Dünya'nın Aşkı (1)
Nazendeseyir
Siz hiç elbise dolabının içinde, kocaman, beyaz tüylü kanatları olan bir At'a binip gök yüzün de, hatta beyaz bulutların arasında kanat çırparak ağır ağır süzülürken yer yüzüne doğru iyi dileklerinizi dilediğiniz bir yolculuğa çıktınız mı?
Ben çıktım.
Gördüklerim karşısında şaşkınlığımı hangi kelimelerle izah edebilirim sizlere? Fakat, hiç kimseye bir türlü inandıramadığım ve çoğu kez anlatmaya çekindiğim yolculuğumun sadece bir tanesini anlatmak isterim.
Ama lütfen aramızda kalsın olur mu?
Dünyamıza büyük bir özlem ve tutku ile aşık olan henüz küçücük bir gezegenin, şeytan dağının ötesine geçmek için verdiği hazin mücadeleyi duyduğumda inanamamıştım. Kolumu uzatsam tutacakmış gibi yakın olduğum milyonlarca yıldızın gebeliğini taşıdığı dün'e ait tüm bu gerçekleri onlar anlattı bana. Umay Ana'nın parmakları ile dokunduğu milyonlarca çiçek tohumunun Dünyamız'ın dört bir yanına dağıldığı o an'a şahitlik ettim önce. Evrenin boşluğundan strosferin derinliğine dağılıp hızla Dünyamıza doğru savrulan tüm bu tohumların bir çoğu ateş böcekleri gibi dünyamızı istila etmeden önceki manzarayı sizlere nasıl anlatsam...
Fakat bu hikayenin ana unsuru olan, Uzun beyaz eteklerinde kırmızı uğur böceklerinin uçuştuğu Nazendeseyir den bahsetmezsem olmaz değil mi? Saçlarına düğümlenmiş iri yapraklı papatyaların bir çok karanlık dehlizde ilerlerken ışıklar saçarak yolumuzu aydınlattığını söylemeliyim. Ebabil kuşlarının sürüler halinde üzerimizden uçarken gagalarında taşıdıkları küçük dalları önümüze bırakmasıyla birden bire oluşuveren uzunca bir köprüyü ve o köprüden geçerken Nazendeseyir'in söylediği şarkıları.
Bütün mevsimlerin aynı an da yaşandığı bu orta dünyanın içinde, yaşadığımız yüzyıldan çok önce ya da sonra, fakat geçmiş ile gelecek arasında, sürekli değişen zamanın tam ortasında Dünyamızın var oluş hikayesine tanık olmak...
Hayır, hayır, bence en başından anlatmalıyım sizlere bu hikayeyi.
Bir akşam üstüydü, henüz güneş batmamıştı. Babam Fotoğraf çekme merakını henüz gidermemişti. Israrla beni köprüsü olan mesire alanlarına götürüyor ve Fotoğraflarımı çekiyordu. Ona kalırsa sabaha dek Fotoğraf çeksek yine istediği Fotoğrafı elde edememiş olacaktı. Zor mudur bir Fotoğraf sanatçısının gözü ile etrafa bakmak?
Konu bir Fotoğrafa sığdırılmış sayfalar dolusu hikaye olacaksa şayet neden zor olsun? Babama anlattığım ve biraz sonra sizlerin de şahit olacağı bu masalın kapağı olacakmış çekmeye çalıştığı Fotoğrafım. Bir adım sonrası cennet, bir adım öncesi gönlünüz ve bir kaç adım sonra dünyanız olmalıymış. Ellerimde tuttuğum çiçekleri sizlere armağan ediyorum. Bakışlarıma odaklananların şaşkınlığımı görmemeleri mümkün değil. Fakat arketipler ile eserleri tahlil etmeyi sevenlere bir sır vermek isterim. Siyahın beyaz'a hakim olamadığı bir evrenin doğuşuna yolculuktur bu eser. Belki de bu yüzden tesadüf değildi giydiğim kıyafetlerin rengi. Peki sizce de elimde tuttuğum çiçeklerin rengi de tesadüf müydü?
Dışarda kar yağıyordu, kedimiz (Kırpık) babannemin örmekte olduğu kazağın ipi ile oynuyordu. Dedem koltuğuna yayılmış elinde televizyon kumandası kanal kanal geziyor fakat kendine göre bir şey bulamıyordu. Perdeyi aralayıp bazen dışarıya bakıyor, yağan karı izliyordum. Sonunda yine dayanamayıp babamın çalışma odasına gitmiş ve bir müddet kütüphanedeki yüzlerce kitaba parmak uçlarımla dokunmuş ve kütüphanenin karşısında ki dolabın kapağını açarak içine girmiştim. Dolabın kapağını kapattığımda içerisi kararmıştı. Oda sessizdi. Korkmuyordum.
Ne olduysa o an gözlerimi kapattığımda olmuştu.
Beyaz kanatlı bir At, gökyüzünden yavaş yavaş süzülmüş ve tam önümde durmuştu. Uzun yüzü ile bir müddet bana baktıktan sonra dizlerinin üzerinde çökmüş kanatlarını yere değecek şekilde açmıştı. Tıpkı bir merdiven gibi kanatlarına basarak tırmanmış ve atın üzerinde oturduktan sonra sıkıca yelelerinden tutmuştum.
At, yavaşça ayağa kalmıştı. Başımı aşağı doğru çevirip baktığımda ayaklarımızın altında herhangi bir zeminin olmadığını fark ettiğimde heyecanlanmış ve çığlık atmamak için kendimi zor tutmuştum. Boşlukta, sonsuz bir boşlukta derinlere savruluyor gibiydik. Gözlerimi kapatmıştım. Yüzüme değen rüzgarı hissedebiliyordum. Tıpkı salıncakta sallanırken hissettiğim iç boşluğu ve heyecan her yerimi kaplamıştı.
Bir an ellerimi At'ın yelelerinden çekmiş ve iki yana açarak ''Yaşasın''' diye bağırmıştım.
Gözlerimi açtığımda bulut kümelerinin arasından beyaz bir sonsuzluğa hızla savruluyor gibiydik. At'ın devasa kanatları beni oldukça şaşırtmıştı. Öyle ki, uçları neredeyse bulutların arasında kayboluyor ve görünmüyordu. Bazen sağa sola hızla dönerken yelelerinden tutup çığlık atıyordum ve bu çığlık onu neşelendiriyor olmalı ki, ani hareketlerle beni daha çok heyecanlandırmaya çalışıyordu.
Bir süre sonra küçük küçük silüetler görmeye başladım. Yoksa, bana mı öyle geliyordu. Sanki biz bulutların arasından hızla ilerlerken sağımızda solumuzda herhangi bir şey bana doğru bakıyor ve ben o şeye başımı çevirip baktığımda ansızın ortadan kayboluyordu. O şeyin varlığını hissediyor fakat göremiyordum. Buluttan bir yüz müydü, yoksa başka bir şey mi? Bir süre gözlerimi uzun bir müddet kapatmış ve açtığımda yine sağımda ve solumda görünmeye devam etmişlerdi.
Kanatlarında sevgiyi taşıyan birer melekmiydiler yoksa?
Şayet öyleyse çok şanslıydım. Dünyamızda savaşların bitmesi için, çocukların ve annelerin ağlamamaları, evsiz kalmamaları için dileklerde bulunabilirdim...
Bir müddet sonra siluetler yerini rengarenk gökkuşağına bırakmıştı. Biz ilerledikçe gökkuşakları çoğalıyordu. Sağımızda, solumuzda, önümüzde ve arkamızda. Çoğunun altından geçerken elimi kaldırıp dokunmak istiyordum. Bir tanesinin renklerine dokunmuştum bile. Parmaklarımın uçları sarı parlak bir renge bürünmüş ve renk etrafına ışıklar saçarak etrafa dağılarak kaybolmuştu.
Tüm bu renk cümbüşünün içinden çıkıp bir müddet daha gittikten sonra At yavaşlamış, gri bir bulut kümesinin içine girmişti. Burada, az önceki gibi etrafımızda bulunan bulut kümeleri, siluetler görünmüyordu. Koyu bir sisin içindeydik. Ve beyaz At, gittikçe yavaşlayarak durmuş ve kanatlarını toplamıştı. Kanatlarının ince, nemli tüyleri dizlerime değiyordu. Eğilip yere doğru baktığımda karanlıktan başka bir şey göremiyordum. At yavaş yavaş, beni üzerinden düşürmemek için önce dizlerinin üzerinde çökmüş ve sonra zemini olmayan karartının üzerine oturmuştu. Etraf sessizdi. At, sağ kanadını açarak zemini olmayan siyahlığa doğru uzatmıştı. Yelelerinden destek alarak doğrulmuş, yavaş yavaş kanadının üzerine basarak aşağı doğru inmiştim. Etrafıma bakınıyordum, kimsecikler yoktu. Gök yüzü gri, her yer griydi. Nereye bastığımı görmek için eğilip baktığımda karanlık bir boşluğun üzerinde duruyor gibiydim. Çığlık atmamak için ellerime ağzıma kapattığımda beyaz Ay' ayağa kalkarak ileri atılmış ve devasa kanatlarını açarak aniden gözden kaybolmuştu.
Siz hiç bulutların arasında yürüdünüz mü?
Ben yürüdüm.
Bulutların arasında bile yollar vardır. Bu yolların her biri küçük patikalar gibi uzayıp gider ve ilerde gözden kaybolur. Eğer takip edecek olursanız sizleri farklı bir evrenin kapısına götürür. Öyle evimizde olan kapılardan değildir buradaki kapılar. Sis bulutlarının içindeki daha koyu karartılar bu kapıların gizemli kapılarıdır. Eğer böyle bir kapıya denk gelirseniz bütün arzularınızdan arınmış olarak girmelisiniz. Aksi takdirde bütün kapıların arda arda sıralandığı sonsuz bir döngü içinde sürekli başladığınız yere geri dönersiniz. Bu kapılardan girerken hırslarınızdan da arınmanız gerekir, öyle ki; kilidini açtığınız kapının bir sonraki kapısı sizi girişe değil, çıkışa itecektir. Öfkelerinizden, dargınlıklarınızdan, küskünlüklerinizden, kırgınlıklarınızdan da arınmanız gerekir. Çünkü tüm bu kapıların eşiğinden adım attıkça, kendi evreninizin hakikati ile karşılaşacaksınız.
Beyaz etekleri uçuşarak bana doğru gelen Nazendeseyir di. Bastığı siyah zeminden etrafa duman gibi parlak ışıklar yayılıyor ve eteklerine konup kalkan yüzlerce uğur böceklerinin kanat sesleri duyuluyordu. Kumral saçları elbisesi gibi sağa sola dalgalanıyordu. Başında iri yapraklı papatyadan bir taç vardı. Yüzü çok güzeldi. Tam önümde durmuş ve düzlerinin üzerinde çökerek ellerimi avuçlarının içine alarak yüzüme bakmıştı. Lavanta kokuyordu her yer. ''Hoş geldin'' dedi sonra. Ses şarkı söylüyor gibiydi. Avuçlarının içindeki ellerimi kalbine doğru bastırmıştı. Heyacanlanmıştım. Sürekli başını sağa sola çevirerek bir şey arıyor ya da bir şeye bakıyor gibiydi. Boynunda ki kolyeye takılmıştı gözlerim bir süre. Sonra ayağa kalkarak bana sarılmış ve alnımdan öpmüştü. Ona her bakışımda, sanki yüzü sevdiğim insanların yüzüne dönüşüyor gibiydi. Küpeleri, uzaktan bakıldığında yanıp sönen yıldızlar gibiydi. Parlak, mavi bir ışık yanıp sönüyordu.
''Yolculuğunuz nasıl geçti'' diye sorduğunda heyecandan cevap verememiştim. Geri doğru eğilip eteğinden beyaz benekli, kırmızı bir uğur böceğinin parmağına tırmanmasına yardımcı olmuştu. Çarpık bacaklı uğur böceği Nazendeseyir in işaret parmağının boğumuna kadar gelmiş ve orada durmuştu. Nazendeseyir bana doğru dönerek ''hadi, uğur böceğinin avucuna gelmesi için elini uzat'' demiş ve parmaklarımı birleştirerek avucumu ileri doğru uzatmıştım. Uğur böceği Nazendeseyirin parmağından avucuma doğru yürümüş ve tam avucumun içinde kanatlarını açarak, kalın, kırmızı zırhının altındaki şeffaf kanatlarını düzelterek tekrar kapatmıştı.
Nazendeseyir ''Hadi yavaşça üfle ve uçmasına izin ver'' dediğinde, avucumu dudaklarıma doğru yaklaştırarak üflemiştim. Nefesimden çıkan rüzgarın şiddetiyle uğur böceği yalpalayarak ileri doğru savrulmuş ve kanatlarını açmıştı. Şeffaf kanatlarını bir kaç kez çırptığında, kanatlarının arasından mavi bir ışık gözlerimizi kamaştırmıştı. Elimi gözlerime siper ederek baktığımda gittikçe çoğalan mavi ışığın içinden rengarenk bir Anka kuşu çıkmış ve biraz sonra etrafımızda ağır ağır dönmeye başlamıştı. Hayretler içindeydim. Heyecandan bir kaç kez yutkunamamış, fakat tepemizde dönen parlak renkli Anka kuşundan gözlerimi alamamıştım.
Nazendeseyrin şefkatli parmaklarının saçlarımda gezindiğini hissettiğimde, başımı çevirip ona bakmıştım. Tebessüm ediyordu. Bakışlarında sevgi vardı. Bana parmağıyla karşımızdaki griliği göstererek ''Hangi kapıdan girmek istersin'' diye sorduğumda, şaşkınlıkla başımı kaldırıp gözlerine bakmıştım. ''Burada her yer birbirine benziyor'' diye fısıldadım.
Bana doğru eğildiğinde tekrar dikkatimi boynundaki kolye çekmişti. Tıpkı papatya biçimindeydi. Etrafında ki yaprakların tam ortasın da; büyük, yuvarlak, küre şeklin de, sanki için de bir şeylerin hareket ettiği gizemli bir taş vardı. Kolye ye baktığımı anladığın da ‘’görmek ister misin’’ demiş ve heyecanla ‘’evet’’ diye karşılık vermiştim.
‘’O zaman biraz daha yaklaş ve için de neler olduğunu izle’’ demişti.
Yaklaşmıştım.
İşaret parmağımı kolyeye doğru yaklaştırıp dokunduğum da, dokunduğum yerden dışarıya yeşil ve kuvvetli bir ışığın saçıldığını görmüş, parmağımı korkarak geri çekmiştim.
Kolyeyi tutarak bana doğru uzatan Nazende Seyir ; ‘’Korkma ve tekrardan dene’’ dediğin de, çekinerek işaret parmağımı kolyenin ortasın da ki gizemli Taşa tekrar yaklaştırmış ve çekinerek dokunmuştum. Parmağımın taşa değmesiyle , gözlerimi kamaştıran yeşil , kuvvetli ışık tekrar parlamıştı. Gözlerimi açtığım da, işaret parmağım kolye Taşının üzerindeydi, parmağımı çekip dikkatle baktığım da, Taşın için de hareket eden bazı şeylerin yavaş yavaş berraklaştığını görmüştüm. Çok heyecanlanmıştım. Bir adım daha yaklaşıp baktığım da, kolyenin için den bana bakan bir çift göz görmüştüm.
Kimdi ve neden bu kadar güzel bakıyordu?
Saçları gümüş rengindeydi. Yüzü çok güzeldi. Gözbebeklerinin için de kendi yansımamı görecek kadar gerçekti. Başın da tacı vardı. Omzun da güvercine benzeyen fakat çok daha renkli bir kuş, sürekli başını çevirip etrafı izliyordu. Ağaç dallarından örülmüş kazağının her yerinde çiçekler açıyordu.
Nazendeseyir, dalıp gittiğim bu bakışlar karşısın da; ‘’Umay Ana’’ demişti.
Tekrar kolyenin için de ki gizemli dünyaya bakarken, Umay Ana; Elin de ki yılan başlı asasını toprağa vurmasıyla, milyonlarca Lotus Çiçeği yerden havaya doğru yükselmeye başlamıştı. Gökyüzüne doğru yükselen Lotus Çiçekleri etraflarına fosforlu ışıklar yayıyorlardı. Umay Ana; bana kolyenin içinden bana bakarak tebessüm etmişti. Önün de , dalları gökyüzünden aşağı sarkan çok büyük bir ağaç vardı ve bu ağacın her dalın da çeşit çeşit , renk renk meyveler görünüyordu. Ağacın, etrafa yayılmış olan dallarının altına doğru yürürken ,sanki her şey onunla birlikte yürüyordu. Umay Ana etrafına toplanmakta olan dağ keçilerini, ala geyikleri, tavşanları, kaz sürülerini, kuğuları, leylekleri ve binlerce hayvanı ağaçtan sarkan meyvelerle besliyordu.
Bana bakarken yüzün de gördüğüm şey ; Sevgiydi.
Tekrar başımı kaldırıp, gördüğüm tüm bu gizemli şeyler karşısın da şaşkın şaşkın Nazende Seyir’e baktığım da, tüm bu gördüklerimi açıklığa kavuşturmak üzere anlatmaya başlamıştı; O anlatırken ben Umay Anayı izlemeye devam ediyordum.
‘’Dünya’ya bereket ve bolluk getiren o’dur. Dünya da çocuğu olmayan anneler, duaların da Umay Anayı aracı kılarak dua ederlerse, mutlaka çocukları olur. Dünya da doğacak olan bir çocuk hayata gözlerini açtığın da, karşısın da önce Umay Anayı görür. Bu yüzden yüzü sana yabancı gelmemiş olabilir. Omzun da ki kuş, Huma Kuşudur, çok yükseklerden uçabilen bu kuş, yeni doğan çocukların dudaklarına hayat ağacından elde edilen öz süt ü Dünyaya taşımak ve Umay Ana ya ulaştırmakla sorumludur. Umay Ana, Huma Kuşunun getirdiği sütü bir bez parçasına döker ve bu bez parçasını yeni doğan çocuğun dudakların da usulca gezdirir. Üç gün boyunca ,yeni doğan çocuğun yanından ayrılmayan Umay Ana, çocuğun rüyalarına girerek ,Huma Kuşunu da yanına alır ve uyumakta olan çocuğa rüyasın da görünür. Çocukların uyurken gülmeleri bu yüzdendir.
Çocuklar uyanıkken de Umay Ana onlara görünür. Şayet, yeni doğmuş bir çocuğun hareketlerini gözlemlersen ,bunu sen de görebilirsin. Çocuğun karşısın da hiç kimsenin olmamasına rağmen gülümsediğini, elini yumuk parmaklarıyla karşısın da hiç kimsenin olmamasına rağmen ileri doğru uzattığını ,ilerleyen dönemlerde kahkaha atıp ellerini bir birine vurup sevinç çığlıkları attığını görebilirsin. Bizim göremediğimiz fakat onların karşıların da gördüğü kişi, Umay Ana'dır.
Toprak ,yeryüzün de doğa demektir, doğa ise Umay Anadır. Dünya da ki bütün yeni doğan yavruların koruyucusudur o. İnsanlar gibi hayvan yavrularını ve tohumları, henüz filizlenmeye başlayan bitkileri de korur.
Ne zaman yer yüzün de bir çocuk ölse, ruhu hayat ağacının gölgesi altına gelir . Umay Ana ,onların da dudaklarına hayat ağacının öz sütünü sürerek, Huma Kuşunun kanatları üzerin de Cennete uğurlar. Yedi kat gökyüzünü aşıp, Firdevs ırmağının kenarına bıraktığı her çocuk, cennette Umay Ana’nın kokusuyla yaşarlar. O yüzden cennet Ana kokar.
Sen buraya gelirken etrafın da hızla dolanan fakat sana farklı siluetlerle görünüp kaybolan ,Huma Kuşuydu.
Bizi biraz sonra gideceğimiz yere götürecek olan yine, Umay Ananın omzun da ki Huma kuşudur.’’
Nazendeseyir’in bu sözü söylemesiyle kolyede gördüğüm görüntü matlaşmaya başlamıştı. Umay Ana’nın kaybolmakta olan görüntüsüne bakıyordum. Orada olup, ona sarılmayı çok istemiştim.
‘’Kolyenin etrafın da kaç yaprak var?’’ diye sordu Nazendeseyir.
Kolyedeki yaprakları sayarak ‘’ yedi adet’’ dedim.
Ellerimi avuçlarının içine alarak anlatmaya başlamıştı;
Yer yüzünde ki renklerin sayısı, yedidir,
Evren yedi kattır.
Yedinci kat, Cennettir.
Dünya da yaratılmış olan en değerli varlığın, insanın yüzün de ,yedi nokta vardır.’’
Eteklerin de gezinen uğur böceklerini göstererek ‘‘uğur böceklerinin yedi beneği vardır’’ demişti.
Ve umay Ana, yedi ayrı tılsımla korunur. Bu yaprakların her biri ayrı tılsımları işaret eder. Dikkatli bakarsan bütün yaprakların ortasın da ki renklerin sürekli değiştiğini, yaprakların yer değiştirdiğini görebilirsin.
‘’Şimdi söyle bakalım, hangi kapıdan içeri girmek istersin’’
Ben, heyecanla önümüz de bir an da beliren kapılardan herhangi birine işaret parmağımı uzatıp ‘’Oradan ‘’ diye bağırdığım da, önce Anka kuşu büyük bir çığlık kopararak hızla koyu sis bulutunun içine girip ,gözden kaybolmuştu.
Cennet miydi burası. Neler görüyordum böyle?
Şayet gökyüzünün ikinci katı cennetin bir basamağıysa , Nazende Seyir; cennetin anahtarı mıydı?
Peki ya Umay Ana?
Bütün çocukların Ruhlarını hayat ağacının altın da toplayıp ,Huma kuşunun kanatları üzerin de Cennetin Firdevs Nehri kenarına taşınmasını sağlayan Umay Ana , kimdi?
Nazende Seyir ayağa kalmış, elimi tutarak ,beni koyu sis bulutunun içe doğru koşarak çekmişti. Anlamadığım dilde bir şeyler söylüyordu ,fakat sesi; neşeli bir şarkıyı söylüyormuş gibiydi. Eteğinin arkadan sürünen kısmı o kadar uzundu ki, başımı çevirip arkama baktığım da sonunu göremiyordum. Yüzlerce Uğur Böceği eteğinin üzerin de ve eteğinin uzanan kısımların da yükselip alçalıyor, bir kısmı ise üzerin de gezinmeye devam ediyordu. Adımlarımızı attığımız zemin, gökyüzü gibi boşluktu, fakat düşmüyorduk, zemindeki karartı yerini gri bir sise bırakmıştı. Sanki pamukların üzerinde yürüyor gibiydik.
Gözlerimin Önüne sürekli Umay Ana’ geliyordu. Bu ismi içimden tekrar ediyordum. Nazendeseyir’in söylediği şarkı da , Umay Ana’nın ismi de geçiyordu.
Sis bulutunun içine girmiştik. Bir tek elimden tuttuğu parmaklarını görebiliyordum Nazendeseyrin.
Sesi ; büyük bir boşlukta yankılanmaya başlamıştı. Öyle ki ses ,etrafım da yankılanıp, neşeli bir melodiye dönüşüyordu. Sıklaşan sis ,her şeyi içine çekip kaybolmasını sağlıyordu. Sağ omzumun bir karış üstün de Güvercine benzeyen fakat rengarenk Huma Kuşunu görmüştüm, yoğun sise rağmen tüylerinin renkleri çok parlaktı, her kanat çırpışında yüzüme tüylerinin uçları dokunuyordu. Ben koşarken o da benim yanım da uçuyordu ve bir süre sonra kaybolmuştu. Önümü, sağımı, solumu, arkamı hiç bir yeri göremiyordum. Anka kuşunun kanat çırpışlarının sesi hemen üzerimdeydi. Arada bir, önüme mavi kanadının bir parçası düşüyor ve kayboluyordu.
Gri sis bulutu, bir süre sonra yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı, tuhaftır ki, sanki dakikalarca koşmamıza rağmen yorulmamıştım.
Yüksek bir dağın kıyısındaydık, burası tıpkı bir balkona benziyordu.
Karşımız da, çok uzağımızda, uçsuz bucaksız dağların zirvelerin de kar vardı. Daha geride ki dağların zirveleri sisliydi, yer yer dağılan sisler tüm bu sıra sıra uzanan dağların da zirvelerin de ki beyazlığın görünmesine sebep oluyordu.
Çok uzakta ,sıra sıra dizilen bu dağların tam ortasın da ,daha büyük bir dağ görünmekteydi. Genişliği ve yüksekliği diğer dağlardan çok daha büyüktü. Birbiri ardına dizilen dağların tam ortasın da davetsiz misafir gibiydi. Korkutuyordu. Burada olan her şeyden farklıydı. Dağın rengi siyahtı. Tepesinde ki kırmızılıktan lavlar fışkırıyor, çıkan koyu dumanların için de korkunç şimşekler çakıyordu.
Hiç bir canlı türünün üzerin de yaşamasına müsaade etmediği bu dağ, şeytan dağıydı. Dikkatle baktığım da, çevresin de ne varsa, her şeyin kül ve duman rengin de olduğunu fark etmiştim. Birden ortaya çıkmış gibiydi. Tüm bu gizemli alemin zıttı gibiydi.
Daha önce görmediğim milyonlarca kuş türü , hep birlikte havada ağır ağır, farklı sesler çıkararak dönüyordu. Anka kuşu ve Huma kuşu ,şeytan dağıyla dalga geçer gibi tepesin de geziniyor, havaya savrulan lavların arasından hızla geçerek keskin kavisler çiziyorlardı. Havada bulunan hiç bir kuş türü şeytan dağı sınırları içine giremiyordu. Birbirleriyle oynayan ve şeytan dağını sinirlendiren Anka Kuşunu ve Huma kuşunu izliyordum.
Uzağımız da zannettiğim çok büyük bir şelalenin sesi geliyordu, fakat kendisini göremiyordum. O kadar çok yüksekteydik ki , aşağı doğru baktığım da uçsuz bucaksız mavilikten başka bir şey görünmüyordu. Başımı gök yüzüne çevirdiğim de , çok uzakta bulunan gök yüzü tuhaf bir şekil de yeşildi.
Her bakışım da değişen karşımdaki manzara da gördüklerimi ,dünya da gördüklerime benzetmeye çalışıyordum.
"Nazende seyir aşağı inebilir miyiz" dediğim de "Önce geldiğin dünyanın hikayesini dinlemek ister misin" demişti?
Başımı evet anlamın da sallamıştım. Boynun da ki kolyenin rengi parlak yeşile dönmüş ve Huma Kuş’u bize doğru kanat çırparken birden ortadan kaybolmuştu.
Biraz sol tarafa doğru yürüdüğümüz de, her şeyin bir an da değiştiğini sezinliyordum. Bir tek Şeytan dağı değişmiyordu.
Uçan bütün kuşların bir an da büyük bir çığlık kopararak aniden kaybolduklarına şahit olmuştum. Dağların kar kaplı sivri tepeleri, biz yürüdükçe düzleşiyordu. Yere eğilip baktığım da ,siyah bir boşluktan başka hiç bir şey göremiyordum. Az önceki şelalenin sesi kesilmişti. Etraf bir an da sessizleşmiş fakat bu sessizliği kendini bizlere göstermek için Şeytan Dağı bozmuştu.
Uzağımız da ki şeytan dağından gelen, çatırdama, kopma, kaynama ve alev sesleri büyük bir uğultuyla etrafımızı sarmıştı. Tepesin de biriken korkunç kara dumanların için de şimşekler ard arda çakıyordu. Sesi, bastığımız kaya parçasını titretiyordu.
Bize yaklaşmakta olan Anka kuşu yakınımıza gelerek uçmaya başlamıştı.
"Avucunu aç ve ileri doğru uzat " dedi Nazendeseyir "çünkü bu atmosfer ,onun yaşayacağı bir yer değil".
Avucumu açıp ileriye doğru uzattığım da, bana doğru gelmekte olan Anka Kuş’u, tam önümde devasa kanatlarını kapatacakken, rüzgarını yüzüm de hissetmemle avucuma uğur böceği olarak düşmesi bir oldu.
Kırmızı benekli uğur böceğinin, avucumun için den omzuma konmasıyla, başımı karşım da ki karartıya çevirmiş ve gördüğüm manzara karşısın da çığlık atmaktan kendimi alamamıştım.
Her şey boyut değiştirmişti. Etraf kararmak üzereydi. Korkuyla Nazendeseyir’in eteğinden tutmuştum.
‘’Sakin ol, sadece sakin ol, orası senin geldiğin Dünya’’ demişti Nazendeseyir.
Kolyesinden çıkan ışık hem kendi yüzünü hem de etrafımızı aydınlatıyordu.
Karşımızdaki boşlukta ,milyonlarca iç içe geçmiş, parlak renkleriyle bulutsu yıldız kümeleri belirmeye başlamıştı. Karartı bastırdıkça yıldızların sayıları artıyordu.
Şeytan Dağının zirvesi ateş püskürüyordu artık. Tıpkı yanar dağ gibi ,tepesinden büyük bir patlamayla havaya savrulan sıvı ateş parçaları ,hava da savrulurken dağılıyor , gökten yağan ateş yağmuru gibi, kendi dağının eteklerine düşüyordu.
Karanlıkta çoğalan yıldızlar yavaş yavaş etrafımızı aydınlatmaya başlamıştı. Buradan baktığım da yüzlerce gezegen ve milyonlarca boşlukta savrulan meteor taşlarını görebiliyordum.
Nazendeseyir’in parmağıyla işaret ettiği tarafa baktığım da , Şeytan dağının hemen arkasın da , uçsuz bucaksız evren de gördüğüm hiç bir gezegene benzemeyen Dünya’yı görmüştüm. Hemen ardın dan ortaya çıkan Ay’ her yeri aydınlatmıştı.
Tıpkı kitaplar da, televizyonlar da, dergiler de, belgeseller de gördüğüm gibiydi. Etrafın da ki gezegenler ne kadar çok yakındı Dünya ya. Ya da buradan öyle görünüyorlardı.
Nazendeseyir, eğilip yerden küçük bir taş parçasını alarak avucunun içine koymuş ve bilmediğim lisan da bir kaç söz söyleyerek boşluğa doğru savurmuştu. Küçük kahverengi taş parçası ,hemen önümüz de boşluğa doğru savrulurken , tıpkı bir tohum gibi önce ortadan ikiye yarılmış ve küçük bir ağaç fidana dönüşmüştü.
Fidan, tam karşımız da ağır ağır dönerek ,büyüme evresini tamamlayacağı yolculuğuna başlamıştı. Köklerinin uzadığını, aşağı doğru sarktığını görebiliyordum.
Önce boy vermiş, çiçek açmış, yeşermiş, yaprak dökmüştü. Bir süre sonra, daha çok boy vermiş, boyu uzamıştı. Genç bir fidan dı artık. Tekrar çiçek açmış, yeşermiş ve yapraklarını dökmüştü. Boyu uzamaya devam etmişti. Tekrar çiçek açmış, yeşermiş ve yapraklarını dökmüştü. Aynı şeyleri tekrarlayıp durmuş ve sonun da çok büyük bir ağaç olmuştu. Gövdesin de ki kabuklar derin çatlaklar oluşturmuş, büyük dalları kırılmaya başlamıştı. Son döngü de neredeyse çiçek açmamış ve çok az yapraklanmıştı. Ve yapraklarını döken ağaç uzun bir süre kurumuş vaziyette kalarak, büyük bir çatırtıyla yıkılıp ,boşluğun için de kaybolup gitmişti.
‘’İşte Zaman’’ dedi Nazendeseyir. Dünya da var olan bütün yaratılmışların, hiç bitmeyecek zannettikleri ömürleri, bu kadardır. Yani göz açıp kapatıncaya dek. Uzun gibi görünen, fakat ardına baktığın da dakikalardan çok daha kısa olan ömür, bu kadardır...
Ve içini çekerek devam etti Nazendeseyir;
Dünya yaratıldığın da ,şeytan dağının önün de bulunan fakat şu an da göremediğimiz küçük bir gezegen dünyaya o kadar çok aşık olur ki, onun yakının da bulunmak ister...
Ve sürekli Ay’ı kıskanır. Dikkatli bakarsan, evrenin boşluğun da en güzel yerin Dünya olduğunu görürsün. Çünkü Dünya, Cennet suretin de yaratılmıştır. Diğer gezegenler ise kaya ve gaz kütlesidir.
Dünyaya aşık olan gezegenin önünde ki en büyük engel, şeytan dağıdır. Çünkü dünya ile arasında şeytan dağı durmaktadır. Şeytan dağı ; evren de bulunan hiç bir güzelliğin Dünya ya ulaşmasını istemez.
Yüzyıllardır Şeytan dağını aşıp, karşıya geçerek Dünya’yı daha yakından görmek isteyen gezegen ,bir türlü bu isteğini gerçekleştiremezdi. Ne zaman şeytan dağına doğru yaklaşsa, şeytan dağı durumu fark eder ve patlamaya başlayıp etrafın da ne varsa yakıp kül ederdi.
Bedeli ne olursa olsun ,Dünya ya yakından bakmak için bütün riski göze alan Gezegen her ihtimali göze alarak çok güzel bir şey yapar;
Dünya toprağın da var olmayan, binlerce tohumu toplamak için Umay Ana’dan yardım ister. Huma Kuşu kanatların da Cennetten indirilerek kendisine hediye edilen tohumları yüzyıllarca saklayan Gezegen , onlara yüzyıllarca Dünya ya olan Aşkını anlatır.
Sabrı tükenir. Şeytan dağının sönmesini bekler... Belli aralıklarla sönen şeytan dağı, bazen günlerce böyle kalırmış. Sabırla ne zaman söneceğini gözlemleyen Gezegen, Şeytan Dağının sönmeye başladığı en uzun evreyi keşfeder ve bekler.
Alevlerin azalıp, tepesin de ki kırmızılığın renginin siyaha döndüğü, dumanın renginin daha açık olduğu ve tepesin de ki dumanların kül olup yağmaya başladığı evre, şeytan dağının sönmeyi tamamladığı evredir.
Gezegen; Firdevs Nehrinin Suyu ile yıkanmış iki tohuma ,Şeytan Dağının geçilememesi durumun da, mutlaka Dünya ya ulaşmalarını tembih eder... İki tohum da ,bu Aşk’ın şahidi olarak ,mutlaka Dünya ya ulaşacaklarını söylerler.
Gezegen, yörüngesini değiştirerek meteor taşlarının boşlukta savrulması gibi savrulmaya başlar. Amacı; Şeytan Dağının yakınlarından geçerken hareketliliğin olup olmadığını gözlemlemekmiş.
Bir kaç denemeden sonra, Şeytan Dağın da hiç bir hareketliliğin olmadığını gözlemler. Gezegen uzaklaşır, uzaklaşır, taa ki gözden kaybolurcasına uzaklaştıktan sonra, büyük bir hızla Şeytan Dağına doğru savrulmaya başlar. Öyle ki , bu hızla önüne gelen bütün irili ufaklı meteor parçalarını toza çevirir.
Dünya ya doğru yaklaşmakta olan Gezegeni çok geç fark eder Şeytan dağı. Birden telaşla yanmaya ve dumanlar çıkarmaya başlar. Bir süre sonra tepesinden çıkan alevler Şeytan Dağının tepesin de derin çatlaklar oluşturur. Bu çatlaklardan dahi dışarıya alevler savrulmaya başlar. Tepesin de henüz şimşeklerin çakmasına sebep olan kara bulutlar çoğalmadan ,Gezegen, Şeytan Dağının sınırları içine girer. Burası, bu güne dek hiç bir gezegenin, hiç bir meteor parçasının giremediği , girse de yanıp anında kül olduğu yerdir.
Gezegen, Şeytan Dağının zirvesi üzerinden hızla geçerken , bu güne dek yaşanılmamış bir şey olmuştu , şeytan dağı çok büyük bir gürültüyle patlamıştı. Bu patlamanın ortaya çıkardığı toz ve kül yığınları atmosfere yığılmış, bundan Dünya dahi etkilenip yıllarca buzul çağını yaşamıştı.
Gezegen , bu patlama sonrasın da parçalanmış ve kopan parçalarının büyük bir kısmı Dünya’ya doğru yolculuklarına devam etmişlerdi. Bunu gören Şeytan Dağı bir daha patlamak istemiş ,fakat yeterli enerjiyi sağlayamadığı için patlayamamıştı.
Gezegenden kopan parçaların büyük bir kısmı Ay’ın yüzeyine dağılmış, büyük bir kısmı boşlukta kaybolmuştu. Çok küçük bir kısmı Dünya ya ulaşmış ve tohumlarını toprağa bırakmıştı.
Derler ki ; Dünya da var olan iyilik , Gezegen’in parçalarıyla Dünya’ya tohumlarla birlikte düşmesi sonucunda yayılmıştır.
Dünya da var olan kötülük ise, Şeytan Dağının patlaması sonucu, dağdan kopan parçaların Dünyaya düşmesi sonucu yayılmıştır.
Şu an da Dünyanız da var olan bütün çiçeklerin tohumları bu aşkın ürünüdür. Eğer dikkatli bakarsan, o çiçeklerin dünya da bulunan hiç bir canlıya benzemediğini, hepsinin çok farklı güzelliklere sahip olduğunu görürsün.
Gezegenin Cennetin Firdevs Nehrin de ıslanıp ,Dünya ya olan aşkını anlattığı o iki tohumun biri dünyaya ulaşmıştır sadece.
Heyecanla ‘’O çiçeğin adı nedir’’ diye sormuştım Nazendeseyir’e.
Bakışlarını Dünya ya çevirerek ‘’O çiçek ,Kardelen’’ demişti. Dünya, o büyük patlama sonucun da buzul çağına girmişti. Tohum, yıllarca uğraşın sonunda toprağa ulaşmış ve kök salmıştı. Filizlenip açtığında diğer tohumun kendisi ile birlikte olmadığını fark edince boynunu bükmüş ve öylece kalmıştı.
Babannemin içerden Meryeeem diye bağırmasıyla gözlerimi açmıştım. Büyü bozulmuştu. Sinirlenmiştim. Dolabın kapağını açıp dışarı çıktım. Hava kararmıştı. Kar yağmaya devam ediyordu. Gökyüzündeki ay görünecek gibi değildi. Kardelenleri düşündüm bir süre. Acaba diğer tohum ay'ın yüzeyine mi düşmüştü?
Ayhan YALÇIN
11.03.2022
(Bu eser Fotoğraf Hikayelerim Konu başlığı ile Forumkalemi üyelerine ithaf edilmiştir)