Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ahnef bin Kays</label>

Ahnef bin Kays hazretleri Basrada doğdu... Babası, Kays Ebû Mâliktir. Annesi, Amr bin Salebenin kızıdır... Bu mübarek zat, Resûlullah efendimizin zamânında Müslüman olduğu hâlde, mübârek yüzlerini göremediği, gönüllere şifâ olan sözlerini işitemediği için sahâbî olmakla şereflenemedi. Kavminin önde geleni idi. Kabilesinin Müslüman olmasına sebeb oldu. Çok hilm sâhibi idi. Hilm, yumuşaklık bana insanlardan daha çok yardımcıdır buyurmuştur. Ondan fazîletlisini görmedimHasan-ı Basrî hazretleri onun hakkında şöyle demiştir:
-Ahnef bin Kays şerefli bir kimse olup, kavmi arasında ondan daha fazîletli bir kimse görmedim...
Ahnef bin Kays; Hazret-i Ömerden hazret-i Osmandan hazret-i Aliden, Sad ibni Mesûddan, Ebû Zer-i Gıfârîden ve diğer sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Hazret-i Ömer, Ahnef bin Kaysa karşı olan sevgi ve muhabbetinden dolayı, bir süre yanında kalmasını istedi. O mübarek de bu istek üzerine bir sene Medîne-i münevverede kaldı. Sonra izin alıp Basraya döndü. Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eşarîye yazdığı mektubunda; Ahnef bin Kaysı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver buyurmuştu...
Ahnef bin Kays buyurdu ki: Şu üç hususa tahammül etmek, arkadaşlık haklarındandır: Kızıldığında, azarlandığında ve dil sürçmelerinde.


Ben zaten buna layığım!..
Ahnef bin Kays, 686 (H.67) senesinde Kûfede vefât etti. Cenâze namazını Musab bin Zübeyr kıldırdı. Kûfe sırtlarındaki Seviyye semtine Ziyâd bin Ebîhin kabri yanına defnedildi. Defin esnâsında orada bulunan Abdurrahmân bin Ukbe şöyle anlatır:
-Ahnef bin Kaysın Kûfedeki cenâzesinde bulundum. Kabre ben de indim. Kabri düzelttiğim zaman, alabildiğine genişlediğini gördüm. Bu durumu arkadaşlarıma haber verdim. Fakat onlar benim gördüğümü görmediler...
Bu mübarek zatın, vefat etmeden önceki son sözleri şunlar oldu:
Yâ Rabbi! Eğer beni affedersen, sen buna layıksın. Eğer azab edersen, ben de zaten buna layığım!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey</label>

Selçuk Beyin vefatı ve amcası Arslan Beyin Gazneli Mahmut tarafından esir edilmesi üzerine 1025te Selçuklu hanedanının başına geçen Tuğrul Beyin ilk yılları yurt aramakla geçti... 1034te Şah Melike karşı ilk mağlubiyetini aldı ve 7-8 bin askerini kaybetti. 1035te ilk büyük zaferini Gazne hükümdarı Mesuda karşı elde etti. Bu savaş Selçukluları mültecilikten kurtarıp ülke sahibi bir devlet haline getirdi... Nişaburdan Reye taşındı...
Tuğrul Bey, Nişaburu payitaht seçip 1038de ilk kez adına hutbe okuttu. Daha sonra Gaznelilerle çeşitli tarihlerde savaşan Selçuklular, Tuğrul Beyin en önemli zaferi olan Dandanakan Meydan Muharebesiyle yıkılma tehlikesini iyice bertaraf ettiler. Payitaht 1043te Nişaburdan Çağrı Beyin komutanlarından İbrahim Yınal tarafından fethedilen Reye taşındı. 1058de Abbasi Halifesi Cenab-ı Hakkın kendisine tevdi ettiği tüm ülkeleri Tuğrul Beye naklettiğini bildirdi.
Tuğrul Bey Erciş ve Bergri Kalelerini fethederek Anadolunun kilidi olan Malazgirt önünde ordugah kurdu. Fakat Malazgirtin fethi ona nasip olmadı.
Tuğrul Bey âdil, vakur, cömert, samimi, iyi ve yumuşak huylu bir şahsiyet, halkı tarafından sevilen bir hükümdar ve ordusunca tam bağlanılan kuvvetli bir kumandandı. Kendime bir saray yapıp da yanında bir câmi inşâ etmezsem, Allahü teâlâdan utanırım sözü, Tuğrul Beyin nasıl bir insan olduğunu çok güzel ifâde etmektedir...


Yeğeni Alparslan tahta geçti...
Tuğrul Bey yakalandığı bir hastalık sonucu 5 Eylül 1063 tarihinde vefat etti ve Selçuklu tahtına, yeğeni Alparslan geçti.
Tuğrul Bey, vefatından hemen önce yanındakilere şunları söyledi:
Benim durumum o koyuna benzer ki, yünleri kırkılmak için ayakları bağlanınca kesileceğini zannederek korkar, serbest bırakılınca sevinir... Kesilmek için ayakları bağlanınca da, yününü kırkmak için bağlandığını zanneder ve serbest bırakılacağını düşünerek sevinir, neticede kesilir... Yakalandığım hastalık, kesilmek üzere bağlanan koyunun haline benzer...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Adil hükümdar Nuşirevan</label>

Peygamber Efendimizin dünyaya geldiği yıllarda İran Sasani İmparatorluğunun başında hükümdar olarak Nuşirevan vardır. Asıl ismi Hüsrevdir. Bu zat adaletiyle ün yapmıştır. Sadece İranlılar değil komşu ülke insanları dahi onun adaletine hayran kalmışlardır. Kırk sekiz sene hükümdarlık yapmıştır... Göktürklerden kız aldıNuşirevan, o yıllarda hayli güçlü olan Göktürk Hakanının kızıyla evlenmiştir. Bu evlilikten peş peşe üç kız dünyaya gelir ki, İslam tarihinin en önemli şahsiyetlerinden olurlar. Hazreti Ömer döneminde yıkılan Sasani İmparatorluğuna mensup önemli kişiler esir olarak Medineye getirilir. Aralarında Nuşirevanın kızları da vardır. Anneleri Türk Hakanının kızı, babaları da İran hükümdarı olan bu narin kızlara Hazreti Ömer kıyamaz. Eshabı kiramdan üç ünlü zatın çocuklarıyla evlendirir...
Hükümdar Nuşirevan, hastalanmış, ölüm döşeğine yatmıştı. Evlâtlarını toplayıp onlara vasiyetlerini söylemeye başladığında, içlerinden biri:
-Baba, senin derdine hiçbir çare bulunmaz mı? dedi. Nuşirevan:
-Olmaz olur mu? Her derdin bir çaresi vardır. Benim derdimin devası ise, viranede öten baykuşun etidir. Eğer ülkemde bir harabede öten baykuş bulur, bana getirirseniz derdimin çaresi bulunmuştur, diye esrarlı bir cevap verdi.


Bir virane bulamazlar!..
Hükümdarın oğulları bu işe sevindiler. Dört yoldan İranın her yanında virane aramaya başladılar. Fakat ne kadar aradılarsa bulamadılar. Çünkü hükümdar milletine o kadar hizmet etmişti ki, ülkenin hiçbir yerinde, kendi haline terk edilmiş bir virane bulmak imkânsız hale gelmişti.
Hükümdarın çocukları, babalarına üzülerek bir virane bulamadıklarını söylediler. Nuşirevan, zaten bulamayacaklarını daha önceden biliyordu. Onların haline gülümseyerek 579 senesinde son nefesini verdi...
Peygamber efendimiz; Ben, âdil sultan zamânında dünyâya geldim buyurarak onun adâletini övmüştür. Fakat ne yazık ki, Resûlullah efendimizin İslâmiyeti tebliğinden önce öldüğünden, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamıştır. Resûlullah Efendimiz imansız gittiklerine üzüldüğü isimler arasında Nuşirevanı da saymışlardır...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Çoban Baba'nın kuzucukları...</label>

Erzurumun Ruslar tarafından kuşatıldığı ve dadaşların aslanlar gibi çarpıştığı yıllar... Bir garip çoban, sürüsünü almış, otlata otlata dağa doğru çıkıyordu. Kendi kendisiyle söyleşe halleşe hayli yol almış, hayli de yorulmuştu. Birden susadığını hissetti Çoban Baba!.. Gözünün önüne kara topraktan fışkırmış kol kol billur sular geldi. Fakat o yana baktı, bu yana baktı su bulamadı. Etrafta ne bir pınar, ne bir su birikintisi vardı. Bir türlü su bulamıyordu
Çoban Baba, yürümeye, koyunları da kendisiyle birlikte gelmeye devam ediyordu, fakat aradığı suyu bir türlü bulamıyordu.
Çobanın susuzluğu gittikçe arttı. Ciğeri göz göz dağlandı. O arada baktı ki, oğlaklar, kuzular dilleri dışarıda meleşiyor. Koyunların başları önlerine düşmüş. Koçlar huysuz ve öfkeli. Gün akşama dönünceye kadar, bütün sürü su arıyor Köpekler ayaklarıyla yeri deşiyor, çoban o çalının dibinden ötekine koşuyor, ama nafile!
Çoban Baba sonunda yorgun ve takatsiz düştü... Mis gibi kokulu bir mersin kümesinin dibinde toprağa çöktü. Başını secdeye koydu:
Rabbim dedi: Güzel Rabbim! Sürüm de ben de susuzluktan öleceğiz. Ben susuzluktan ölsem bir şey lazım gelmez, ama bu hayvancıkların meleşmeleri beni kahrediyor!.. Sen her şeye kadirsin Allahım...
Çoban hem söylüyor, hem ağlıyordu. O kadar çok ağlıyordu ki, gözünün yaşı toprağı yıkıyordu. Başı hâlâ o toprakta secdedeydi. Birden dudaklarına bir serinlik geldi... Önce ne olduğunu anlayamadı. Başını kaldırdı ve hayretle gördü ki, yerden bir pınar fışkırmış, gürül gürül... Serin, tatlı, ışıl ışıl...


Duası kabul olmuştu...
Şimdi Çoban Baba daha çok ağlıyordu. Çünkü, Rabbi duasını kabul etmişti. Bu sevinçle, az evvelki adağını unutacak değildi ya. Çoban Babanın son sözleri şunlar oldu:
Artık ölebilirim güzel Allahım!.. Artık ölebilirim... Değil mi ki sürüm susuzluktan kurtulacak, değil mi ki duamı hemen kabul ettin, artık bu can bana lâzım değil!..
Çoban Baba oracıkta ruhunu teslim etti. Sürüdeki hayvanlar, gidenden, gelenden habersiz pınara baş uzatmış, kana kana içiyorlardı..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Sıbgatullah Hizânî</label>

Sıbgatullah Hizânî hazretleri, Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. Babası, Seyyid Lütfullah Efendi, dedesi Seyyid Abdurrahmân Kutubdur. Doğum târihi bilinmemektedir. 1870 (H.1287) senesinde vefât etti. Kabri, Hizânın Gayda köyündedir.Seyyid Tâhâ hazretlerinin (Abdurrahmân Nîgûnam=Abdurrahmân iyi isimli, yüce şanlıdır), yâhut Kutb-ı Arvâsî buyurarak medhettiği Abdurrahmân Kutubun torunu olan Sıbgatullah Arvâsî, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah, kısa zamanda kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri tahsil etti. Zamânının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu...
Hz. Hızır ile sohbet ederdi...
Seyyid Tâhâ hazretleri, Resûlullah efendimizden mürşidleri vâsıtası ile gelen feyz ve bereketleri, Seyyid Sıbgatullahın kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi...
Mürşidi Seyyid Tâhâ hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti. Seyyid Tâhânın huzûrunda kemâl ve ikmâl mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizân ve Gaydada halkı irşad eyledi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı...
Ölüm hastalığı sırasında yanına giren Abdurrahmân Tâgî ve Molla Abdurrahmân Meczûb, sessizce Yâsîn sûre-i şerîfini okudular. Beni doğrultun buyurdu. Doğrulttular. Tekrar; Beni yatağıma uzatın buyurdu. Birkaç defâ doğrulttular ve tekrar yatağa uzattılar...


Böyle olsun bakalım
Ölüm hastalığının ıstırabı fazlalaşınca, Abdurrahmân Tâgîye bakarak; Böyle olsun bakalım dedi ve ölümü tercih ettiğini belirtti. Kendisini yatağına koymalarını isteyince, kollarından tuttular. Lâkin yatağa kadar yürüyerek gitti. Yüksekliği bir dirsek boyu olan sedirine kendisi çıktı. Sağ yanına yaslandıktan sonra tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. O anda odanın içine bir güzel koku yayıldı. Bu kokuyu odanın dışındaki diğer talebeleri de duydular. Bu koku defin esnâsına kadar devâm etti..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Fatih Sultan Mehmet Han</label>

İkinci Mehmed Han, 21 yaşında tahta çıktı. Genç hakan, daha ilk günlerde devleti ve ordusunu daha büyük hamleler yapacak bir kudrete ulaştırdı. Şehzadeliğinden beri bir an önce İstanbulu fethetmek ve Peygamber Efendimizin hadis-i şerîflerinde Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir müjdesine mazhar olmak istiyordu. Bu gaye ile askerî tarihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplar ile ordusunu dayanılmaz bir kudret haline getirdi. Orta Çağa son verdi...
Mehmed Han, 1000 yıllık tarihi boyunca aşılamayan Bizans surlarını aşmak için seyyar kuleler kurdu. Nihayet 6 Nisanda başlayan kuşatma, 22 Nisanda Fatihin donanmayı Beşiktaştan Haliçe indirmesiyle çok şiddetli bir duruma girdi. 29 Mayıs 1453te yapılan son taarruzla şehri alarak Orta Çağa son verdi.
Fatih Sultan Mehmet Han, bundan sonra, Osmanlı Devletini bir Cihan İmparatorluğu haline getirme ve İslamiyeti bütün dünyaya yayma mücadelesine girişti. O; Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır diyordu. Nitekim bu gaye ile kısa zamanda Anadoluda İsfendiyar, Trabzon, Karaman ve Akkoyunlu memleketlerini ilhak etti. Dulkadir Beyliği ile Kırım Hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan (Belgrad hariç), Eflak-Boğdan gibi ülkeleri fethetti. Birçok krallık, imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırıldı ve Osmanlı toprakları Tunadan Fırata kadar yayıldı. Anadoluda milli birlik tesis edildi...


Neden bana kıydılar!..
Bu büyük Türk Sultanı 1481 senesi ilkbaharında üç yüz bin kişilik bir ordunun başında olarak yeni bir sefere çıktı. Ancak, Hünkar Çayırı denilen mevkide hastalandı ve çok geçmeden 3 Mayıs 1481de vefat etti. Venedikli bir Yahudi dönmesi olan özel doktoru Yakup (Jakop Maestro) Paşa tarafından zehirlendiğinde ittifak vardır. Naaşı, adına yaptırdığı caminin bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.
Fatihin vefatından önce şöyle söylediği kaydedilmiştir:
Tabipler neden bana kıydılar, neden ciğerlerimi, canımı kana boyadılar.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Muallim Naci</label>

Muallim Naci, 1850 yılında İstanbulda doğdu. Son devir Osmanlı müelliflerindendir. Asıl adı Ömerdir. Babasının ölümü üzerine dayısının yanına Varnaya gitti. Orada medrese öğrenimi gördü. Varna Rüştiyesinde öğretmenlik yaptı. Sait Paşanın özel kâtibi olarak Rumeli ve Anadolunun birçok kentini dolaştı. İstanbula geldi. Memuriyetten istifa etti. Tercüman-ı Hakikat gazetesinde edebiyat sayfasını yönetmeye başladı. Başka gazetelerde çalıştı. Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Hukukta edebiyat öğretmeni olarak çalıştı...Klasik edebiyatı savundu...
Yaşadığı dönemde, Recaizade Ekrem ekolüne karşı klasik edebiyatı savunan Muallim Naci, aruzu ustalıkla kullandı. Servet-i Fünûncuları etkiledi. Şiirinin yanında edebiyat tarihi ve sözlük çalışmalarıyla da ilgi çekti. Yazdığı Lügat-ı Naci isimli eser, Türk edebiyatının temel taşlarındandır. Ertuğrul Gazi için yazdığı şiiri Sultan Abdülhamid Han çok beğenmiş ve onu taltif etmiştir.
Nacinin ismi, Türk edebiyatında, 1880den sonra duyulmuş ve kısa zamanda üne ulaşmıştır. Bu hızlı ve yaygın ünde, şiirdeki eski-yeni mücadelesinin en şiddetli safhasına -eski edebiyat taraftarlarının lideri olarak- adının geniş gürültülerle karışmış olmasının da payı büyüktür. Eski nazmın tekniğini iyi bilen ve ona kuvvetle hâkim olan Nacinin bu teknikle yazdığı şiirlerin sayısı, Batının tesirinde yazdığı şiirlerin sayısından çoktur...


Fransızcadan tercümeler yaptı
Muallim Naci, Fransız edebiyatını tanıdıktan sonra Fransızcadan tercümeler yapmış ve bir de piyes yazmıştır. Türk edebiyatının kökten değil, kısmî bir şekilde modernleştirilmesine taraftar olduğunu söyleyen Naci, bu düşünce ile batılı tarzda da şiir denemeleri yapmış ve başarılı örnekler de vermiştir...
II. Abdülhamidin vakanüvisliğinde de bulunan Muallim Naci, 11 Nisan 1893te, İstanbulda vefat etti. Muallim Naci, son nefesinde şunları söylemiştir:
Hakperestim, arz-ı ihlas ettiğim dergah bir
Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Seyyid Yahyâ Şirvânî</label>

Seyyid Yahyâ Şirvânî hazretleri, küçüklüğünde fevkalâde edep ve ahlâk sâhibi bir çocuktu. Bir gün arkadaşları ile oyun oynarken, evliyânın büyüklerinden İzzeddîn Halvetînin oğlu ile Sadreddîn Halvetînin dâmâdı olan Pîrzâde hazretleri onu gördüler. Çocuğu bir müddet seyrettikten sonra, birbirlerine; -Allahü teâlâ bu çocuğa, dedelerinin edebini, olgunluğunu ve güzel huyunu ihsân etmiş. Duâ edelim de, Halvetî yolunun feyz ve mârifetlerine de kavuşsun, dediler. El açıp cenâb-ı Hakka yalvarıp, uzun uzun duâlar ettiler...
Evladım sen Sadreddîne git!
O gece Seyyid Yahyâ, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz;
-Evlâdım Yahyâ! Halvetî yolunun büyüklerinden olan Sadreddîne git. Onun sohbeti ve hizmetiyle şereflen! buyurdu.
Sabah olunca, yaşının küçüklüğüne bakmadan, Sadreddîn Halvetînin huzûruna koştu. Onun terbiyesi altında ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda hocasının feyz ve bereketleri ile, ilimde ve tasavvuf yolunda pek yüksek derecelere kavuştu.
Seyyid Yahyâ hazretleri çok sıcak aylarda azıksız ve susuz sahralara çıkar, oralarda günlerce kalır, ibâdetle meşgûl olurdu. Halvet, yalnız olarak tenhâ bir yerde kalmak ve ibâdet yapmak değişmez husûsiyetlerindendi...


Yemeğin kokusu ile yetindi...
Seyyid Yahyâ Şirvânî hazretleri, ömrünün sonlarında devamlı Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Oğlu Emîrgûne bir gün yemek pişirip getirdi. İftâr etmelerini ricâ etti. Seyyid Yahyâ hazretleri oradaki talebelerini çağırttı. Bismillâh deyip başlayın buyurdu. Kendisi bir kaşık aldı, kokladı ve yemeği geri koydu. Kaşık elinde bekledi. Talebeleri yemeği bitirdi. Yemek bitince; Elhamdülillah deyip, kaşığı bıraktı. Talebelerine;
-Lokman Hakîm nice seneler bir yemeğin kokusu ile yetinmişti. Ben de bu bir lokma yemeğin kokusu ile yetinsem yeridir, buyurdu. Bundan kısa bir zaman sonra da vefat etti...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî</label>

Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, 1778 (H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Onun emriyle İstanbula gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu. 1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdarda Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed Mezarlığına çıkan yol ile Selimiye Bağlarbaşı Caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül-islâm Ârif Hikmet Beyin kabristanındadır.Sıkıntıları gülerek karşılardı
Abdülfettâh Efendi, dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım diye üzülürdü.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdîyi İstanbula gönderdi. Abdülfettâh hazretleri, Üsküdarda Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler yanına akın ettiler. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular...


Sevdikleri ile helâllaştı ve...
Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâllaştı, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharremin on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Kurân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.
Bütün âlimler ve evliyâlar söz birliği ile; Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm hâriç, İstanbulun en yüksek üç velîsinden birinin Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Diğer ikisi ise; Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrekteki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Koca Yusuf</label>

Asırlardır harp meydanlarında gayr-i müslimlerle karşılaşmış yiğitlerimiz, ilk defa 19. asırda, sulh zamanında diyar-ı Frengistanda gayri müslim pehlivanlarla güreş tutmuşlardır. Avrupa ve Amerikada güreşerek dünyaya nam salan pehlivanlarımızın en meşhuru Koca Yusuftur... Koca Yusuf pehlivan, ulemâların; Müslümanların maddeten de güçlü olduklarını isbat etmenin bir cihad olduğu yolunda fetvalarını ve dualarını alarak Avrupa ve Amerikaya gitmiş oralardaki bütün meşhur pehlivanların sırtını yere vurarak Cihan Pehlivanı unvanını almıştır.Batı macerası başlıyor...
Türk dünyasının en kuvvetli adamı kabul edilen Koca Yusufun Batı macerası şöyle başlar: Pehlivanımız, Fransız sirk cambazı Doublierin dikkatini çeker! Doublier, Yusufu Avrupaya götürerek güreştirmek bu sayede para kazanmak ister...
Meseleyi Koca Yusufa açtığında ilk başlarda kabul etmeyen pehlivanımız, bilahare parayı pulu aklına getirmeden, sadece Müslümanların bu sahada da üstün olduklarını isbatlamak için Avrupaya gitmeğe razı olur.
Koca Yusuf artık Avrupadadır... Fransadaki ve civardan gelen bütün meşhur güreşçileri yener ve kendisine yapılan teklifi kabul ederek oradan da Amerikaya gider.
Amerikada yaptığı bütün karşılaşmalarda da, milletinin şânını düşünen Yusuf, her güreşinde galip gelir. Batılılar kendisine Yenilmez Türk unvanını takmışlardır.
Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur. O artık vatanını, ailesini özlemiştir... Kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civarında alacağı bahçeli bir evde geçirmek istemektedir...


Vatan hasretiyle yanmaktadır
Vatan hasretine dayanamayan Yusuf pehlivan, New Yorktan 21 Mayıs 1898de Fransız bandıralı da Bourgogne Transatlantiğine binerek yola çıkar. Ancak, bindiği gemi sis yüzünden İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışır. Yusuf, hemen iki rekat namaz kılar ve bir filikaya binmek üzere denize atlar. Ne var ki can telaşına düşen tayfalar ve yolcular Yusufun ağırlığıyla filikanın batacağından korkarak onu engellerler. Yusufun mengene gibi kayığın kenarına yapışan elini kürek darbeleriyle sökemeyince balta ile bileklerini keserler. Bunun üzerine Yusuf pehlivan, 5 Haziran 1898de boğularak ruhunu teslim eder...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Halîfe-i Kızılayak</label>

Âbid Nazar, 1877 (H.1294) yılında şu anda Türkmenistan Cumhûriyeti içinde bulunup o zaman Buhâra Emirliğine bağlı olan Kerki şehrinin Kızılayak köyünde dünyâya geldi. İlk tahsîlini âlim bir zât olan babasının da yardımıyla burada tamamladı. Sonra, küçük yaşına rağmen, tahsîlini devâm ettirmek için Buhâraya gitti. Burada birçok âlimden çeşitli dallarda ders alarak, talebelikte en yüksek dereceye ulaştı...Bolşevik İhtilâli sırasında
Halîfe-i Kızılayak, Bolşevik İhtilâli sırasında Kalişof hâdisesinden îtibâren Ruslara karşı çok gazâ ve cihâdlarda bulundu. Buhârâ Emirliği Rusların eline geçtikten sonra da cihâdı bırakmadı. Ancak silâh ve gıdâ yetersizliğinden Afganistana hicret etmek mecburiyetinde kaldı. Büyük bir kalabalıkla Afganistana geçen Halîfe-i Kızılayak, bundan sonra devamlı cihâd hareketini destekledi...
Halîfe-i Kızılayak, Afganistana geçtikten sonra ilk önce Andhoy kazâsının Altıbölek köyünde oturmuşsa da bâzı hâdiseler sebebiyle Cüzcân vilâyetine yakın bir yere yerleşti. Buraya eski köylerinin ismi olan Kızılayak adı verildi
Zâhir Şâh zamânında bir ara Halîfe-i Kızılayakın gözleri görmez olmuş ve tedâvî için Kâbîle gitmişti. Yol boyunca halk onu gruplar hâlinde karşılıyor ve bir kerecik bile olsa onunla müsâfeha edebilmek ve duasını alabilmek için can atıyordu.
Kâbile vardıklarında, onu bizzat Zâhir Şâh karşıladı. Zâhir Şâh Halîfe-i Kızılayakı gördüğü anda hemen ayağa fırlayarak ellerine sarıldı ve; Ben sizi daha önce de görmüştüm diyerek şunları anlattı:


Bir kuyuya yuvarlandım
-Daha Şah olmamıştım. Babam sağdı. Bir gün av için Dere-i Acer denilen yere gittim. Heyecanla av peşinde koşarken atımla birlikte oradaki bir kuyuya yuvarlandım. O anda; Yetiş ya pîr şeklinde haykırmıştım. Hemen göğsümden kavrayan bir el beni kenâra koymuştu. İşte o vakit karşımda sizi gördüm. Korkma yavrum diye beni sâkinleştirdikten sonra nereye gittiğinizi anlayamamıştım...
Bu mübarek zat, büyük velî hazret-i İşanın torunlarından olan hanımı vefât edince; Artık gitme zamânımız geldi buyurdu. Hakîkaten hanımının vefâtından bir gün sonra 1955 (H.1375) yılında kendisi de Hakkın rahmetine kavuştu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Barbaros Hayreddin Paşa</label>

Barbaros Hayreddin Paşa, Büyük Osmanlı Kaptan-ı deryasıdır (amirali). 1466 yılında doğdu. Asıl adı Hızırdı. Din ve devlet yolunda yaptığı büyük işlerden dolayı Yavuz Sultan Selim Han tarafından, dine hayrı dokunan manasına gelen Hayreddin ismi verildi. Barbaros Hayreddin Paşa, âlim ve cesur bir komutandı. İri yapılı ve kumral tenliydi. Saçı, sakalı, kaşları ve kirpikleri çok gürdü. Doğu Akdeniz kıyılarındaki milletler tarafından; havuç rengine çalan kırmızı sakalından dolayı kızıl sakallı manasına gelen Barbarossa diye tanınmaktadır...
Denizci bir aile...
Barbaros Hayreddin Paşa, denizciliğe korsanlık ile başladı. Osmanlı Cihan Devletinin Kaptan-ı Deryalığına kadar yükseldi. Kardeşleri Oruç ve İlyas Reisler de denizci idi. Venediklilerin korkulu rüyasıydı. Prevezede Andrea Doryayı kati olarak yendi. Hatıralarını yazdırdı. Bu hatırat, Osmanlı edebiyat ve tarihinin hazinelerinden birisidir.
Barbaros Hayreddin Paşa, Kuzey Afrikayı fethetti ve Osmanlı Devletine kattı. Endülüs Müslümanlarının imdadına yetişti. Osmanlı Kaptan-ı Deryalığına tayini için Halepteki Sadrazam ile buluşmaya gitti. Makbul İbrahim Paşaya Amerikaya gitmeyi teklif etti. Fakat kabul ettiremedi.
Barbaros Hayreddin Paşa, 1544te İstanbula döndü. İstanbulda iki sene yaşadıktan sonra 1546da Beşiktaştaki sahil sarayında vefat etti. Beşiktaşta deniz kenarındaki türbesine defnedildi. Ölümüne ebced hesabı ile Mate reis-ül-bahr (Denizin Reisi vefat etti. H. 953) tarihi düşürülmüştür.




Ölüm döşeğinde bile...
Son anlarında, ölüm döşeğinde bile gözü denizlerde idi. Havayı kontrol ediyor,
Ben denizde olsam yelkenleri indirirdim gibi şeyler söylüyordu. Nihayet, vasiyet etti:
Ben öldüğüm zaman beni deniz sesi işitilecek bir yere defnediniz...
Nitekim öyle oldu, Beşiktaştaki türbesinde o her sene Türk denizcileri ve kadr-ü kıymetini bilenler tarafından ziyaret edilir...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri