Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Muhabbet denince... Şems-i Tebrîzî</label>

Şems-i Tebrîzî hazretleri manevi bir işaret üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla memleketi Tebrizden Anadoluya hareket etti. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konyaya geldi.
Mevlânânın oğlu Sultan Veled, şöyle anlatır:
Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı... Hakkımda sû-i zan ediyorlar!
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâyı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu...
Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânânın hiç görünmemesinden dolayı hazreti Şemse kızmaya başladı...
Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Velede; Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâdan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! dedi...
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar. Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı... Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâya; Beni katletmek için çağırıyorlar dedi ve dışarı çıktı...
Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin Allah! diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hazretleri hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veledi uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin cesedini bulamadılar...

Kuyudaki cesedi buldular!
Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler...
Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzînin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona; Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin buyurdu.
Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Şükrü Paşa ve Mülazım Sadık Bey</label>

1912 senesi... Osmanlı tarihinin en karanlık sayfalarından biri olan Balkan Savaşı günleri... Aralık ayı başları idi. Edirne Müstahkem Mevkii Kumandanı Şükrü Paşa:
-Son kurşunu atmadan şehri düşmana teslim etmem, diyordu.
Bulgarlar tarafından kuşatılmış bulunan Edirne dışında bulunan ve şehirdeki karargah ile irtibatı kesilmiş olan bir birliğe yeni bir talimat göndermek ihtiyacını duydu. Bu kolay bir iş değildi. Talimatı götürecek bir veya birkaç kişi, kuşatma hattını geçerken ölümle karşı karşıya gelebilirdi. Bu işe en uygun, Teğmen Sadıktı... Tehlikeli ve şerefli bir vazife!..
Şükrü Paşa, Mülazım Sadıkı makamına çağırdı ve bir baba şefkati ile elini omzuna koydu:
-Oğlum, dedi, sana tehlikeli, fakat çok şerefli bir vazife vermek istiyorum. Senin gibi bir Türk evladının cesaret ve kahramanlığını arttıracak sözleri de fazla buluyorum. Ne dersin?
Sadık hazırol vaziyetinde duruyor, gözünü kırpmıyordu. Yalnız, bakışları o kadar tatlıydı ki, kendisine gösterilen güven ve teveccühten çok sevindiği derhal belli oluyordu.
-Her tehlikeli vazife bana şeref verir Paşam. Hata bu, hayatım pahasına bile olsa!..
Paşa sordu:
-Hayatım pahasına mı dediniz?
-Evet Paşa hazretleri, hayatım pahasına bile olsa...
Şükrü Paşa teğmenin bu mertçe sözlerden duygulanmış ve gözleri dolmuştu.
-Öyle ise, dedi, kurmay başkanını gör, ondan lüzumlu talimatları al. Bu akşam hava karardıktan sonra yola çıkarsın. Allah yardımcın olsun Sadık.

Görevini başarmıştı, ancak...
Teğmen Sadık topuklarını birbirine vurdu.
-Başüstüne Paşam, diyerek geriye döndü, sert adımlarla kumandanın odasından çıktı...
Kısa bir zaman sonra Şükrü Paşa, yanında kurmay başkanı olduğu halde topçu mevzilerini teftiş ettikten sonra karargâha dönmüştü. Kendisine bir kurmay yüzbaşı yaklaştı ve acı haberi verdi:
-Teğmen Sadık şehit oldu Paşam!
Teğmen Sadık görevini başarmış, fakat geri dönerken düşmanın bir yaylım ateşine maruz kalarak vurulmuştu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Emîrül-Kulûb Ebül-Hüseyin Nûrî</label>

Ebül-Hüseyin Nûrî, Bağdâtın büyük velîlerindendir. Onuncu yüzyılda yaşadı. Doğum târihi bilinmemektedir. 908 senesinde Bağdatta vefât etti...
Bu mübarek zat, karanlık gecede söz söylese ağzından nûr çıkar ve oda aydınlanırdı. Dişlerinin arasından nûr çıktığı, firâset nûrunun fazlalığı sebebiyle bâtın hallerinden haberler verdiği için, Nûrî nisbesiyle şöhret buldu. Sonra gelen âlim ve velîler onun üstünlüğünü kabûl ettikleri için Emîrül-Kulûb (kalplerin pâdişâhı) lakabı verildi... Yüksek derecelere kavuştu
Ebül-Hüseyin Nûrî, küçük yaşlardan îtibâren ilim tahsîline başlayıp zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Birçok zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi. Zünnûn-i Mısrî, Ahmed bin Ebil-Havârî, Muhammed bin Ali Kassâb gibi velîlerin sohbetlerinde bulundu. Büyük velî Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin uzun müddet sohbetlerinde ve hizmetinde yetişip tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Zâhirî ilimlerde derin bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî oldu. İbrâhim-i Havvâs, Hayrun-Nessâc, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri gibi velîlerle aynı zamanda yaşayıp onlarla sohbette bulundu. Ebû Bekir Kettânî, Vâsıtî, Ebû Saîd bin Arabî gibi zâtlar da onun sohbetinde bulunup ondan ilim öğrenip feyz aldılar.
Ebül-Hüseyin Nûrî hazretleri Bağdâtta yaptığı nasihatlerle insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için çalıştı. Sonra Mısıra gitti. Mısıra varınca, kendisinden nasîhat etmesini istediklerinde; Kim yaptığı işlerde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezse, hallerinde Allahü teâlâyı göremez. Kim Allahü teâlânın kendisini dâimâ bildiğini ve gördüğünü düşünmezse, Allahü teâlâ da ona rahmet nazarıyla bakmaz buyurdu...

Öyle bir menzile eriştim ki!..
Ebu Hatim Sicistani, Ebu Nasır Serractan şunu rivayet etti: Ebül Hüseyin Nûrînin ölüm sebebi şu beyiti duymasıdır:
Seni seve seve, öyle bir menzile eriştim ki/Akıllar bu menzile vardıklarında hayrete düşmüşlerdir!
Ebül Hüseyin Nûrî bu beyiti duyunca, kendinden geçti ve sahrada şaşkın bir halde dolaşmaya başladı. Dolaşırken bir kamışlığa uğradı. Kamışların üst tarafları kesildiği için ayaklarını kesti. Ve sabaha kadar kan kaybı sebebiyle kendinden geçmiş olarak vefat etti..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Mevlananın talebesi Sipehsalar Feridun</label>

Sipehsalar (Serasker) Feridun bin Ahmed, Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin kırk yıl talebeliğinde bulunmuş bahtiyar insanlardan biridir. Hazreti Mevlananın şahsiyetine, velâyet gücüne ve menkıbelerine bizzat şahitlik etmiş ve yanında bulunduğu süre içinde görüp işittiklerini Farsça olarak kaleme aldığı Risale-i Sipehsalar be Menakib-i Hüdavendigâr adlı kitabında bir araya toplar. (Mevlana hazretleri hakkında en önemli kaynaklardan olan bu risale, 1912 yılında Mesnevi gibi Arabinin Füsusul Hikemini de Osmanlıcaya aktarıp şerh eden şair, bestekâr ve hukukçu Ahmed Avni (Konuk) Bey tarafından Osmanlıcaya çevrilerek yeniden değer kazanır. Sipehsalar Risalesi, Mevlanayı, tasavvufu, aşkı ve vecdi anlamak isteyen herkes için sağlam bir kaynak teşkil ediyor.) O bir seraskerdir...
Sipehsalar Feridun, ataları gibi bir Selçuklu devletinin askerlerinden biri olup, cesur, cömert, zarif ve güzel ahlaklı bir komutandı. Gençliğinde Mevlana hazretlerinin meclisine gider, sohbetine doymak bilmezdi. Babası öldükten sonra Alaaddin Keykûbat tarafından komutan olarak atandı. Bir gün yine meclisine katıldığı Mevlana hazretleri tarafından şu sözlerle taltif edildi:
-Ey Feridun, bir müddet cihad-ı asgarın kumandanı oldun, bundan sonra da ebrar askerinin kumandanı ol!
Hadis-i şerifte işaret edildiği gibi, savaşı küçük cihad olarak değerlendiren Mevlana hazretleri, Feridun bin Ahmede nefsiyle mücahede edenlerin önderliğini teklif etti. O da bu davete uydu, talebesi oldu. İşte Sipehsalar Risalesi de bu şekilde ortaya çıktı. Savaşa gideceği zaman manevi desteğini almak üzere el öpmeye gelen Sipehsalar Feridun, pekçok savaşın hikâyesini yaşanmış gibi önceden Mevlana hazretlerinden dinliyordu. Bu görüşmeler esnasında onun pekçok üstün özelliğine şahit oluyor, yakınlarını da tanıma imkânı buluyordu...

Hocasının ayak ucunda...
Sipehsalar Feridun miladi 1301 yılında vefat etmeden önce de, Devletsiz başımız o hakikat sultanının ayaklarındaydı, vefatımdan sonra da öyle olmak münasiptir sözleriyle vasiyette bulunduğundan, Sultanül Ulemanın kabrinin ayak ucuna defnedildi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük hadis âlimi İmam Ebul-Vakt</label>

İmam Ebul-Vakt hazretleri, Hicri 457de doğdu. Zamanındaki çok sayıda büyük muhaddislerden hadis dersi aldı. Hadis rivayetini çok severdi...
İmâm-ı Rabbânî hazretleri asırlar sonra onun hakkında ve onun gibiler için buyuruyor ki:
Ebul-Vaktin vakitleri değişmez. Halleri değişmez. Vakit onlara değil, onlar vakte hâkimdirler. Onlar zamanla değil, zaman onlarla bereketlenmiştir...
Bu mübarek zat, bir sene hacca niyet etti. Hazırlıklarını tamamladı ancak ömrü vefâ etmedi ve o sene vefat etti.
Girince taam, çıkar kelam!
İmam Ebul-Vakt hazretleri çok talebe yetiştirmiştir. En sevdiği talebelerinden olan Yusuf ibni Ahmed Es-Şirazi, kitabı Erbain-ul-Buldanda mübarek hocası hakkında şunları anlatır:
Son hastalığında hocamı ziyarete gittim. Abdül-baki ibni Abdül-Cebbar El-Hereviye tatlı getirmesini söyledi. Dedim ki:
-Efendim, Ebul-Cehmin cüzünden size okumam bana tatlı yemekten daha sevimlidir.
Gülümsedi ve dedi ki:
-Girince taam, çıkar kelam!
Sonra tatlı takdim edildi ve yedik. Arkasından cüzü çıkardım. Aslını rica ettim ve getirdi. Cüzü ona okudum. Bu beni çok sevindirdi. Ondan Sahihi ve başka rivayetleri de dinlemek nasib oldu. 6 Zilkade 553te Salı gecesi, Bağdadda vefat edene kadar sohbetine ve hizmetine devam ettim. Şunuziye Mezarlığına defnettik. Kendisi;
-Beni Şunuziyede hocalarımın ayakları dibine defnediniz, diye vasiyet etmişti.
Son anları yaklaştığında hocam Ebul-Vakti göğsüme yaslamışım. Kendisi durmaksızın zikrediyordu. İçeri Muhammed ibn-il-Kasım El-Sufi girdi. Hocama doğru eğildi ve dedi ki:

İkrama mazhar olanlardan...
-Efendim, Resulullah Efendimiz buyuruyor ki: (Kimin son sözü La
ilahe illallah olursa cennete girer.)
Hocam Ebul-Vakt yüzünü kaldırdı ve şu âyet-i kerîmeyi okudu:
- Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve ikrama mazhar olanlardan kıldığını bileydi (Yasin 26-27)
Muhammed ibn-il-Kasım ve oradakiler hayret ettiler. Sureyi sonuna kadar okudu. Sonra Allah, Allah, Allah dedi ve seccade üzerinde vefat etti..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Fas evliyâsından Abdüsselâm bin Meşiş</label>

Evliyânın büyüklerinden olan Abdüsselâm bin Meşiş, Hazret-i Hasanın soyundandır. Bu sebeple kendisine Hasenî denmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1228 (H. 625) senesinde vefat etti...
Abdüsselâm bin Meşiş hazretlerinde, henüz yedi yaşında iken mânevî hâller görülmesinden sonra kendini ilme ve ibâdete verdi. On altı yıl dolaştı. Bu sırada bir mağarada kalırken, yanına, evliyâdan Abdurrahmân bin Zeyyât geldi. Yedi yaşından beri mânevî terbiyesi ile meşgûl olduğunu, kavuştuğu hâlleri tek tek söyleyince ona intisâb etti, bağlanıp talebe oldu. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu. Zamânın büyüğünü arıyorum
Talebelerinin büyüklerinden olan Ebül-Hasan eş-Şazilî şöyle anlatır:
-Iraka vardığım zaman, sâlih bir zât olan Ebül-Feth el-Vâsıtî hazretlerinin huzûruna gittim. Çünkü, Irakta birçok âlim olmasına rağmen, onun gibisi yoktu. Ben, zamânın büyüğünü arıyordum. Yanına girince bana; Sen, Irakta zamânın kutbunu, büyüğünü arıyorsun. Hâlbuki o, senin memleketindedir. Onu orada bulabilirsin dedi. Bunun üzerine hemen memleketime döndüm ve evliyânın büyüğü Ârif-i billâh el-Kutb el-Gavs Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş hazretlerinin bulunduğu yere vardım. Bir dağ eteğinde, bir dergâhda ikâmet ediyordu. Huzûruna çıkmadan önce gusül abdesti aldım. Sonra niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her neyim varsa kalbimi tamâmen boş bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim.

Ben Ona gidiyorum...
Bulunduğu yere çıkarken onunla karşılaştım. Bana; Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah bin Abdülcebbâr buyurup, Resûlullah efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı ve; Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk edip bize geldin. Biz de, dünyâ ve âhiret ile ilgili ne zenginlik varsa sana verdik dedi. O anda beni bir dehşet kapladı. Allahü teâlâ, kalb gözümü açıncaya kadar orada kaldım. Hocamdan, târifi imkânsız kerâmetler gördüm.
Bu mübarek zatın son sözü şu oldu:
Tek hakikat Allahü teâlâdır. Ben de Ona gidiyorum. Ne mutlu, Onun rızası ile Ona gidenlere!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Seyyidleri üzen Mûsâ Beyin sonu!</label>

Bir gün, Iraktan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrîye, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârunân denilen köyden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki zât, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehrîye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini bu durumdan haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Beye haber gönderip;
Bu katırların yükleri bana âit olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et buyurdu. Mûsâ Bey emri dinlemedi!
Mûsâ Bey bu emri dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defâ haber gönderip;
Benim nâmıma ve hatırıma versin buyurdu.
Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük bir hiddetle;
Cumâ gecesi gelsin de o vermesin görelim buyurdu.
Cumâ gecesi, Nehrîden, talebeler gidip, netîceyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Mûsâ Bey, divânhânesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş, Seyyid Tâhânın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mîdesine bir ağrı girerek. Karnım!.. Karnım!.. diye bağırarak can vermiş.
Bu durumun nereden kaynaklandığını iyi anlayan dokuz oğlu hemen Nehrîye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ hazretlerine sığındılar. Lütfen, merhameten babamızın defin merâsiminde bulunup, duâ buyurunuz dediler. Onlara cevâben;

Kömür gibi bir ceset!
-Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz, buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü...
Definden sonra, Seyyid Tâhâ hazretleri;
-Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi, buyurdu.
Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakâret etmenin onu üzmenin cezâsını nasıl verdi, bunu herkes açıkça gördü.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Molla Câmî ve bir Arabî...</label>

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî henüz beş yaşında iken Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu... Kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ, Heratta meşhûr beş âlimden birisi oldu. O öyle bir zat idi ki, sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı. Sultanlara, vezirlere, vâlilere ve devlet büyüklerine yazdığı mektuplarda; onlara dâimâ iyiliği, hayrı, adâleti, halka şefkatle muâmeleyi tavsiye ederdi.
Hindistanda Timûroğulları devletinin kurucusu olan Bâbûr Şah, Molla Câmî hakkında; Onun övülmeye ihtiyâcı yoktur. Ancak adını anmak, bizim için kurtuluş vesîlesidir derdi. Hac için yola çıktılar...
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, 1472 (H.877) senesinde Hicaza gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler onu karşılayarak, ziyâret edip, hayır duâsını aldılar. Bilmedikleri müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdâtta Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi. Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebeb oldu. Uğradığı yerlerde, sultanlardan, emîrlerden ve halktan pekçok hürmet, izzet ve ikrâm gördü. Daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında bir Arabî (Çölde yaşayan göçebe Arap) ile karşılaştı. Molla Câmînin güzel bir devesi vardı. O deve Arabînin hoşuna gitti. Arabî, kendi kafasına göre bir fiyat biçerek o deveyi satın almak istedi. Molla Câmî, Arabînin ısrârına dayanamayarak verilen fiyata devesini sattı. Arabî, kendi yükünü yükledi ve deveyi alıp gitti...

Bana hasta deveyi sattın!
Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Arabî, Mevlânâ Câmîye gelip;
-Bana hasta bir deveyi sattın, diyerek, küstahça sözler söyledi. Molla Câmî, adama parasını geri vererek;
-Deve nerede öldü? buyurdu. O da;
-Falan yerde, istersen gidip görelim, dedi. Molla Câmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl etti. Yola çıkmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki:
-Bu Arabînin ölümü yaklaştı!..
Arabî, Mevlânâ Câmî hazretlerinin buyurduğu gibi, tam devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Vandan doğan güneş Abdülhakîm Arvâsî</label>

Büyük âlim, Mürşid-i kâmil Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Aliye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birinci Dünya Savaşı başında Vanda Ermenilerin başlattığı katliamlar üzerine buradan hicret ederek, meşakkatli yolculuklardan sonra İstanbula geldi. Burada Süleymaniye Medresesi Tasavvuf Müderrisliği (Ordinaryüs Profesörlüğü) vazifesine tayin edildi. Daha sonra çeşitli camilerde vazifelendirildi. Otuz sene îmânı anlattım!
Dört mezheb ilimlerinde mütehassıs, büyük âlim, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî rahmetullahi aleyh, vefâtına yakın, şöyle buyurdu: İstanbul câmilerinde, otuz sene, yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan îmânı, yanî Ehl-i sünnet itikâdını ve İslâmın güzel ahlâkını anlatmağa çalıştım. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahtan öğrendiler...
Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları; dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden din câhillerinin ve yobazların iftirâlarına sebeb oldu. Bunların tahriki ile Eylül 1943te tutuklanarak İstanbuldan İzmire götürüldü. Bir müddet Meserret Otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursaya nakli veya İstanbula iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar. Nihâyet Ankaraya nakline müsaade çıktı. Bu karar üzerine Ankarada Hacı Bayrâm-ı Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işıkın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Beyin evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943te vefât etti. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.

Senin dostlarını sevdim...
Vefat etmeden önce yatağında hafif doğruldu ve şöyle dua etti:
Yâ Rabbi! Sana layık hiçbir ibadetim yok. Fakat senin dostlarını sevdim ve düşmanlarına düşmanlık ettim. Beni bu muhabbet ve düşmanlığıma bağışla!.. Sonra da:
Arş-ı âlâyı görüyorum, ne güzel, ne güzel diyerek ruhunu teslim etti...

]
besmel.gif


besmel.gif
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
İbrâhim bin Edhem hazretlerinin oğlu</label>

İbrahimin babası Edhem, Belh diyarının hükümdarıydı. Kendisi Şehzâde olup, her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı. Fakat bir gün Allah aşkı ile yandı tövbekâr oldu. Evini barkını terk etti. Memleketi Belhten ayrıldığında geride süt emen bir oğlu kalmıştı. Çocuk büyüdü. Zengin oldu ve bir gün vâlidesine;
-Anneciğim, ben gidip, babamı bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım, dedi. Dört bin kişilik kafile...
Genç adam, her tarafa haber gönderip, bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine gelmelerini, masraflarını kendisinin karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine dört bin kişi geldi. Hepsinin masraflarını karşılayıp, hem haccetme, hem de babasına kavuşmak arzusuyla yola çıktı...
Kâbe-i muazzamaya varınca, orada hırka giymiş, yamalı elbiseli kimseler gördü ve onlara babasını sordu. Onlar;
-O bizim hocamızdır, Mekke dışından, sırtında odun getirip, satar, parası ile de ekmek alıp bize verir, dediler. Genç, sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun yüklenmiş olarak geldiğini gördü. Kendisini tâkib etti. O, pazara gidip odunları sattı. Parası ile ekmek alıp dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da namaz kılıyordu. Dostlarıyla birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç karşısına gelip durdu. İbrâhim bin Edhem ona bakıyordu. Genç, babasını görünce kendinden geçecek şekilde ağladı...
Kendine geldiğinde selâm verdi. Babası selâmını alıp, bağrına bastı ve; Hangi dindensin? diye sordu. Genç; İslâm dînindenim dedi. İbrâhim bin Edhem; Elhamdülillah! Kurân-ı kerîmi de biliyorsun. Peki ilim de tahsil ettin mi? buyurdu. Oğlu; Evet! deyince, o yine hamdetti.

Bu, dostluğa sığar mı?
Fakat o anda enteresan bir hadise yaşandı! Oğlunu yanına alıp ellerini açtı ve Yâ Rabbî! İmdâdıma yetiş! diye yalvarmaya başladı. Bunu gören yakınları; Yâ İbrâhim, ne oldu, niçin yalvarıyorsun? diye sordular. Onlara;
-Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun üzerine bir nidâ geldi: Yâ İbrâhim! Beni sevdiğini iddiâ ediyorsun. Fakat dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir kalpte iki sevgi olur mu? Bu dostluğa sığar mı? Bunu işitince duâ edip; İzzet, ikrâm sâhibi olan Allahım! İmdâdıma yetiş! Eğer oğlumun muhabbeti, beni, senin sevginden alıkoyacaksa, ya benim, yâhut da onun canını al, diye duâ ettim. Duâm hemen kabûl oldu, dedi...
Orada bulunanlar o anda oğlunun, babasının kucağında can verdiğine şahit oldular...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Hazreti Ahrem ve Resûlullahın develeri</label>

Peygamber efendimizin develerini Medînede otlağa götürme vazifesini bir çobanla birlikte Peygamberimizin hizmetçisi Rebâh üzerine almıştı. Hazreti Seleme etrafın düşman kabîlelerle dolu olduğu bir zamanda, develerin hücuma uğrayabileceğini düşünerek Rebâhla birlikte gitti. Gâbe Dağının yokuşuna vardığı zaman Abdurrahman bin Avfın hizmetçisine rastladılar. Hizmetçi çok heyecanlı idi. Hazreti Seleme ona sordu:
  • Allah iyiliğini versin, ne oldu sana böyle?
  • Peygamber efendimizin develerini götürdüler.
  • Kim götürdü?
  • Gatafan ve Fezârî kabîleleri. Böylece durumu öğrenen Seleme hemen Rebâhı Medîneye haber vermek için gönderdi. Kendisi de gelecek yardım kuvvetini beklemeden tek başına eşkıyânın ardına düştü. Yaya idi, ama çok hızlı koşuyordu. Nihayet onlara yetişti. Seleme bin Ekvânın kılıcı ve yayı yanında bulunuyordu. Hemen onlara ok yağdırmaya başladı. Bu durumu Seleme kendisi şöyle anlatır:
-Onlara yetiştim, durmadan ok atıyordum. Onlardan bana yönelip de, öldürmediğim hiçbir atlı yoktu. Dağ yolu darlaşıp müşrikler, boğazın dar, ok yetişmez yerine girdikleri zaman, ben de, dağın üzerine çıktım ve onlara taş atmaya başladım. Resûlullah efendimize ait bulunan develeri ellerinden kurtarıp geriye alıncaya kadar onları ok ve taşa tutmaktan geri durmadım. Sonra da peşlerini bırakmadım. Onlara ok ve taş yağdırmaya devam ettim. Müşrikler benimle baş edemeyeceklerini anlayınca kaçmak mecburiyetinde kaldılar...
Bu arada, bana yardıma gelen süvârîleri görünceye kadar bulunduğum yerden ayrılmadım. Süvârîler, ağaçların arasına girmeye başlamışlardı. Onların ilki, Ahrem Muhriz el-Esedî idi. Onun arkasında Resûlullah efendimizin süvârîsi Ebû Katâde ve Mikdâd bin Esved vardı. Ben de, hemen dağdan inip Ahremin önünü kestim ve atının gemini tutup dedim ki:

Benimle şehîdlik arasına girme!
-Ey Ahrem! Şu kavimden sakın! Resûlullah efendimizin sahâbîleri gelip kavuşuncaya kadar onların seni kalbinden vurup şehîd etmeyeceklerinden emîn değilim!
Ahrem bana cevaben dedi ki:
-Ey Seleme! Eğer sen, Allaha ve âhiret gününe inanıyor, Cenneti ve Cehennemi de, hak ve gerçek tanıyorsan, benimle şehîdlik arasına girme!
Bunun üzerine atının gemini bıraktım. Sonra Ahrem atını haydutların üzerine pervasızca sürdü ve müşriklerin attığı oklarla şehîd düştü...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Ali Gâlib Vasfî Efendi</label>

Asîl ve âlim bir âileye mensûb olan Ali Gâlib Vasfî Efendi, zamânının usûlüne göre birçok hocalardan ilim tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek dereceye ulaştı. Ayrıca, babasından tasavvuf dersleri alıp yetişti. Okuduğu hocalardan icâzet, diploma ve babasından hilâfet alan Ali Gâlib Vasfî Efendi, Nâzillide uzun seneler İslâm dîninin emir ve yasaklarını insanlara anlattı. Onların dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Hacca gitmeye niyet ettik!
Ali Gâlib Vasfî Efendi, kırk dört sene müftülük vazîfesinde bulunup İslâmiyetin hükümlerini insanlara bildirdi. Fetvâları önce Resûlullah efendimize mâneviyât âleminde arz edip, Peygamber efendimizden aldıkları müsaade ve emir üzerine verdiğini söylerdi.
Bir gün oğluna;
-Eşyâmızı hazırlayınız. Hicaza gitmeye niyet ettik, buyurdu.
Memleketinin geleneklerine göre hacca gidecekleri îlân edildi. Şehrin dışında bir yerde halka ziyâfet verdi. Herkesle vedâlaştıktan sonra tam yola çıkmak üzereyken oğluna;
-Oğlum eşyamızı topla. Hicaza gitmeyeceğiz, kasabaya döneceğiz, buyurdu. Oğlu Tevfik Efendi;
-Aman babacığım nasıl olur. Kasaba halkına karşı bu şekilde yapmanız uygun olmaz, deyince;
-Oğlum hayvanın yönünü kasabaya çevir. Halkın edeceği dedikoduya bakma, Zîrâ Resûlullahın emr-i şerîfleri bu yöndedir, buyurdu.
Hep birlikte kasabaya geri döndüler. Çünkü Peygamber efendimizle mânevî olarak görüşmesinde cenâb-ı Hakka kavuşma zamânının geldiğini öğrenmişti.


Nâzillide vefât etti...
Ali Gâlib Vasfî Efendi, 1801 (H.1216) senesinde Nâzillide vefât etti. Orada defnedildi.
Ali Gâlib Vasfî Efendinin vefât ettiğinden haberi olmayan bir talebesi onu ziyâret için Nâzilliye geliyordu. Yoldan geçerken kasaba mezarlığının ortasında hocasının oturduğunu gördü. Yanına giderek elini öptü. Kabristandan ayrılıp kasabadaki dergâha uğradığı zaman durumdan haberdâr oldu...
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri