-Neden yanından ayırmıyorsun o kocaman ayıcığını?
-Çünkü ben ona her şeyimi anlatıyorum.
-Peki, anlıyor mu seni?
-Bilmem, belki anlıyordur?
-Neler anlatıyorsun?
-Sır, sadece ikimizi biliyoruz.
-Yoksa benimle ilgili bir şeyler de anlatıyor musun?
-Söylemem.
-Peki, en çok neleri anlatıyorsun?
-Ufff, dedimya baba, sadece ikimiz biliyorum.
-Tamam o halde, bu gece benimle kalsın, benimde ona anlatacaklarım var.
-Olmaz, sen kendine başka bir ayıcık al, hem onun adı ayıcık değil, Hulusi.
Araç kullanırken konuşmayı sevmeyen ben, nedense çenem açılmıştı. Ayıcığın ismini duyunca gülmekten kendimi alamadım. Öyle ki, kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Kızımın deniz kabuğu toplama günüydü bu gün. Deniz kıyısına vuran, parlak taşları, deniz kabuklarını ya da kurumuş deniz yıldızlarını toplar koleksiyon yapardı. Bazen günlüğünün sayfalarına yapıştırırdı. Çoğu kez evde, odaların farklı yerlerinde, kütüphane rafında, çalışma odamda, mutfakta ve hatta banyoda, denizin kıyıya vurduğu tılsımlı nesnelere bakar, tüm bu nesnelerle zihninde, hayallerinde oluşturduğu köprüyü anlamaya çalışırdım.
Annesini kaybedeli henüz iki yıl olmuştu. İki yılda ne kadar değiştiğini, içine kapandığını ve yalnızlaştığını anlayabiliyordum. Kitaplar okuyor, gezmelere götürüyor, sorular soruyor, konuşmaya çalışıyor, şakalaşıyor, dış dünyaya neredeyse tamamen kapattığı iç dünyasının içinde girmeye çalışıyordum. Fakat bu çaba, büyük bir inat değil, aksine yapıcı, onarıcı, güven veren bir sevginin tam da kendisiydi. Belki de bu yüzden, o tahayyül sınırlarımızı her defasında aşan ve ötelerin sisli ufuklarında kaybolan kendi hakikatlerinin evreninde bazen uzaktan bir seyirci ve bazen yakından şahit olmaktan öteye geçmek istemiyordum.
Orada, belki de ucu bucağı olmayan hayallerin rengarenk atmosferi içinde, didinmeler, mücadeleler, kavgalar, sığınmalar, arkasına saklanmalar, korkular, tedirginlikler ile geçen koca bir evren vardı. Bizim değersiz ya da manasız gördüğümüz küçücük nesnelere atfettiği büyük değerler vardı.
Adım adım yalnızlığa götüren, belki küçük ellerinden tutup yalnızlığın sisli yollarında gezdirerek zirvelere çıkaran, etrafı seyrettiren ve farklı yollardan çiçeklenmiş kırları, kurumuş bozkırları gezdirip geri getiren gizemlerle dolu iç dünyası vardı. Farkındaydım. İçeri girip huzursuz etmekten kaçındığım ve sakındığım bir süreçti bu. Etrafına, yaşam alanlarına dağıtıp çok önemli birer nesneymiş gibi sergilediği tüm bu denizin kıyıya vurduğu nesneler, belki de onun ruhunun kıyılarını besleyen, içi kendince doldurulmuş sebeplerin duraklarından ibaretti. Bakınca huzur bulduğu, şimdiki zamanın kaygılarından uzaklaştığı ya da tüm zaman kiplerinden arınmış, sonsuz, uçsuz, bucaksız bir dünyanın kapılarıydı. Dokunsam, o dünyanın için de ben de var olabilir miydim?
Müdahale etmek, her köşesinde farklı renklerle yanıp etrafını aydınlatan bütün ışıkları karartmak olabilir miydi? Olabilirdi. Bazen, anlatacak onca şey varken susmayı tercih etmek değil miydi bunun adı? Ya da koca bir zan'nın ardına sığınıp, bütün argümanları ve gerçekleri hakikatten gizlercesine ardına saklandıklarımız olabilir miydi? Kimsenin anlamayacağı yanılgısına sarılıp öylece kalmak! Bazen en çaresiz gibi görünse de en güçlü şeyin adının susmak olduğunu anlamak. Ya da en zayıf, en güçlü şeyin adının...
-Nasıl göründüğünü biliyor musun? dediğimde aracın dikiz aynasına doğru yaklaşıp kendine baktı ve tebessüm ederek;
-Gayet iyim, dedi.
-Tabi ki harika görünüyorsun, fakat bakıp gördüğümüz gerçeklerin bir de hakikat tarafı vardır ki, onu görebilmek için içinde olmak gerekir.
Bu söz üzer üzerine biraz daha koltuğa gömüldü ve kesik kesik sürüp giden yol çizgilerine dalıp gitti. Biraz sonra kucağındaki ayıcığa sarılarak;
-Ama kimse göremez değil mi? diye mırıldandı.
-Evet, kimsecikler göremez, fakat sarıldığın ayıcığın görebiliyor, hem ben de görebiliyorum. Belki sırlarını söylediğin arkadaşların varsa bir de onlar görüyordur.
Sıkılmış bir ses tonuyla;
-Çok var mı sahile baba, dediğinde.
-Hayır, az kaldı, birazdan sahilde oluruz.
-Benim Fotoğrafımı çekecek misin?
-Herkesin bakıp gördüğü gibi mi, yoksa benim gördüğüm gibi mi çekmemi istersin?
Önce ilgisiz bir tavırla epey düşündü ve sonra emin olamadığı bir tavırla;
-Senin gördüğün gibi dedi.
Sahil kalabalık değildi, kıştan kalma bu günlerde zaten kalabalık olmazdı. Hava kapalıydı, Kirazlı Yalı sahilinin ,yalı iskeleleri boştu. Bir kaç tekne kumsala çekilmiş etrafta kedilerden başka bir şey yoktu. Karşıda bulunan eski iskeleyi göstererek;
-İşte o iskelenin ucunda duracaksın fakat bana değil ileriye doğru bakacaksın, dediğimde başını salladı ve iskeleye doğru yürürken, ''ayıcığını yanına almalısın'' dediğimde, ayıcığını yanına alarak iskeleye doğru yürüdü.
Kasvetli bir hava, Marmara denizinin üzerine çökmüştü. Düşük enstantene ile pozlama alarak bulutlarına rasından kısmen yansıyan güneş ışığını belirgin bir hale getirmek istiyordum. Triptu mu kurdum ve vizörden baktım. Kamera açısını beğenmedim, biraz daha sola doğru kayarak kamerayı yerleştirdim. Model sağ tarafta kalmalı ve sol tarafındaki boşluk hikayenin büyük bir kısmını anlatmalıydı. Gökyüzünü kapatan bulutların içinden yansıyan ışık, o gizemli dünyasının kapısı ya da yansıması olmalıydı.
-Hazır mısın kızım?
-Hadi baba, dondum.
-12 saniye kımıldamadan beklemelisin.
-Tamam.
Şimdi, yan koltukta ayıcığına sarılmış uyuyan kızımın saçlarına dokundum. Onun iç dünyasındaki masal kahramanlarından biri de ben olabilir miyim? Çoğu kez gelip sarıldığı, hiç bir şey söylemeden öylece kaldığı ve sustuğu. Susarken çok şey anlattığı ve anladığımı hissettiği...