Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Meşhurların Son Sözlerinden

Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Tek murâdım sizin gibi olmak!</label>

Silsile-i aliyye büyüklerinden olan Ali Râmitenî hazretleri, geçimini dokumacılık yaparak kazanırdı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi mânâsına Pîr-i Nessâc derlerdi. Ali Râmitenî hazretlerine, Azîzân denmesinin sebebi ise şöyle anlatılır: Bir zaman Ali Râmitenînin evinde iki-üç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misâfire de evde ikrâm edecek bir şey yoktu. O sırada Ali Râmitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye getirdi; Hediyemi kabûl buyurunuz!
-Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabûl buyurursanız, bizi memnun edersiniz, diyerek yalvardı.
Ali Râmitenî hazretleri, bu nâzik anda gelen yemekten son derece hoşnud olup, o cömert talebesine iltifâtlarda bulundu. Bu yemeği, misâfirine ikrâm ederek ağırladı. Misâfir gittikten sonra o talebesini çağırtarak;
-Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdâda yetişti. Sen de bizden her ne murâdın var ise iste! Çünkü hâcet kapısı şu ânda açıktır, buyurdu. Genç de;
-İlimde ve evliyâlık makâmında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hâle kavuşturmanızı istirhâm ediyorum efendim, dedi. Ali Ramîtenî hazretleri;
-Çok zor ve yükü ağır bir iş arzû ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir dilekte bulun, buyurdu. Genç ise;
-Dünyâda tek murâdım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni tesellî etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona râzıyım efendim, dedi.


Aynı dereceye kavuştu; ancak!..
Bunun üzerine Ali Râmîtenî hazretleri; Pekâlâ buyurup, elinden tutarak berâberce husûsî halvethânesine girdiler. Yüz yüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zâhir ve bâtında Allahü teâlânın izniyle Ali Râmitenînin derecelerine kavuştu.
Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün daha yaşayıp vefât etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, İki azîz mânâsında, hazret-i üstâdın ismi Azîzân olarak kaldı...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Türkistanlı velî Hâce İbrâhim</label>

Ahmed Yesevînin babası Hâce İbrâhim son anlarını yaşıyordu... Gevher Şehnaz ismindeki kızına şu vasiyeti yaptı: Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o sofrayı kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma... Türbedeki ekmek sofrası!..O devirde Türkistanda Yesevî adında bir hükümdâr saltanat sürmektedir. Ceylan avından çok hoşlanan bu hükümdâr, bir defâsında ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları yalçındı. Avını kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; Bu dağı ortadan kaldırmak gerek diye söylendi. Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı ortadan kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhimin oğlu Ahmed küçük olduğundan kimsenin aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı...
Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; Babamızın vasiyeti var, senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git! dedi.
Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi...


Karaçuk Dağı yok oldu!..
Hâce Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gökyüzünden yağmur boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmedden, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin dedi. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, Ahmed Yesevî şeklinde anılır oldu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Evliya Çelebiye baba nasihati!..</label>

Evliya Çelebi, 1640 yılında babasından habersiz Bursaya gider. Eve dönüşünde babası, ona bazı nasihatler verir. İşte Seyahatnameden alınan nasihatler:-O gün, üzüntü içindeki evimize varıp babam ile annemin mübarek ellerinden öptüm, huzurlarında el bağlayıp durduğumda aziz babam;
-Safa geldin, Bursa seyyahı! Safa geldin, dedi. Sana seyahat göründü!
Halbuki ne tarafa gittiğimden kimsenin haberi yoktu. Babama;
-Sultanım, hakirin Bursada olduğunu nereden bildiniz? dedim. Buyurdu ki:
-Sen, 1050 Muharreminin (Mayıs 1640) Aşuresinde kaybolduğun mübarek gecede dua okudum. O gece rüyamda seni gördüm: Bursada Emir Sultan hazretlerini ziyaretle seyahat rica edip ağlıyordun. O gece benden nice evliyalar rica edip seyahate gitmen için izin talep ettiler. Ben dahi o gece cümlenin rızasıyla sana izin verdim. Gel imdi oğul! Bundan sonra sana seyahat göründü. Allah mübarek eyleye! Ama sana bir nasihatim var!
Babam elimden yapışıp huzurunda diz çöktürdü, sağ eliyle sol kulağıma sıkıca yapışıp şu nasihatte bulundu:
-Ey oğul!.. İyi adını keme takma ve keme arkadaş olma, zararını çekersin. İleri yürü, geri kalma, alay bozma. Dost malına göz dikme. Koymadığın yere el uzatma. İki kişi söyleşirken dinleme. Ekmekle tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere varma. Sır sakla. Bir mecliste dinlediğin sözleri sakla. Evden eve söz taşıma. Kimseyi kınama, çekiştirme. Herkesle iyi geçin. Kimseye dil uzatma. İhtiyarlara hürmet et. Daima temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere karşı perhizkâr ol.


Yürü, akıbetin hayrola!
Ey oğul! Arkadaşlık ettiğin vezirlere, vükelaya, ayana ve kibarlara varıp, her an, dünya için bir şey ricasında olma ki, senden nefret etmesinler, sana soğuk davranmasınlar. Eline giren malı israf etme. Kanaatle geçin. Dünyalık akçayı yiyecek, içecek için muhafaza edip namerde muhtaç olma. Cümle ziyaretgâhları ve her diyarın konak yerlerinden olan çöl ve ovaları, yüksek dağları, ağaçları ve acayip kayaları, ibretle seyredilecek eserlerini, kalelerini, ulularını yazarak Seyahatname namıyla bir tomar telif eyle. Sonun ve akıbetin hayrola, öğütlerimi kulağına küpe yap!
Babam bunları söyleyip,Yürü, akıbetin hayrola! dedi. Bundan sonra tekrar seyahate çıktım ve babamı bir daha göremedim. Sonra vefat haberini aldım. Bana vasiyeti, ondan duyduğum son sözler oldu...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Fıkıh âlimi İbrâhim Ca'berî</label>

İbrâhim Caberî, evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimidir. Künyesi Ebû İshâk, ismi, İbrâhim, babasınınki Mudâddır. 1200 (H.597) yılında Ertuğrul Beyin babası Süleymân Şahın kabrinin bulunduğu Suriyedeki Caber kalesinde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Caberî denildi. İbrâhim Caberî hazretlerine, dîn-i İslâma hizmetlerinden dolayı Takıyyüddîn ve Burhânüddîn lakabları verildi. Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Şamda Ebül-Hasan Sehâvîden hadîs ilimleri tahsîl etti. Kâhireye gitti. İlim öğretip ders verdi. Ebül-Hasan Şâzilî hazretleriyle görüştü. Onun ölü kalbleri dirilten feyzlerinden istifâde etti. Çok cömert bir zat idi...
İbrâhim Caberînin kalbi aşkla dolup, Allahü teâlânın nîmetlerinden ve onlar için nasıl şükredeceğinden başka bir şey düşünmez oldu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet ettiği gibi, Resûlullah efendimizin ve Selef-i sâlihînin hâllerine aynen uymağa çalışırdı. Allahü teâlânın rızası olmayan hiçbir sözü söylemez, hiçbir işe kalkışmazdı.
İbrâhim Caberî, vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmek, Allahü teâlâya ibâdet edip zikretmekle geçirirdi. Tatlı dilli, güler yüzlü ve çok cömert bir zat idi. İnsanlara merhameti çok fazlaydı.
Bu mübarek zat, haram ve şüphelileri terk eder, mubahları zarûret miktarı kullanırdı. İnsanlar tarafından çok sevilirdi. Kâhirede vaaz ettiği zaman, herkes onun dersine koşardı. Vaazını dinleyenler çok istifâde ederlerdi.
Talebeleri arasında Ebû Hayyân Muhammed bin Yûsuf Nahvî ve Kemâleddîn Abdüzzâhir gibi âlimler de hazır bulunurdu.


Hep emr-i mârûf yapardı
İbrâhim Caberî, yeri geldiğinde hakkı söylemekten çekinmezdi. Kalbi bozuk olanlar, onun celâllenmesinden çok korkarlardı. Allahü teâlânın râzı olmadığı bir işi yapanı, onun emrine muhâlefet edeni gördüğü zaman, hemen emr-i mârûf yapardı. Allahü teâlânın yasak ettiğini yapmaktan men eder, emrettiğinin yapılmasını nasîhat ederdi.
Bu mübarek zat, ölüm hastalığında, yanındakilere Bâb-ün-Nâsırda Hüseyniye Türbesine götürmelerini ricâ etti. Orada defnedileceği yeri gösterip vasiyette bulundu ve kabrine şöyle hitab etti:
Ey kabircik! Senin eksiğin burada!..
Çok geçmeden 1288 (H.687) senesinde vefât etti ve denilen yere defnedildi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!..</label>

Ali Bekkâ hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebül-Hasandır. Lakabı Bekkâ olup, çok ağlayan demektir. 1174 (H.570) senesinde doğdu. 1271 (H.670)de vefât etti.Ali Bekkâ hazretlerinin çok ağlamasının ve Bekkâ çok ağlayan lakabının verilme sebebi şöyle anlatılır:
Sâlih ve kendisi gibi velî bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bir defâsında ikisi birlikte Bağdattan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat arası, yürümekle bir senelik yol idi. Onlar, kerâmetleriyle bir senelik yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona; Ölürken yanımda bulun!..
-Ben, falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun, diyerek, Ali Bekkâ hazretlerine vasiyet etmişti. Fakat bu arkadaşı, son nefeste îmânsız öldü. Bu hâdise karşısında Ali Bekkâ hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamaktan ve son nefes endişesi ile korkarak çok ağlardı. Îmânsız giden arkadaşının hâlini, kendisi şöyle anlattı:
-Söylediği vakit gelince yanına gittim. Hayâtının son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Yönünü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Tutup yine kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki:
-Hiç uğraşma, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!
Hristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, îmânı gideren sözler söylemeye başladı. Dîn-i İslâmdan çıktı. Nihâyet îmânsız öldü. Ölüsünü kaldırıp, oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir kalabalık toplanmış ve çok üzgün bir hâlde idiler. Önlerinde yatan bir cenâzenin etrâfında duruyorlardı. Nedir bu hâl? dediğimizde;


Bu cenazeyi alın onu verin
-Bizim meşhûr bir ruhbanımız vardı, yüz sene yaşadı. Bugün öldü. Fakat, ölmeden önce dînimiz olan Hristiyanlıktan çıktı. Müslüman olduğunu söyledi ve Müslüman olarak öldü, dediler. Biz de onlara;
-Bizim elimizdeki cenâze de Müslüman idi. Son nefesinde Hristiyanlık dîni üzere öldü. Siz bunu alın, o Müslüman olarak ölen ruhbanınızın cenâzesini de bize verin, dedik.
Bu teklifimizi kabûl ettiler. Biz o Müslüman olanın cenâzesini alıp, yıkadık, kefenledik, Müslüman mezarlığına defnettik. Onlar da öbürünü alıp, Hristiyan mezarlığına defnettiler. Allahü teâlâdan, son nefesimizde îmân ile gitmeyi nasîb etmesini dileriz, yalvarırız, âmin!..
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Süfyân-ı Sevrî ve ihlaslı bir genç...</label>

Evliyanın büyüklerinden olan Süfyân-ı Sevrî hazretleri, 778 (H.161)de Basrada vefât etti. Tebe-i tâbiînin büyüklerindendir. Basrada yaşamıştır. Birçok defa yaya olarak hacca gitmiştir. Mekke-i mükerremeye gittiği zaman halk başına toplanır, bilmedikleri ve anlayamadıkları hususları sorarlardı. Hepsine teker teker cevap verir, müşkillerini hallederdi. Hâfızası çok kuvvetli ve fevkalâde idi. Hâfızam, kendisine tevdi ettiğim hiçbir şeyde bana ihânet etmedi buyurdu. Yâni öğrendiğim hiçbir şeyi unutmadım demek istedi. Geceleri hiç uyumadı!..Bu mübarek zat, yirmi yıl geceleri uyumadı ve hiç abdestsiz gezmedi. Ölümü hatırladığında kendinden geçerdi. Kime rastlasa; Ölüm gelmeden önce ona hazırlan! derdi...
Bir gün elinde bulunan bir ekmekten hem kendisinin yediğini, hem de yanında bulunan bir köpeğe yedirdiğini gördüler. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soranlara; Sabaha kadar beni bekliyor, ben de namaz kılıyorum cevâbını verdi.
Bu mübarek zat sâde yaşamayı sever, aza kanâat eder, fakirlere çok îtibâr gösterirdi...
Süfyân-ı Sevrî hazretleri bir zaman yanında biri olduğu halde Mekkeye gidiyorlardı. Süfyân hazretleri yolda hep ağlıyordu.
Yanındaki; Günahların sebebi ile mi ağlıyorsun? dedi.
Hazret-i Süfyân; Günahlarım çoktur. Lâkin beni en fazla endişelendiren ve ağlatan şey acabâ îmânımı muhâfaza edebilecek miyim? korkusudur buyurdu...


Allah dedi ve vefât etti!
Mekkeye vardılar. Hac esnâsında bir genç, Allah korkusuyla öyle bir Allah dedi ki, dayanamadı düşüp vefât etti. Süfyân-ı Sevrî hazretleri bu hâli görünce, gencin cesedinin yanına geldi ve;
Dört defa hac yaptım. Bunların sevâbını senin rûhuna hediye ettim. Sen de bu söylediğin Allah sözünden hasıl olan sevâbı bana verir misin? deyince, gencin cesedinden; Verdim sesi duyuldu...
Süfyân-ı Sevrî hazretlerine o gece rüyâsında;
Sen çok kâr ettin. Eğer bu aldığını bütün Arafatta bulunanlara dağıtsan hepsi zengin olurlardı denildi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Harputlu Hacı Ali Efendi</label>

Hacı Ali Efendi, Harputta yetişen büyük velîlerdendir. 1784 (H. 1198) senesinde Harputta doğdu. Babası Hacı Mahmûd Efendi nâmında bir zâttır. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Hacı Ali Efendi, Zahriye Medresesinde ders gördü ve Müftü Hacı Yûnus Efendiden icâzet aldı. Sonra Malatyaya giderek meşhur Müderris Süleymân Efendiden, daha sonra Antepte Mustafa Sağirden, daha sonra da İstanbula gelerek Harputlu Hacı Abdurahmân Efendiden ilim öğrenerek icâzet aldı... Müderrisliğe tâyin edildi...
Hacı Ali Efendi, ayrıca hocası Abdurrahmân Efendiden Şâzilî tarîkatında da icâzet alarak kemâle geldi.
Bu mübarek zat, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra Harputa döndü. Ömeriye Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Burada yüzlerce talebe yetiştirdi. Tanzimatın ilânından sonra çıkarılan kânun ve nizamların doğu vilâyetlerinde tatbikine başlanıldığı sıralarda bir vergi meselesinden dolayı 1845 (H. 1261) senesinde Harputun bâzı ileri gelen âileleri ile berâber Konyaya sürgün edildi. Ancak, kısa bir zaman sonra Meclis kararıyla tekrar memleketlerine döndüler.
Büyük Hacı Ali Efendi Harputun yetiştirdiği büyük mutasavvıflardandır. Bu mübarek zat, tasavvufta yüksek makamlara kavuşmuştur. Yine o bölgenin büyüklerinden olan Dellalzade Müftü Mehmet Efendi ve Bey?zade Hacı Ali Efendi, ondan tasavvuf dersleri almışlardır.


Memleketine çok hizmet etti...
Harputa maddi ve manevi önemli hizmetlerde bulunan Büyük Hacı Ali Efendi, 1874 (H. 1291) târihinde vefât etti. Cenâzesinde büyük bir kalabalık bulundu. Vefâtından önce;
Benim için kazılan kabirden yuvarlak bir taş çıkacak, bu taşı mezar taşı yerine baş ucuma koyunuz diye vasiyette bulundu.
Gerçekten de Hacı Ali Efendinin ölümünden sonra mezar kazılırken böyle bir taş çıktı ve vasiyeti üzerine baş ucuna konuldu. Kabri Harput Akyol Mezarlığındadır...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Kırâat imamlarından Abdullah bin İdris</label>

Abdullah bin İdris, Tebe-i Tâbiînin fıkıh, hadîs ve kırâat imamlarındandır. Hicretin 120 (m. 737) yılında Kûfede doğdu. 192 (m. 807) yılında orada vefât etti.Abdullah bin İdris hazretleri ilmin her dalında geniş bilgi sahibiydi. Hârun Reşîd, kendisini kadı yapmak istedi. Ancak bazı sebeplerle, Abdullah bin İdris bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd oğluna hadîs okutmasını istemiş, O da oğlu cemaate gelirse, ona hadîs okutabileceğini söylemiştir.
Hadîs ilminde de...
Abdullah bin İdris, hadîs âlimlerinin de ileri gelenlerinden idi.
Ubâde İbn-i Sâmit radıyallahü anhdan şöyle rivâyet etti: Biz Resûlullaha zorlukta, kolaylıkta, neşede, kederde ve başkalarını bizim üzerimize tercih edilmesi hallerinde itâat eylemek, âmir olan kimselerle emirlik hususunda nizâlaşmamak, her nerede bulunursak bulunalım, muhakkak hakkı söylemek, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasından ve kötülemesinden korkmamak üzere bîat edip söz verdik...
Hazreti Âişe validemize Peygamberimizin okuduğu bir duâ sorulduğunda; Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem),
Allahım! Ben bütün yaptıklarımın ve yapmadıklarımın şerrinden sana sığınırım diye duâ ettiğini buyurdu.
Abdullah bin İdris hazretleri kırâat ilminde de büyük âlimlerden idi. İmâm-ı Kisâî hazretlerine Kurân-ı kerîmi en iyi okuyan kimdir diye sorulduğunda Abdullah bin İdris, ondan sonra Hüseyin el-Câfîdir diye cevap verdi.
Bu mübarek zat, kırâat ilmini, İmâm-ı Ameş ve Nâfi bin Ebî Nuaymdan okumuştur.


Ağlama yavrucuğum!..
Abdullah bin İdris, hocası Ameş hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakleder: İçinizde Allahü teâlâya âsi olanlar, işledikleri o çirkin işlerin isli bir duman olup yüzlerine çökeceğinden, mahşer günü halkın önünde başlarına böyle bir hâl geleceğinden niçin korkmuyorlar?
Abdullah bin İdris hazretleri Kurân-ı kerîmi çok okurdu. Vefât edeceği esnada başucunda ağlayan kızına Yavrucuğum! Ağlama. Ben bu evde dört bin hatim okudum diye buyurdu.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük mutasavvıf Câfer Huzâ</label>

Câfer Huzâ, onuncu yüzyılda yaşamış evliyâdandır. İsmi Câfer, künyesi Ebû Muhammeddir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 952 (H.341) senesinde Şîrâzda vefât etti...İran-Irak taraflarında yaşamış olan Câfer Huzâ hazretleri, zamânının usûlüne göre birçok âlimden ders aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin ve onun asrında yaşamış velîlerin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerledi. Zamânında yaşayan âlim ve velîler onun ilim ve mârifetteki üstünlüğünü kabûl ettiler. Ondan yükseğini görmedim
İmâm-ı Şiblî hazretleri onun üstün hâllerini ve menkıbelerini anlatırdı. Bendâr bin Hüseyin de onun üstünlüğü hakkında; Hal ve yaşayışta Câfer Huzâdan daha yüksek kimse görmedim derdi...
Câfer Huzâ hazretleri, güzel ahlâk sâhibi olup, dünyâya meyletmezdi. Türlü nîmetler içinde bulunduğu hâlde, Allahü teâlâyı anmaktan bir an geri kalmazdı. Hattâ onu nîmetler içinde görenler hâl sâhibi bir velî olduğuna ihtimâl vermezlerdi...
Bir gün Müemmil-i Hasas, Ebû Abdullah Hanîfe dedi ki:
-Yürü git. Câfer Huzâ ne hâldedir bir öğren!
Ebû Abdullah Hanîf gidip Câfer Huzâyı buldu. O, bir halı üzerinde oturmuş, etrâfı yastıklarla döşenmiş, sırtında Şîraz kumaşından elbise, başında takkesi olduğu halde güzel bir saraydaydı. Ebû Abdullah Hanîf içeri girip selâm verdi. Onun selâmına cevap veren Câfer Huzâ, hâlini hâtırını sordu. Biraz sonra mutfak vazîfelisi içeriye üzerinde türlü yiyecekler olan bir sini getirdi. Ebû Abdullah Hanîf gitmek üzere müsaade istedi. Câfer Huzâ;
-Oturun birlikte yemek yiyelim, dedi.


Müemmil hayretini belirtti!
Ebû Abdullah Hanîf oruçlu olduğunu bildirerek yanından ayrıldı. Müemmilin yanına gidince ona;
-Câfer ne hâldedir? diye sordu.
Ebû Abdullah Hanîf gördüklerini anlattı. Câfer Huzânın böyle hâl içerisinde bulunacağına ihtimâl vermeyen Müemmil;
-Yâ Rabbî! Bize selâmet ve âfiyet ver, diyerek hayretini belirtti.
Câfer Huzânın vefâtına yakın, yanına sûfî, derviş elbisesi giymiş biri geldi. O kimseye bakıp; Bu tâifenin yâni tasavvuf ehlinin bâtını harâb olduğu zaman, zâhiri süslüdür. Zâhiri harâb olanların ise bâtınları güzeldir buyurdu. 952 (H.341) senesinde vefât etti. Şîrâzda defnedildi.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Numune Mektebi ve Mehmed Reşad Han</label>

1900lü yılların başındayız... Devlet idaresine tamamen hakim olan İttihatçılar istedikleri kabineyi iş başına getiriyorlar, istemediklerini ise baskı ve tehditle görevden uzaklaştırıyorlardı. Sultan Abdülhamid tarafdarı diyerek pek çok kişiyi idam ettirdiler. Memlekette can, mal ve namus emniyeti kalmadı. Devlet düşmanlığı, küfr ve dinden dönme moda olmağa yüz tuttu. Her vilayette zalimler, asiler ve zorbalar türedi. Bunun neticesi olarak Arnavutlukta isyan hareketleri başladı. Sultan Reşad 16 Haziran 1911de Kosovaya gitti. Yüz bin Arnavud ile cuma namazı kıldı. Huzuru temin etti. İttihatçıların gafletleri sürüyordu!Ancak ittihatçıların ihanet derecesine varan gafletleri devam ediyordu. Sultan Abdülhamid Hanın bizzat körüklediği kiliseler ihtilafını, 3 Temmuz 1910da neşrettikleri bir kanunla hallettiler. Böylece Balkan milletleri arasında ihtilaf kalmadığından, Osmanlı Devleti aleyhine kolayca birleştiler. Bu birleşme bir süre sonra (8 Ekim 1912) Balkan Harbinin başlamasına sebep oldu. Siyaset yapmaktan memleket müdafaasına vakit bulamayan komutanların elinde kalan Osmanlı Orduları, Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan karşısında bozguna uğradılar.
İttihad ve Terakkinin gafil, cahil, fırkacı, bölücü idaresi neticesinde Osmanlı Devleti, Padişahın haberi bile olmadan bu defa da dünyanın süper güçlerine karşı Almanya safında Birinci Cihan Harbine katıldı (11 Kasım 1914). Dört sene süren savaş sonunda koca Osmanlı İmparatorluğu yağma olundu. Bir milyon kilometrekareden fazla toprak kaybedildi. Asker zayiatının yekünü ise beş yüzelli bini şehid diğerleri yaralı, kayıp ve esir olmak üzere bir milyonun üzerinde idi.


Çocukları çok severdi...
Sultan Mehmed Reşadın kalbi, memleketin içinde bulunduğu durumun ıstırabına dayanamadı ve 3 Temmuz 1918de vefat etti...
Mehmed Reşad Han, çocukları çok severdi. Haliç kıyısında, Eyüp Camiinin arka kısmında onlar için Reşadiye Numune Mektebi adında bir okul yaptırmıştı. Vefatından önce şöyle vasiyet etti:
Ben öldüğümde cenazemi, yaptırdığım mektebe çok yakın bir yere defnedin. Böylece yattığım yerden onların seslerini duyabileyim...
Vasiyetini aynen yerine getirdiler... Bu şefkatli padişahı, Reşadiye Numune Mektebinin bahçesine defnettiler.
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Molla Fenârînin hocası Cemâleddîn-i Aksarâyî</label>

Cemâleddîn-i Aksarâyî, Osmanlı Devletinin kuruluş devrinde Anadoluda yetişen âlimlerden ve evliyâdandır. İsmi Muhammeddir. Babası büyük âlim Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin torunlarından Vâiz Muhammed bin Muhammeddir. Nesebi bir koldan hazret-i Ebû Bekre, bir koldan da hazret-i Ömere ulaşmaktadır. Cemâleddîn lakabıyla ve Aksarâyî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Aksarayda doğmuştur. Doğum târihi bilinememektedir. 1389 (H.791) senesinde Aksarayda vefât etti. Kabri, Aksaraydaki Ervâh Kabristanındadır... Büyük âlimler yetiştirdi...Cemâleddîn-i Aksarâyînin tedris halkasından çok büyük âlimler yetişti. Bunların en meşhuru Osmanlı Devletinin ilk Şeyhülislâmı Molla Fenârî hazretleriydi. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri de onu ziyâret edip ilim ve feyzinden istifâde etmek için Anadoluya geldi. Fakat o Aksaraya gelmeden Cemâleddîn-i Aksarâyî vefât etti. Bunun üzerine Seyyid Şerîf Cürcânî, Molla Fenârî hazretleriyle berâber Mısıra gidip Ekmelüddîn Bâbertîden ilim öğrendiler...
Âlim, fazîlet sâhibi, haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınan, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretleri ömrünün son gününe hattâ son saatine kadar ilim öğretti. Nice âlim ve pek çok devlet adamı yetiştirdi. Ömrünün son günlerinde talebelerine vereceği dersleri tamamlamıştı. Ancak bir grubun dersini tamamlayamamış, üç günlük dersleri kalmıştı. Hastalığı sırasında talebelerine; Evlatlarım kalan dersimizi kabrimin başına gelin orada tamamlayalım dedi ve her fâni gibi o da 1389 (H.791) senesinde ebedî âleme göç etti.


Hocam, biz geldik!..
Talebeleri ve sevenleri gerekli techiz ve tekfin vazîfelerini yerine getirdikten sonra, Ervâh Kabristanındaki zâviyesinin önüne defnedildi...
Cemâleddîn-i Aksarâyînin defnedilmesinden sonra dersleri yarım kalan talebeleri birlikte toplanıp kabrinin başına gittiler. Saygı ve hürmetle ziyâret edip rûhuna Kurân-ı kerîmden sûreler okudular ve Hocam, biz geldik dediler. O mübarek zatın rûhâniyeti kabrin başında tecessüm edip; Geldiniz mi evlatlarım. Haydi dersimizi okuyalım buyurdu. Yarım kalan derslerini tamamladılar...
 
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Basra fukahâsından Câbir bin Zeyd</label>

Câbir bin Zeyd, Tâbiînden yâni Peygamber Efendimizin Eshâb-ı kirâmını gören büyüklerden ve evliyâdandır. Hadîs ve fıkıh âlimidir. İsmi, Câbir bin Zeyd el-Ezdî el-Basrîdir. Künyesi, Ebüş-Şasâ el-Cevzîdir. Aslen Ummanlı olup, Basrada yaşamıştır. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Tâbiînin ileri gelenlerinden olan Câbir bin Zeyd hazretleri, İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, İbn-i Amr, İbn-i Zübeyr, Hakem bin Amr, Muâviye bin Ebî Süfyân, İkrime (radıyallahü anhüm) gibi pekçok Sahâbîden hadîs-i şerîf dinledi. Âlim ve zâhid bir zat idi...
Câbir bin Zeyd, Tâbiîn arasında ilmiyle ve zühdü yâni dünyâdan uzaklaşmasıyla meşhûr oldu. Ondan da Katâde, Amr bin Dînâr, Yalâ bin Müslim, Eyyûb-i Sahtiyânî, Amr bin Herem ve birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet edip, ilim öğrendiler...
İbn-i Ömer bir gün tavaf sırasında Câbir bin Zeyde rastladı ve ona; Sen Basra fukahâsındansın. Elbette senden fetvâ isterler. Delilin Kurân-ı kerîm ve Sünnet-i Resûl olmadıkça fetvâ vermeyesin. Eğer böyle yapmazsan hem kendin helâk olur hem de başkalarını helâk edersin dedi. Câbir bin Zeyd daha önceden olduğu gibi bundan sonra da Kurân-ı kerîm ve Sünnet-i Resûlullaha çok daha sıkı yapışmağa başladı...
Câbir bin Zeyd, çok cömert olup kendisine hediye edilen şeylerin hepsini dağıtırdı. Üç şeyde pazarlık etmezdi: Birincisi, Mekke-i mükerremede kirâ ücretinde, ikincisi âzâd etmek için satın aldığı kölede ve üçüncüsü kurban edeceği hayvanda...


Artık ayrılık vakti geldi!
Câbir bin Zeyd hazretleri cumâ namazı için mescide gelince ellerini açar ve; Yâ Rabbî ben bugün sana (kavuşmağı) isteyenlerin en çok isteyeni, sana yaklaşanların en yaklaşanı, sana duâ eden ve seni isteyenlerin en başarılısı (duâsı ençok kabûl olanı) eyle diye duâ ederdi.
Vefâtına çok yakın, ölüm döşeğinde yatarken Câbir bin Zeyde bir isteği, arzusu olup olmadığı sorulduğunda; Hasan-ı Basrî hazretlerini görmek istediğini söylemiştir. Hasan-ı Basrî geldiği zaman; Ey kardeşlerim! İşte bu saatte ben sizden ayrılıyorum. Ya Cennete veya Cehenneme gideceğim dedi ve ondan mânevî yardım istedi.
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri