanın dizine koydu. Ölüm hâli yaklaşmıştı. Gözlerini açtı ve;


En yüksek rütbeye ulaştırdık
İşte semâların, göklerin kapıları açıldı. Cennetler de süslenmiş. Birisi de şöyle diyor: Ey Ebû Ali! Her ne kadar senin muradın değil idiyse de, işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz buyurdu.
Sonra da şu meâldeki şiiri okudu:
Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum. Seni temâşâ edene kadar hiçbir şeye severek bakmadım...
Bu sözlerden sonra Kelime-i tevhîdi söyleyerek rûhunu teslim etti ve hakîkî sevgilisine kavuştu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebû Ali Rodbârî</label>

Ebû Ali Rodbârî, Bağdâtta ve Mısırda yaşamış evliyânın büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdâtta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısırda vefât etti. Kabri, Karafe Kabristanında Zünnûn-ı Mısrînin kabri yakınındadır...Ebû Ali Rodbârî hazretleri, çok ibâdet ve tâatta bulunan, Allahü teâlâyı hatırlamaktan bir an gâfil olmayan bir zat idi. Nefsinin isteklerine karşı çıkar, riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Bu hususta buyurdu ki: İbret nazarıyla bakmak!..
Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hizmet ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder. Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellilerini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve Ona âit hakîkatleri anlamak nasîb olur. Söylediklerinizin alâmeti nedir? denilecek olursa deriz ki; sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır. Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz!..
Bu büyük mutasavvıf buyurdu ki: Tasavvuf, kalbi temizlemektir...
Ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa, saâdete ermeleri için çalışan Ebû Ali Rodbârî, Mısırda bulunduğu sırada rahatsızlandı. Hastalığı sırasında başını kız kardeşi Fâtımanın dizine koydu. Ölüm hâli yaklaşmıştı. Gözlerini açtı ve;


En yüksek rütbeye ulaştırdık
İşte semâların, göklerin kapıları açıldı. Cennetler de süslenmiş. Birisi de şöyle diyor: Ey Ebû Ali! Her ne kadar senin muradın değil idiyse de, işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz buyurdu.
Sonra da şu meâldeki şiiri okudu:
Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum. Seni temâşâ edene kadar hiçbir şeye severek bakmadım...
Bu sözlerden sonra Kelime-i tevhîdi söyleyerek rûhunu teslim etti ve hakîkî sevgilisine kavuştu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ebû Ali Rodbârî</label>

Ebû Ali Rodbârî, Bağdâtta ve Mısırda yaşamış evliyânın büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdâtta doğdu. 933 (H.321) senesinde Mısırda vefât etti. Kabri, Karafe Kabristanında Zünnûn-ı Mısrînin kabri yakınındadır...Ebû Ali Rodbârî hazretleri, çok ibâdet ve tâatta bulunan, Allahü teâlâyı hatırlamaktan bir an gâfil olmayan bir zat idi. Nefsinin isteklerine karşı çıkar, riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Bu hususta buyurdu ki: İbret nazarıyla bakmak!..
Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hizmet ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder. Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellilerini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve Ona âit hakîkatleri anlamak nasîb olur. Söylediklerinizin alâmeti nedir? denilecek olursa deriz ki; sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır. Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz!..
Bu büyük mutasavvıf buyurdu ki: Tasavvuf, kalbi temizlemektir...
Ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek, insanlara anlatıp onların dünyâda ve âhirette kurtuluşa, saâdete ermeleri için çalışan Ebû Ali Rodbârî, Mısırda bulunduğu sırada rahatsızlandı. Hastalığı sırasında başını kız kardeşi Fâtımanın dizine koydu. Ölüm hâli yaklaşmıştı. Gözlerini açtı ve;


En yüksek rütbeye ulaştırdık
İşte semâların, göklerin kapıları açıldı. Cennetler de süslenmiş. Birisi de şöyle diyor: Ey Ebû Ali! Her ne kadar senin muradın değil idiyse de, işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz buyurdu.
Sonra da şu meâldeki şiiri okudu:
Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum. Seni temâşâ edene kadar hiçbir şeye severek bakmadım...
Bu sözlerden sonra Kelime-i tevhîdi söyleyerek rûhunu teslim etti ve hakîkî sevgilisine kavuştu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdülkâdir Deştûtî</label>

Memlûk Sultanı Kayıtbay, gazâlarında zor durumda kaldıkça zamanın büyüğü ve çok sevdiği Abdülkâdir Deştûtî hazretlerinden imdâd isterdi. O mübarek de, Allahü teâlânın izni ile askerin arasında görülür, düşmana hücûm ederdi. Böylece, diğer askerlerin şevki artar, coşarak hamle yaparlar, nihayet zafer elde edilirdi. Araştırdıklarında, Deştûtînin memleketinde bulunduğunu öğrenirler, harp meydanında aralarında bulunmasının, onun bir kerâmeti olduğunu anlarlardı. Dünya sultanlığına güvenme!
Abdülkâdir Deştûtî, bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu. Latîfe yoluyla Sultâna dedi ki:
-Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler! Kayıtbay;
-Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim? dedi.
Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki:
-Sen nasıl Sultansın ki, sineklere dahi sözün geçmiyor? (Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; Dünya sultanlığına güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır demek istedi.)


Üzerimden ayrılın ey sinekler!
Bundan sonra;
-Ey sinekler, üzerimden ayrılınız! dedi.
Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip gittiler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı...
? İşini yapmakta acele et!
Abdülkâdir Deştûtî hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, ağlaması, ağlayıp sızlayarak Allahü teâlâya yalvarması çok arttı. Kabirleri kazıp hazırlayan kimseye;


-İşini yapmakta acele et. Zîrâ vakit çok yaklaştı, buyurdu ve ertesi gün 1524 (H.931) senesinde Kahirede vefat etti. Bab-üş-Şariyyenin dış kısmına defnedildi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Deli Birâder" Mehmed bin Durmuş</label>

Muhammed bin Durmuş, Fârisî lisânını çok güzel konuşur, tûtî dilli dedikleri kimselerin onun yanında dilleri tutulurdu. İkinci Bâyezîd Hanın oğlu Şehzâde Korkut, Manisa Sancakbeyi iken onunla sohbet arkadaşı oldu. Berâber oturup kalkarlar, berâberce yer içerlerdi. Şehzâde Korkut ile birlikte Mısıra gitti. Yine onunla tekrar Anadoluya döndü. Şehzâdenin vefâtına kadar ondan hiç ayrılmadı. Şehzâde Korkut vefât edince, Yavuz Sultan Selîm Han tarafından Bursadaki Geyikli Baba Zâviyesinde vazîfelendirildi. Burada bir müddet ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikirle meşgul oldu. Talebelere dersler verdi... Herkesle iyi geçinirdi... Muhammed bin Durmuş hazretleri, güzel ahlâk ile donatılmış, serbest tabiatlı, yâni bir yerde uzun müddet kalmayıp, hareket ve değişikliği seven halîm selîm bir zâttı. Temiz kalpli ve doğru îtikâdlı, zarîf bir kimse idi. Merâsimli işlerden ve yapmacık davranışlardan hiç hoşlanmaz, herkesle iyi geçinirdi. İnsanlarla konuşurken, nükteli ve latîf kelimeler kullanırdı...
Şiir söylemeye kâbiliyetli olan Muhammed bin Durmuş, şiirlerinde Gazâlî mahlasını kullanırdı. Bâzı halleri ve söylediği şu beyit üzerine kendisine Deli Birâder lakabı verildi ve bununla meşhûr oldu.
Mecnûn ki fenâ deştini geşt itdi serâser
Gamhâneme geldi, dedi: Hâlin ne birâder?


Sohbetle geldik sohbetle gittik
1534 senesinde, bir gün dostlarını dâvet etti. Onlara çeşitli ikrâmlarda bulundu. Bir müddet sonra rahatsızlanıp, dostlarından müsâade istedi. Müsâdenizle azıcık uyuyayım, rahatsızlığım geçer dedi. Bir müddet sonra uyanıp gözlerini açtı. Ey ahbablarım! Elhamdülillah sohbetle geldik sohbetle gittik, ülfetle geldik ülfetle gittik deyip, tövbe ve istiğfâr eyledi. Arkasından Kelîme-i şehâdet söyleyerek rûhunu Hakka teslim eyledi. Mekke-i mükerremede yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Siz de bu genç gibi olurdunuz</label>

Zünnûn-i Mısrî hazretleri Mısırda yetişen büyük velîlerdendir. 772 târihinde doğdu. 859 târihinde Mısırda vefât etti. Eshâb-ı kirâmdan Amr bin Âs hazretlerinin yanına defnedildi...Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin hocası, Mâlikî mezhebinin imâmı, Mâlik bin Enes hazretleridir. Muvattâyı bizzat kendisinden okudu ve fıkıh ilmini ondan öğrendi. Mânevî ilimleri Şeyh İsrâfil hazretlerinden öğrenip kemâle ulaştı. Fakat hâlini bilmeyen pekçok kimse, ona düşman oldu ve vefâtına kadar değerini anlayamadı. Darda kalanların dostuydu...
Mısırda tasavvuf ilmini ilk defâ o açıkladı. Yüksek din ilimlerinin sekizincisi olan tasavvuf, ahlâk ilmi, onun açıklamasından ve izahlarından sonra Mısırda yayıldı ve nice kimselerin dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmasına sebeb oldu.
Zünnûn-i Mısrî hazretleri, cenâb-ı Hakkın âşığıydı. Onun sevgisi ile deli divâne olurdu. Darda kalanların dostu, dehşet içinde olanların tesellisi ve hasrette kalanların arzusuydu.
Yûsuf bin Hüseyin şöyle anlatır:
-Bir gün Zünnûn-i Mısrînin yanına gittim. Bana; Bir zaman Mısırın bir köyüne gidiyordum. Yolda uyudum. Bir müddet sonra uyandığımda, yer yarıldı ve içinden iki tabak çıktı. Birisinde semsem adı verilen bir yemek, diğerinde ise gül suyu vardı. Bana; Ey Zünnûn bunlardan ye ve bundan iç! dediler. Ben bir müddet tereddüd ettim. Sonra kalbime onları yememek isteği geldi. Onlar âniden kayboldu. Gâibden bir ses geldi ve dedi ki: Ey Zünnûn bu senin için büyük bir imtihandı. Sen imtihanını çok iyi verdin! diye anlattı...


Allah! diyerek vefat etti...
Ebû Câfer anlatır:
-Bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanındaydım. Eşyâların evliyâya itâatinden bahsediyordu. Meselâ şu sandalyeye odanın dört köşesini dön desem, döner ve eski yerine gelir buyurdu. Sonra sandalyeye odanın dört köşesini dön dedi. Sandalye odanın dört köşesini döndü ve eski yerine geldi. Orada bulunan bir genç ağlamaya başladı ve; Allah! diyerek vefat etti... Bana dönerek; Ey Ebû Câfer, eğer bize itâat eden her şeyi size gösterseydik, siz de bu genç gibi olurdunuz buyurdu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ahmed Mürşidî Efendi</label>

Ahmed Mürşidî Efendi, Diyarbakırda çok talebe yetiştirdi ve insanlara doğru yolu göstermek için vaaz ve nasihatlerde bulundu. Bir gün vaazında şöyle buyurdu:
Ey insanoğlu! Bil ki o sakladığın mallar senin değil hepsi emânettir. Bir gün sen âhirete göçersin onlar burada kalır. Oraya bir kefenden başka bir şey götüremezsin. Bir gün biriktirdiğin malları mîrasçılarına bırakıp gidersin. Bütün mal ve mülkün elinden gidip, o benim malım mülküm dediğin şeyler, yeni sâhiplerinin eline geçer. Her topladığın malın hesâbını yarın kıyâmet gününde vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet günü hâlin ne olacak?
Gelen gider, konan göçer
Sana söylenecek en tesirli söz şu olsa gerek: Sen bu geçici dünyâyı bâkî mi sandın? Hâlbuki bunların hepsi fânî idi. Çok mal toplayanlar yarın kıyâmet gününde hepsinin hesâbını vereceklerdir. Birçok soru ve suâlden sonra malının helâl olduğu anlaşılan kimse kurtulur. Haram ise, elbette azâb ederler. Helâl malın zekâtı sorulur. Eğer hesâbı kolay verirsen kurtulursun.
Ey bu fânî mülkün rağbetlisi olan insan! Kalbini durmadan, uzun uzun, bitmez tükenmez emellerle dolduruyorsun. Aklın varsa ihtiyâcından fazlasına heveslenme. Bu fânî âlemde kimse bâkî kalmaz. Bu dünyânın değişmez âdeti şudur: Gelen gider konan ise göçer. Çünkü yakında sen de bu dünyâdan gideceksin. Kim, bu yer benim dedi ise, sonunda o yer onu yedi.
Ahmed Mürşidî Efendi, 1760 (H.1174) senesinde Diyarbakırda vefât etti. Şehre bir saat uzaklıktaki Ali Pınarı köyü ile şehir arasına defnedildi. Vefatından önce şöyle dua etti:

Umut kapına geldim yâ Rabbî!
Yâ Rabbî! Bizi kötü huylardan koru. Bize, işlerimizi ihlâs ile yapmayı nasîb eyle. Yâ Rabbî! Sen ayıplarımızı gizleyicisin, kulların günahlarını bağışlayacak da sensin. Çeşitli suçları ile Ahmed kapına geldi. Bütün sevâbı, senin vahdâniyetini, birliğini bilmesinden ibârettir. O senin sevgili Habîbinin sallallahü aleyhi ve sellem ümmetindendir. Bütün gece ve gündüz isteği rahmetinle Cennetindir. Ettiğim isyanlara pişman olarak sana sığınıp umut kapına geldim. Ey yüceler yücesi Rabbim! Sen bizi kapından ayırma...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Seyyid Burhaneddin</label>

Seyyid Burhaneddin aslen Maveraünnehirdeki Tirmiz şehrindendir. Oradan çıkarak ilim öğrenmek için birçok memleket gezdi. Sonunda Behaeddin Veled hazretlerine kavuştu ve onun halifesi oldu. Bir ara Tebriz şehrine gitmişti. Burada iken hocasının vefat edeceği ilham olundu. Hocası ona rüyada, oğlu Celaleddinin terbiyesini kendisine verdiğini söyleyince hemen Konyaya gitti. Mevlana Celaledin-i Rûmi hazretlerinin en büyük hocası oldu. Samimiyetle teslim oldu...
Seyyid Burhaneddin, ta çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarda taşıdığı Mevlanaya dedi ki:
Baban manevi makam sahibiydi, sen de onu ara, kalden (sözden) geç. Onun sözlerini iki elinle kavramışsın; fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol. Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihana ışık saçmada güneşe benze. Sen zahiren babanın mirasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy!.. Mevlana babasının halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu...
Konyada bir müddet kalan Seyyid Burhaneddin, daha sonra Kayseriye gitmek üzere oradan ayrılmaya karar verdi. Mevlana hazretleri çok ısrar ettiyse de; Öyle anlıyorum ki, buraya Şems-i Tebrizi gelecek. Senin yükselmen onun vasıtasıyla olacak dedi ve Kayseriye geldi. Orada insanları irşâd eyledi ve Hicri yedinci asrın ortalarında vefat etti...


Cenazem için su hazırla!
Seyyid Burhaneddin hazretleri, vefat edeceği gün gusül abdesti aldı. Hizmetçisine; Ecel şerbeti bardağa konulmuş, bana verilmek üzeredir. Beni yıkamaları için sıcak su hazırla. Dışarı çık ve Seyyid Burhaneddin vefat etti diye seslen ki, cenazemde hazır bulunsunlar buyurdu. Sonra da Allahü teâlâya yalvarmaya başladı: Ey hâzır ve nâzır olan Allahım! Bana bir emanet verdin. Nihayet o emaneti geri alacaksın dedikten sonra İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın mealindeki Sâffat suresi 102. ayet-i kerîmesini okudu. Sonra; Yâ Rabbi! Seni ve Resulünü çok seviyorum, sana kavuşma arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgiye ve arzuma bağışla diyerek ruhunu teslim etti...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri