Foruma hoş geldin, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Düşünce Platformumuza Hoşgeldiniz!

Düşünce Platformumuz bilgi ve düşüncenin en özgür adresidir!
Güne, gündeme ve yarınlara dair söyleyeceğim var diyenlerin, günlük koşuşturmaca içerisinde zihin jimnastiği yapmak isteyenlerin özgürlük meşalesi ~ FORUM KALEMİ ~

Özgün Konu Bizim Yazarlık Hallerimiz

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Merhabalar Arkadaşlar , yazarlık üzerine bir eğitim sürecine girdik , umarım güzel bir verim elde eder ve bu doğrultuda dile gelip yazıya dökülen her kelimenin hakkını vererek tamamlayabiliriz. Bu sürece sizlerin tanıklığını da eklemek istedik , arşivimizi burada paylaşmaya karar verdik . Eğer sizler de okumayı ve yazmayı seviyorsanız bize katılabilir , eleştirebilir , yazdığınız metinleri bu başlık altında paylaşabilirsiniz. Soru sorabilirsiniz . Keyifli yazmalar ve başarılar diliyoruz. =)




Koşmak isterdim, düşecekmiş gibi alabildiğine ve kollarımı açarak. Fakat nereye ve ne için. Sanırım henüz adını koyamadığım bir şeye yahut bir şeylere doğru koşmak. Mesela geçmişe mi yoksa geleceğe mi koşmak isterdim. Geçmişe koşmak isterdim. Çocukluğuma. Her şeyin henüz adının belli olmadığı, yaşamı ,insanları tanınmadığım ya da tanıdığım kadarı ile idrak edebildiğim çocukluğuma.

Neler vardı orada? Kimler vardı? Sadece oyunlardan ve uçsuz bucaksız hayal dünyasından ibaret olan zamanlar mıydı? Belki de öyleydi. Hayalimde kalan Yorgun hocayı tam da burada anlatmak isterdim. Evlerin arkasında kalan büyük arazilerde kan ter için de ve bazen yağmur sonrası ıslak çimenler üzerinde top koştururken, merkeze inen geniş toprak yoldan geçerken dudaklarını hareket ettirerek yürümesi. Bu yürüyüşte daha çok seyyah havası vardı. Uzun cübbesinin rüzgardan savrulduğu, göğsüne değen kır sakallarının çenesini hareket ettirmesiyle sürekli sallanması ve elinde uzun tesbihi ile ellerini arkaya bağlaması ben de farklı bir intiba uyandırmıştır.

Onun hafız olduğu söylenirdi. Her vakit sonrasında camisinden çıkar, toprak yoldan merkeze yürür ve yürürken sürekli durup arkasına bakardı. Arkasına bakması arkadan gelen herhangi bir aracın olup olmamasıydı. Eğer bir araç geliyorsa olduğu yerde durur aracın gelmesini bekler, tanıdık tanımadık hiç fark etmez aracı durdurarak biner giderdi.

Ezan vaktine doğru aynı vaziyette camiye doğru yürürdü. Onu gördüğümüzde ki genelde akşamüzeri daha çok görürdük, akşam ezanının biraz sonra okunacağını ve akabinde havanın kararacağını anlardık. Akşam ezanını okunması demek, hararetle devam eden futbol maçının yarıda bırakılıp eve gitmek demekti ve bu hiç birimizin hoşuna gidecek bir şey değildi.

Biraz sonra Fabrika servis Otobüsü kullanan ve oynadığımız çimenliğin hemen karşısında üç katlı binaları bulunan Orhan’ın babası bağırırdı. Orhaaaaannn. Servis Otobüsü binanın önüne park edilmiş temizliğine başlanmıştı.

Orhan hiddetle ve sinirle ayaklarını yere vurup, yumruklarını sıkarak yanımızdan uzaklaşırdı. O gittiğinde takım dağıldığından bizlerde dağılırdık. Ve biraz sonra yorgun hocanın laz şivesiyle okuduğu akşam ezanının sesi bu büyük tarlaların hemen üzerinde ki Otobandan geçer araçların sesini bastırarak etrafa yayılırdı. Akabinde sokak lambaları yanardı.

Eve gittiğimizde Annem kıyafetlerimizi kapının önünde çıkarttırır öyle eve alırdı. Titiz bir kadındı. Evi süslemeyi çok severdi. Tavandan arkan çiçekler, kapı pervazlarına bir iple sarmaşık gibi doladığı yapay çiçekler ve her şeyin altında çeşitli örgülerle sergilediği dantel işlemeler. Titizliğinin hat safhaya çıktığı zamanlar olurdu. Atlet kilotla bizleri eve alır ‘’doğru banyoya’’ diye bağırırdı. Büyük bir kabahat işlemişiz gibi başlarımızı öne eğerek banyoya girer ve temizlenirdik.

Ekseriya evin küçüğü olmamama rağmen evde ekmeği ben alırdım ki bu büyük bir iştir. Evde kimin ekmek alacağı bazen, bazı evlerde çok büyük meselelere sebep olurdu. Mahallemizin naftalin kokan bakkalından beş ekmek alırdım. Herkesin iki ya da üç ekmek aldığı bir bakkaldan beş ekmek almak beni utandırırdı. Poşet vermezdi, gazete kağıdına sarmazdı, Kollarımı dirseklerimden kırıp yukarı doğru bir kepçe ağzı gibi kaldırırdım ve ekmekleri oraya dizerdi. O şekilde dakikalarca yol yürüdüm. İlerleyen yıllarda bütün bakkallar poşetle ürün vermeye başladığında bile Hüseyin bakkal yüzünü ekşiterek ‘’poşetini evinden getir’’ der ve istemeye istemeye bir poşet verirdi. O kadar morali bozulur ki, bir daha ki gidişimde poşet götürmediğim aklıma geldiğinde strese girerdim.

Yer sofrasında bir araya gelir akşam yemeğini öyle yerdik. Yuvarlak bir yer sofrasının altında ki sofra bezini dizlerimizin üzerine çekmemiz sıkça tembih edilirdi. Ekmek denlerini yere dökmenin günah olduğu, bereketin kaçtığı ve hatta şeytanın bunları yiyerek beslendiği söylenirdi. Yemek yerken müzik dinlemek hele ki televizyon izlemek zinhar günahtı. Nimete, Allahın nimetine tıpkı kutsal bir ibadet gibi saygı duyulduğu ve nevi günah sayılabilecek şeylerden azat edilmiş bir şeydi bu. Rızık şükretmeyi gerektirirdi. Şükretmek ibadetti.

Sofra kaldırılırken Anneme en çok ben yardım ederdim. Sofra bezini besmele çekmeden balkondan bahçeye silkelemezdim. Akşamlar hep birbirine benzerdi. Belli başlı dizilerin ve arkası yarın kuşaklarının herkesi ekrana bağladığı o yıllar. Ben daha çok kitap okumayı tercih ederdim. Kendime ait bir odam olmadığı için daha çok televizyon olan odada kendimi okuduğum kitaba vermeye çalışırdım. Çaysız olmazdı. Nedense çok sık misafir geldiğini hatırlıyorum. Oturduğumuz mahallenin akrabalarla dolu olması evin akşam saatlerinde boş kalmamasını sağlıyordu.

Hani şimdi ki gibi ‘’müsaitseniz akşam size geleceğiz’’ cinsinden bir randevu ile değil, çat kap, sanki kendi evlerine girer gibi. Yitirdiğimiz tüm bu samimi duygular yerini farklı formlarda ve yapılarda bir çok lüzumsuz uğraşa bıraktı.

Bireylere özgürlük vereceğini iddia eden bir çok sosyal platform, bireylerin kendilerini yitirmelerine, kaybetmelerine olanak sağlamıştır. Bu kayboluş daha çok bir tür arayışa ve onun ardından kayboluşa sebebiyet vermiştir. Her şeyin sahici ya da gerçek olduğu iddia edilen bu mecralarda ne hikmetse herkes sütten çıkmış ak kaşık ve her kes günahsız birer melek. Fakat hakikat her zaman var olanı yansıtmıyor. Gördüğümüz her şeyin bir çok kısmı, göz yanılgısından başka nedir.

Sonrası daha vahim değil mi sizce de? Kendini beğendirmek için değiştirilen karakterler mi ararsın? Sevgisizliğinin öcünü almak isteyerek türlü entrikalarla tekrar tekrar aynı yalanların içinde boğazlarına kadar gömülen kalpler mi istersin. Öyle ki, hipnoz edilmişçesine gördüğü bütün o ‘’mutlu’’ paylaşımlardan dolayı kendi hayatını, çevresini, ailesini, akrabalarını beğenmeyenleri mi görmek istersin.

Koca bir makyaj sahnesi olan tüm bu sosyal mecraların hizmet ettiği tek şey, beğenilme ‘’ego’’’sundan başka nedir?

Televizyonların siyah beyaz olduğu günleri hayal meyal hatırlıyorum. Fakat kanal değiştirirken kumandası Tv leri çok iyi hatırlıyorum. Genelde ben kalkar düğmeye basarak kanal değiştirirdim. Nasıl oluyorsa bütün o kanal tv lerin kanal değiştirme kapakları bir şekilde kırılıyor ya da yerinden çıkıyırdu. Arkadaşlarımın evinde ki televizyonlarda bunu görmüştüm. Televizyonun sağ alt köşesinde yer alan bu küçük kapağın altında ki sihirli düğmeler, bizleri bir başka aleme, bir başka dünyaya taşımaya yeterdi. Kumandası çıkan Televizyonlar hakikaten bu dünyaya ait olmayan makinalar gibiydi. Oturduğunuz yerden bir düğmeye basıyorsunuz ve izlediğinzi ekran aniden değişiveriyor. Bu, her kanal değişiminde oturduğu yerden kalkıp televizyon başında düğme düğme kanal gezen bir insan için çok büyük bir nimet olsa gerekti. Zaten çok da kanal yoktu. Daha çok karıncalı yayınlar vardı. Saat gece on ikiden sonra istiklal marşı okunarak yayını biten Trt 1 kanalını hatırlayabiliyorum. Fakat sabah açılış kuşağına hiç rast gelmedim.

Şimdi bana daha sıcak ve daha manidar gelen o eski yıllara doğru koşmak isterdim. Tekrar naftalin kokan bakkala girip beş ekmek almak, tekrar tarlalarda top oynamak, tekrar yer sofrasında yemek yemek, tekrar yorgun hocanın kambur yürüyüşüne dalıp gitmek isterim. Televiyonda kanal değiştirmek, her akşam eve geldiğimde azar işiterek kıyafetlerimi kapı önünde soyunup banyoya öyle girmek isterim.

Özlemini hissettiğimiz o mazi, bir daha hiç gelmeyeceğine emin olduğumuz hatıralarımız yüzündendir. Birileri, tam da bu içinde bulunduğumuz zaman dilimini gelecek yıllarda özlemle yaad edecektir. Bu ‘’zaman’’ denilen, ileri gittiği kadar geriye doğru da akan ömür, her insanın iç dünyasında izler bırakarak sürüklenmeye, akmaya, koşmaya ve ilerlemeye devam edecetir.



19.07.2022
Ayhan Yalçın
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Holdeki saatin tiktak sesi beynimde zonkluyor. Evde kimsecikler yok. Bazı insanlar yalnız kalmayı tercih eder , yalnızlığın kendilerine armağan edilmiş bir ödül gibi görürler. Kimisi içinse yalnızlık cezadan öte bir şey derin bir ıstırap yükü olabilir. Benim için yalnızlık bir hediyeden ziyade cezaydı onun için. Çok kalabalık bir aile içerisinde büyümeme rağmen ‘yalnızlık’ gönlümde sanki bir gelin adayının çeyizine işlediği nakışların o ince zarifliği, heyecanı , özverisiyle ama daha bir korkunç daha bir savurgan daha bir hırçınlık ve öfke barındıran aksiydi en kuytusunda benliğimin. Sevmiyordum yalnızlığı hatta yalnızlığın bir övünç kaynağı olduğunu söyleyenleri de sevmiyordum hatta öylesi kurulan cümleleri yok saymak işime geliyordu belki kimbilir. İnsan nasıl yalnız kalmaktan hoşlanabilir ? diye kendimi yeyip bitiriyordum. Gazete küpürlerinde ki haberleri anlatasım geliyordu yalnızlığı övenlere. Yalnız yaşayan bir adam evinde öleli tam bir hafta olmuş, apartman sakinleri almış oldukları korkunç bir kokunun tesiriyle emniyet amirlerine haber vermişler diye üçüncü sayfa haberlerine konuk olan havadisler. Bilmem hatırlayan var mıdır ?



Bir büyükle beraber yaşamak güzel bir kültürdür oysa. Eskilerin türküleri , masalları hatta anıları hep öğüt niteliğindedir. Tecrübe edinmenin canlı şahitleridir ihtiyarlar. Bazi ülkelerde yaşlandığında ebeveynine bakmayan çocuk kınanır, ayıplanır yetmezmiş gibi itibarını da koymazlar o muhitte. Ata demektir büyükler , bir arkeologun kalıntı bulduğunda ki heyecanından daha evladır ataya duyulan saygı. Ataya duyulan özlem. Tarihtir, gelenektir, kültürdür en önemlisi mirastır atalar, atalarımız.



Kendimle vakit geçirmekten hoşlanmadığım için değil , bu zamanlarda kitaplar en iyi yoldaş olurlardı bana. Çocukluğumdan beri ruhum ne zaman sıkılsa kendimi koca dünyada çıkmaz bir sokağa sapmış hissetsem ne olduğu fark etmeksizin bir kitap alıp elime okumaya başlardım. Satırlarda gezen gözlerimle aklımda gezinen sıkıntı arasında müthiş bri arbede olurdu. Aklım gözlerimin gezindiği satırlara kendini vermek isterken ruhumun girdabı alalede dolanmak ister okuduğum satırların anlamını yitirmeme neden olurdu. Ben inatla anlamasam bile o satırları anlayana kadar başa dönme pahasına tekrar tekrar okurdum. Satırları tekrar ettikçe kavganın şiddeti artar ruhum hamlelerini daha seri ve acımasızca yapardı. Bir müddet savunmanın ardından ben kimi zaman teslim olup kitabı o an elimden bırakırdım , sonra tam vazgeçmişken ani bir manevrayla yeniden kaldığım yeri açar ruhumun yenilgisine tebessüm ederek satırlarda gezinmeye devam ederdim. İtiraf edeyim bazen ruhumun yenmesine izin verirdim. Ne de olsa kimsenin görmediği , düşünmediği bakmadığı çoğu vakitlerde beni bir an olsun yalnız bırakmayan en sadık arkadaşımdı. Onunla iyi geçinmek zorundaydım yoksa onu da kaybedebilirdim. Demiştim ya ben yalnızlıktan hiç hoşlanmazdım, hala da hoşlanmıyorum. Okuduğum satırlarda ki karakterlerle dost olur , onlar nereye gidiyorsa ben de onlarla gider , kime ne anlatıyorlarsa ben de bir gölge gibi kulak kabartırdım.



Saatin tik tak sesleri gelmeye devam ediyor. Bu sesler bende zaman sıçramalarına neden oluyordu. Ananemin evinde duvara asılı kocaman ahşap bir saat vardı . Bakır renginde aşağı doğru sarkan uzunca bir kol sağa sola giderken bu sesin bir kaç kat fazlasını çıkarırdı. Her saat başı çıkan gong sesi insanı uykusundan uyandırırdı. Bazı hafta sonları ananemde kalırdım. Hem işlerine yardım eder hem de onun masallarına konuk olurdum. Domino taşları gibi dizili binaların birinde yerden epey yüksek yapılı dairelerde otururlardı. Balkondan ya da pencereden aşağı bakmak insanın başını döndürürdü. Ama geceleri şehrin ışıkları yıldızlarla birleşir muhteşem bir manzara bütün o kasvetli havayı alır götürürdü. Şehrin ışıklarına komşu olan yıldızlar kim bilir hangi nameleri fısıldıyorlardı birbirlerine. Işık hüzmeleri ne de güzel yayılır gökyüzüne envai mesaj bırakırdı. Işıkların bile bir dili vardı yalnızlıktan sıyrılıp ziyaret ettikleri yıldızlar vardı , ay vardı , güneş vardı. Cansız görünen bütün varlıkların kendilerine canlılık katan bir özleri vardı. İnsanoğlunun neden kuytu dehlizlerde anlamlandıramadığı yalnızlığı vardı ki. Hayır hayır ben yalnızlığı sevmiyorum , sevmeyeceğim . Bu düşünceden kimse alı koyamayacak beni. Nerede kalmıştık heh hatırladım , işte o yüksek dairede kaldığım günlerden birinde hemen yanı başında bulunan apartmanın en üst katında tek başına kalan bir teyzenin ölüsünü tabutla götürürlerken görmüştüm , anımsadığımda hala içimi ürperti kaplıyor , gözlerimin şahit olduğu o kareyi o anda ki gibi yaşıyor ve ruhumun sıkışmasına engel olamıyorum.





Zihnimde yalnızlığın kodladığı korkunç bir hadiseydi bu. Belki bu nedenle yalnızlık bana her zaman sevimsiz geliyor. Ölümü hatırlatan hangi olgu insana sevimli gelebilir ki ? Bir son değil aslında bir başlangıç diye tanımlanan ölüm , tahayyülümde yalnızlık olgusunu hafifletemiyordu. Bilinçli bir birey olmak , saatlerce kitap okumaktan bıkmamak , öğrendiklerini anlatmanın heyecanına mutabık olmak bile ‘yalnızlık’ duygusunu tolere edemiyordu. İnsanın kendisiyle barışık olmaması durumuyla alakası yok. Şimdilerde kurulan süslü cümlelerde ki ‘ seçilmiş yalnızlık ‘ tabirini de zinhar kabul etmiyorum. Çünkü hiç bir insan yalnız değildir hiç bir zaman . Kendisiyle vakit geçiren insan yalnız olabilir mi ? Orada kendinden var ettiği bir ben ile beraberken böyle bir şey mümkün olabilir mi ? Bizleri kendi iç dünyamıza kaçmaya mecbur kılan eylemlerin değişmesi değiştirilmesi gerekmez mi ? Neden insan kendinde mevcut olan bilgiyi kendisiyle paylaşmak zorunda kalsın, neden insanlar birbirine bir tebessümle bile merhem olabilme yetisine sahipken üstelik bunca menfaatin kol gezdiği hakimiyet sürdüğü , modernitenin en had safhada olduğu şu dünyada yalnızca , sadece minik bir tebessümle hatır alabilecekken böylesi bir cimriliği kendine yakıştırsın ki ? ‘Gülümsemek Sadaka’ değil miydi , bu cimriliğin üzerimizde bıraktığı pespayeliğinden kurtulmanın zamanı gelmedi mi ?


19.07.2022
spesifikay
 

AsyA

Forum Kalemi
Öylesine...
Katılım
1 May 2020
Mesajlar
14,496
Çözümler
1
Tepkime puanı
38,703
Puanları
113

Meva

Haber Editörü
🦋Kendi Dünyasında🦋
Katılım
3 Mar 2021
Mesajlar
7,102
Tepkime puanı
22,491
Puanları
113
Konum
Siirt
Burç
Akrep
Memleket
Siirt
Cinsiyet
Takım
lIr3ry
Ne güzel canım çok sevindik hayırlı olsun benim yazmak gibi bir yeteneğim yok maalesef ben anca size yazılarınızı okuyarak destek olabilirim :) güzel yazılarınızı okumak için takipteyim :)
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Okuyucu bir yazarın mihenk taşlarındandır onu motive eder =) Şahsım adına yazarlık statüsünde oldukça amatörüm .
Bakış açınız , değerlendirmeleriniz bize katkı sağlayacaktır var olasınız @AsyA @Meva , cömertliğiniz için gönülden teşekkürü borç bilirim .
Fikrin mucidi @Ayhan Yalçın hocamdır, umarım müsait bir zaman diliminde duygularını bizimle paylaşır =)
Bu vesileyle kendisine de teşekkürlerimi tekrar sunarım.
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Ayhan Yalçın
20.07.2022


‘’Neden böyle oldu’’ diye sordu, başımı önüme eğerek hiçbir cevap vermedim ya da vermek istemedim. Biliyordum ki vereceğim hiçbir cevap onu ziyadesiyle tatmin etmeyecekti. Olayı geçiştirmek için umursamaz tavırlarıma devam etmek istemiyordum. Fakat böyle, tıpkı bir suçlu gibi duramazdım.

Önünde durup dışarıyı izlediğim pencereyi aralamıştım. Güneş batmak üzereydi. Kırlangıç sesleri çocuk seslerine karışıyor, uzaklardan gelen martı çığlıkları tüm bu sesleri bastırıyordu. Gökyüzünün mavisinde, iki şeritli beyaz bir çizgi bırakarak yoluna devam eden uçağın gövdesinde, henüz batmakta olan güneşin parlaklığı görünmekteydi.

Karşımızdaki yamacın sırtına kurulmuş derme çatma gecekondu mahallesinde ki yorgun evlerin metal çatılarından yansıyan güneşin ışığı, bu evlere efsunlu bir hava katıyordu. Gittikçe koyulaşan gölgelerin derinleştirdiği karanlıkta birileri sohbet ediyor, birileri oynuyor, birileri şarap şişesini kafasına dikerken, birileri beyaz güvercinleri gök yüzüne uçurarak hayran hayran bakıyordu.

Dalıp gittiğim bu manzara karşısında beni tekrardan kendime getiren o ses ‘’neden böyle oldu’’? Bu soru karşısında vereceğim cevapların ve onlardan hasıl olan başka başka soruların geleceğini pek tabi biliyordum. Bir türlü bitek bilmeyen merakın, cevap versem de bir türlü tatmin olmayacak ve inanılmak istenmeyecek şüphenin olduğunu da biliyordum. İnsan ne tuhaf bir canlıdır.

Gözlerimi dışarda izediğim manzaradan çekmeden cevap verdim ‘’neyi değiştirir?’’ Derin bir suskunluk oldu önce. Geri dönüp gözlerine bakmak istedim. Sonra vaz geçtim. İçimde inanılmaz bir geri dönüp bakma isteği olmasına rağmen, bir süre bu inatla mücadele ettim, fakat geri dönüp bakmadım. Hem baksaydım ne görecektim? Bir yığın soru işaretleri ile dolu bir çift sevgisiz göz. Bir yığın tereddüt ve şüphenin doğurduğu alaycı bir yüz. Belki iç sesinin onun her zerresini dönüştürdüğü öfkeyi, nefreti görecektim.

Ya da belli mi olur, arkamı dönüp baktığımda birden oturduğu koltuktan hırsla kalkarak yakama sarılacak ve beni sarsarken ‘’neden böyle oldu’’ söylesen he, ‘’neden böyle oldu’’ diye bağıracak. Bütün sızılarının sınırına ulaştığı tam da bu zaman diliminde, bütün çaresizliği ile ölüme savurduğu duyguların son haykırışlarının derin, korku dolu, son nefesini verircesine haykırışı olacaktı bu ses. Bu ses, sıkıca tuttuğu gömleğimin yakasına kara bir leke bulaştırarak saç diplerimi diken diken edecekti. Ya da bütün şehir bu sesin acı çığlığı içinde karanlık ve sonu görünmeyen dipsiz bir sessizliğe, yasa, ağıda, ölüme gömülecekti. Belki kırlangıçlar çatı saçaklarına yaptıkları toprak yuvalarından henüz yeni doğmuş olan yavrularını can havli ile başka kıtalara kaçıracaktı bu ses sayesinde. Bu ses ormanları yakacaktı. Belki de bu sesin doğurduğu acı çığlık, sokakta oynayan tüm çocukların neşe dolu seslerini tam da, şimdi, bir bıçak gibi ortadan ikiye kesecek, hepsi başları önde evlerine gidecekti.

Gece kondu mahallelerinin sokak aralarında yürüyenler korku ile sırtlarını duvara yaslayarak, meraklı gözlerle etrafına bakacaktı. Bu ses, biraz sonra gökyüzünün sonsuzluğunda birer inci tanesi gibi belirmeye başlayan yıldızlara kadar ulaşacak ve bir kuyruklu yıldızın peşine takılarak başka bir gezegende ozanlara, şairlere ilham olacaktı.

Tüm bu düşünceleri bir tarafa bırakarak nihayet arkamı döndüm. Oturduğu koltuğa iyice gömülmüş, gözleri kapalı, elinde bir zarfla öylece duruyordu. Uyuyor muydu? Birkaç adım atmak istedim fakat sonradan vazgeçtim. Önümdeki manzaraya tekrar baktım. Güneş artık batmıştı. Birer minare gibi gökyüzüne yükselen kavak ağaçlarının rüzgardan çıkardığı hışırtıları duyabiliyordum. Birileri pencerelerden çocuklarına bağırıyor olmalıydı ve bir yerlerden kahkahalar yükseliyordu. İki küçük çocuk, baktığım pencerenin altından boynuna ip bağladığı bir köpeğin peşinden koşarak ilerde kayboldular. Sokak lambaları yanmıştı.

Ne vardı o tuttuğu zarfın içinde? Korkuyordum. Gidip elinden almak istediğim zarfa tekrar baktım. İhbarnameye benziyordu. Üzerinde resmi bir takım kırmızı damgalar vardı. Sanırım korktuğum başıma gelmişti. Bu bizim son çıkış yolumuzdu ve nihayet bunu da batırmayı becerebilmiştim. Bir türlü önüne geçemediğim kendimden nefret etme duygumu tazeliyordum. İnsanın bu gibi durumlarda aldığı nefesin ağırlığı bile yük olur kendine.

Nefret ettiğin milyonlarca his, birden bire gelir bütün zihnine, benliğine, duygularına çöreklenir. Nefret ettiğin her şey, o an hissettiğin ne varsa onunla birleşir ve çoğalır. Bu o adar taşkın, o kadar büyük ve yer kaplayan bir birleşmedir ki, bu birleşmeden ortaya çıkan ne varsa bir takım sevmediğimiz şeylerin resmini çizer baktığımız eşya üzerinde. Biz bu resimlerde pişmanlıklarımızı, hatalarımızı, yanlışlarımızı görerek büyük, fakat çok büyük bir tekrarın içinde kayboluruz.

İşte şimdi olduğu gibi. İnsan, kendi tercihlerinin var ettiği bir dünyadır. İçten içe kendimle hesaplaştığım tüm bu pişmanlıkların eşiğinden geçerek, telaşla birkaç adım atıp, ellerini göğsünde birleştirerek parmaklarının arasında sıktığı zarfı aldım. Gözlerini açmadı. Zarfın içindekileri her okuduğunda daha fazla ağlamış olmalıydı. Bunu, zarfın gövdesinde birkaç yerin fazlaca nemli oluşundan anladım.

Zarfı açacakken ‘’neden böyle oldu’’ diye inledi. Bu inleyişte her şeyini kaybeden insanlara mahsus bir yılgınlık, hayattan kopuş vardı. Gözleri kapalı, dudakları aralıktı. İç çekiyordu. Sanki gözyaşları artık içine akıyordu.

Zarfın kapağını açıp içindeki ihbarnameyi çıkardım. İhbarnamenin altına soğuk mürekkeple ıslak imzanın bulunduğu kısımdaki mürekkep akmıştı.

Her şey bitmişti. Yıllarca dişimizden tırnağımızdan ayırdığımız onca şey, bir an da yok olup gitmişti. Yazılanları tahmin edebiliyordum, fakat yüzleşmek istemediğim için okumaktan çekiniyordum. Sanki tüm bu ihbarnamede yazılanları okumasam, resmiliğini ve hakikatini kazanmayacaktı. Sanki be okuduğum zaman aniden ve hemen kabul edilmiş ve yürürlüğe girecekti. Okumakla okumamak arasında gidip gelen zihnime hakim olamayarak elimdeki zarfı yere atarak odadan kaçar gibi çıktım.

Yan odada, beşiğinde tıpkı bir melek gibi yatmak olan çocuğuma kapı aralığından baktım. Gidip sarılmak, istedim. Sarılırsam kirleneceğinden korktum. Kapı kolunu yavaşça kendime çekerek kapatıp kendimi dışarı attım.

Apartmanın merdivenlerinden hızlı hızlı inerek dış kapıyı açarak kendimi dışarı attım. Serin havayı ciğerlerime kadar çektim. Derin bir nefes almaya çalıştım fakat mümkün olmamdı. Ne yapacaktım? Nereye gidecektim? Kimden yardım isteyecek ya da derdimi kime anlatacaktım?

Nedense sokakta yürürken arkamdan duyduğum o ses ‘’neden böyle oldu’’ diyordu. Arkama dönüp baktığımda, rengarenk dükkan tabelalarını, parlayan araç farlarını ve yanımdan geçen yabancı simaları görüyordum. Tam önüme dönüp birkaç adım attığımda yine o ses ‘’neden böyle oldu’’ diye bağırıyor ve ben arkama döndüğümde yine aynı manzara ile karşılaşıyordum.

Yol üzerinde ki marketlerden birine girip bir sigara rica ettim. Elimi cebime attığımda paramın olmadığını fark ettim. Telaşla, sanki paramın olmaması büyük bir utanç v kabahatmiş gibi bütün ceplerimi karıştırdım. Yoktu. Cüzdanımı, her şeyimi evde bırakmış olmalıydım. Market sahibi, kara kuru, zayıf adamdan özür dileyerek dışarı çıktım. Hava gittikçe kararmıştı.

Biri, bir ıslık çaldı ve ardından tanıdık bir ses kalabalığın arasından adımı haykırdı. Yine mi hayal görüyorum. Olduğum yerde durup bir müddet etrafa baktım. Bana doğru bakan ya da koşan kimsecikler yoktu. Tam yoluma devam ederken bir el omzumdan tutarak ‘’nerelerdesin’’ diye seslendi ve arkama dönüp baktığımda bunun çok yakın bir arkadaşım olduğunu gördüm.

Hiçbir şey söylemeden, hal hatır sormadan ‘’ bir sigara ver yahu’’ dedim. Cebinden sigarayı çıkararak bana uzattı. Sigarayı çıkarıp parmaklarımın arasında ağzıma götürürken çakmağı avucuyla siper ederek çaktı ve sigaramdan derin bir nefes içime çekerek bıraktım.

‘’Ne bu halin, hayırdır’’ diye sordu. Cevap vermedim. Biraz sonra yürümeye başladığımızda, içimi döker gibi, bütün bu beni saran kuşatan, mahfeden her şeyi anlatmaya başladım..

‘’ Hata yatağında tedavi bekleyen çocuğum için biriktirdiğimiz parayı kumarda kaybettiğimi, kredilerimi ödeyemeyip aracıma ve eve icra geldiğini, hepsini, nefes almadan bir solukta anlattım. Sustu. Hiçbir şey söylemedi. Hiç karşılık vermedi, sadece dinledi, dinledi.

Ve ayrılırken ona yüzümü dönüp gözlerine bakarken sadece bir soru sordum ‘’neden böyle oldu’’? ,

Bir müddet dalgın dalgın yüzüme bakarken ben onu öylece bırakarak, caddenin daha önce hiç girmediğim sokak aralarında karanlığa, zihnimdeki pişmanlıklar ve geri dönüşü mümkün olmayan hatalarımı sırtlayarak karanlığa karıştım…
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Oturduğu yerden kalkmak istemiyordu Mustafa. Yorgunluğun rehaveti bütün ağırlığı ile üzerine çökmüştü. Burada, inşaatın ikinci katında kolona sırtını vererek uyumak istiyordu. Nereden düşmüştü bu Allahın cezası yere. İnşaat işçiliği yapılacak en son işti. ‘’birkaç ay daha’’ diye geçirdi içinden. Fakat sabahtan beri bitmek bilmeyen koşuşturmaca biraz sonra kaldığı yerden, yeniden devam edecekti.

Montunun altına sakladığı kitabı çıkarıp birkaç satır okumaya çalıştı fakat gözleri kapanıyordu. Ayağa kalktı. Kabası bitmemiş inşaatın tablası üzerinde birkaç kez volta attı. Henüz evleneli üç ay olmamıştı ki, Salih ağa onu durumları yeniden toparlamak için şehre, Müteahhit olan hemşehrisinin yanına yollamıştı. Mustafa beton merdivenlerden alt kata indi. Kırmızı tuğlalar üzerine serilmiş tahtaların üzerindeki gazete kağıtları uçuşuyordu. Yarım kalmış biraz peynir, ısırılmış domates, bira kaç zeytin ve masanın ucunda, uçuşan gazete kağıdının sürükleyip masanın kenarına getirdiği yarım kalmış ekmek.

Masanın kenarlarına dizilmiş tuğlalardan birine oturarak ekmeği eline aldı ve ucundan biraz kopararak peynire bastırdı. Peynir: ekmek ve gazete kağıdının arsında sıkışarak ezildi ve ekmeğin içine doldurabildiği kadar peyniri ağzına götürdü. Lokmayı ağzına atacağı sırada telefonu çaldı. Sert bir rüzgar yerde bulunan tozu kaldırdı ve her şeyin üzerine serpiştirdi. Elindeki ekmeğin arasında bulunan peynirin üzerine gelen toza aldırmadan çabuk çabuk ağzına attı ve elini cebine atarak telefonu çıkardı.

Ağzındaki lokmayı hızlı hızlı çiğnemeye ve bir an önce yutmaya çalıştı. Lokma, ağzında çiğnedikçe büyüyordu. Telefon ısrarla çalıyor ve konuşmak için ağzındaki lokmayı bir an önce yutmaya çalışıyordu. Lokmayı ağzında öğütmeden zorlukla yutkundu ve telefona cevap vermek için kulağına götürürken telefon kapandı.

Ayağa kalkıp oturduğu tuğlaya öfkeyle tekme savurdu. Kırmızı tuğla tekmeyi aldığı yerden kırılarak beton zemin üzerinde takla atmaya ve takla atarken dağılmaya başladı. ‘’Bende şans olsa zaten’’ dedi. Telefon ekranından saate baktı. On dakika sonra öğle paydosu bitecek ve iş tekrardan başlayacaktı. Bir kamyon kumun asansörle üst katlara alınması. Bir kamyon tuğlanın bütün katlara dağıtılması. Tuğla ustalarına çimento ve kireçle harç yapılması, duvar yükseldikçe iskele yapılması ve bir yığın meşşakatli iş. Günün sonunda yorgun, dizlerinde derman kalmayarak uzandığı kirli ve ter kokulu yatakta sabah olası ve bu günün dünden farklı olmaması…

Hayat, çoğu kez birbirini tekrar eden olaylar örgüsünün tezahürüdür. Bu tekrarlarda bizler aynı şeyleri yapmanın alışkanlığı ile bir çok ayrıntıya kör ve sağır oluruz.

Tam uçuşan gazeteleri ve öğle yemeğinden kalma bir parça peyniri, zeytini, domatesi toplamaya koyulurken telefon tekrar çaldı. Bir an eğildiği masadan doğruldu ve telefonu çıkararak kulağına götürdü. Karşıdaki ses; ‘’Nasılsın bey’’ diyordu. İşte bu ses, bütün bu ağır işlerin yorgunluğunu, gurbetin ağırlığını, özlemin dayanılmaz iç burkan sızısını bir tarafa bırakıp başka dünyaya kapı aralanan bu ses…

Sesi titreyerek ‘’İyim hatun, sen nasılsın’’ diyebildi. Aslında söylemek, konuşmak istediği çok şey vardı. Fakat biliyordu ki babasının telefonu ile arıyor ve mütemadiyen babasının yanında konuşuyordu. Bu gibi durumlarda söz fazla uzatılmaz ve telefon büyüğe verilirdi. ‘’Ben de iyim, hamdolsun’’ diyebildi. Ne çok söylemek istediği şeyler vardı oysa.

Gelin; konuşurken başını önüne eğiyor, kelimeler ağzınca kısık, duyulur duyulmaz bir sesle çıkıyordu. Yer sedirine uzanmış olan kayınpederi bir taraftan başındaki rengi solmuş takkesini düzelterek diğer taraftan tarla hesapları yapıyordu. Kaynanası ise iki de bir kulağını gelinin telefonu tuttuğu kulağına doğru yaklaştırıyor, karşı tarafta konuşan evladının neler söylediğini duymak istiyordu.

Gelin, karşıdakinin cevabını beklemeden telefonu kaynanasına vererek odadan hızla, kaçar gibi çıktı. Ayakarında kırmızı patikler vardı. Al yazmasının dantelleri her hareketinde sağa sola sallanıyor, kırmızı yeleğinin cebinde ki beyaz mendilin ucu görünüyordu.

Kapının önündeki ters duran terlikleri ayağının parmak uçlarıyla düzeltip giyerek hızla aşağıya ahıra indi. Ahırın kapısını açıp yeni doğum yapan beyaz at’ın, Gülsarı nın yanına oturdu. Cebindeki mendili çıkararak burnuna bastırdı ve kokusunu içine çekti. Bu koku farklıydı. Diğer hiç bir güzel kokuya benzemiyordu. O kokuda yıllarca sevip özlemini çektiği ve evlendiği eşinin kokusu vardı. Bu kokunun hayaline getirdiği hatıralar, bazen yüzünü güldürüyor, bazen utandırıyor ve bazen heyecanlanmasına sebep oluyordu.

Telefonda konuşan Mustafa’nın annesi hasbihal ettikten sonra ‘’gözlerinden öperim yavrum’’ değip telefonu kocasına verdi.

Salih ağa, dededen ağa idi. Fakat eski köyün sel suları altında kalmasıyla yeni köye taşındıklarında diğer köylüler gibi onunda elinde avuçta hiçbir şey kalmamıştı. Hayvanlar telef olmuş koca konak yerle bir olmuştu. Kapının önünde duran iki Traktör sel sularına karışarak dağ yamaçlarında parçalanmıştı. Evi yapmak için sattığı atadan kalma tarlaların haddi hesabı yoktu.

‘’Aloo’’ diyen kart bir ses Mustafa’nın az önceki sıla ve anne özlemini aniden ikiye ayırdı. ‘’Alo baba nasılsın’’ Karşıda ki ses gayet sakin ve kendinden emin ‘’eyy, eyy bırak imdi lakırdıyı da beni eyi dinle tamam mı?’’ Mustafa sinirle dişlerini sıkıyordu. Cevap vermedi. Salih ağa karşıdan ses gelmediğini fark edince ‘’tamammı dedim leeen’’ diye bağırdı ve Mustafa ‘’dinliyorum’’ diye cevap verdi.

‘’Bu ay biraz daha mesai yap oğlum, Sarı Selim’gilin arsayı da aldık mı tamamdır bu iş, söğüt deresinin karşı yamacını da almış olacağız, o vakit çalışmana hacet kalmaz bilesin. Hadi eyi günler.’’ Mustafa’nın cevap vermesini beklemeden telefonu kapatıp telefonu karısına doğru atmış ve sedirin üzerinde iyice yayılarak tavana, büyük, yuvarlak ağaç gövdeleri ile sıra sıra işlenmiş tavana bakarak dalıp gitti.

Gelin, en çok da yedi aylık gebe olduğunu söyleyemediği için üzülüyordu. Kayınbabası tembihlemişti. ‘’Oğlana bir şey işittirme he, işine gücüne baksın, bir şey istersen biz buradayız’’ demiş ve Gelin korkusundan bir daha bu konuyu ne Mustafa ya ne de Annesine açamamıştı. Onun tek tesellisi Mustafa’nın evde bulunan kıyafetleri, cebinde taşıdığı mendili idi.

Gülsarı’nın yavrusunu severek ahırdan çıktı. Az önceki burukluğu gitmiş, güzel yüzüne tebessüm oturmuştu. Hızla yukarı çıkmış mutfağa girmiş ve mutfağın penceresinden Vauk dağının sisli zirvelerini izlemeye koyulmuştu.

Mustafa babası ile konuştuktan sonra telefonu cebine koyarak işe başlamış ve artık insan üstü bir gayretle herkese yetişmeye çalışıyordu. Mesai saati uzamıştı. O gün gece yarısına iş vardı. Dileyen mesaiye kalabilirdi. Mustafa da kalmak istedi ve kaldı. Gecenin bir yarısı yer asansörüne fazla malzeme konulmasından dolayı halat koparak dördüncü kattaki asansör kazanındaki malzemelrin aşağıdaki işçilerin üzerine düşmesine sebep olmuştu.

Mustafa da bu işçilerden biriydi. Yeni gelinin, gecenin dördünde birden yatağından sıçradığı saatlerde Mustafa hızla şantiyeden ayrılan ambulansın içinde kalp masajı yapılarak hastaneye yetiştirilmeye çalışılıyordu….



Ayhan Yalçın

20.07.2022.
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
20.07.2022
spesifikay

Güneşin insanların ta içlerine uzandığı , buğday başaklarının birer akraba ve dost gibi selamlandıkları küçük köyün imtiyazlı çocuğuydum. Bu imtiyaz derme çatma tuğlalardan oluşan evlere nazaran dedemin kaya gibi sağlam betonla örülü eve sahip olmasından ve eğitmenliğinin verdiği mümeyyiz sıfattan kaynaklanıyordu. Dedemi ziyaret etmenin tatlı coşkusu şarıldayan bir ırmak gibi içimi kaplamıştı.


Yeşil eşarbımın çenemi kaplayan tarafına tutuşturduğum iğne kaybolmuştu. Çantamdan iğne kutusunu çıkarmıştım. Araba köy yoluna girdiğinde iri taşlara denk gelen tekerleğin aracı top gibi zıplatmasıyla koltukta sağa sola savruluyordum. İri bir taşın ansızın aracı sarsmasıyla irkildim. Bu beni şaşırtmıştı. Tam da bitirmek üzereydim. Hazırlıksız yakalamıştı. Toparlamaya çalıştığım elimde ki paket yere düştü ve küçük plastik kutu içerisindeki renkli toplu iğneler yeniden etrafa saçıldı.


Hayatta başımıza gelen bazı olaylar tıpkı bunun gibidir. Günlerdir , belki de aylardır kafamızı meşgul eden bir hadise ile burun burunayızdır. Odak merkezimize aldığımız durumun tam çözümleme faslına gelmişizdir. Kendimizi öyle kaptırmışızdır ki bilincimizin dünyadan soyutlandığını farketmeyebiliriz. Bir şeye odaklandigimizda, ani bir tepki odagimizi bozacaktır. Meseleyi birden bire bütünüyle unutabiliriz. Kendimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım aklımızın kilit noktasına erişemeyebiliriz. Dağılan iğneleri ne kadar itina ile toplamaya çalışsak bazısının elimize kıymık gibi batmasına da engel olamayız. Saplantı haline gelen fikirlerde böyledir.


Aracımız tozlu taşlı yolun bitiminde köyün girişinde ki meydana konuklandı. Muhtar bizi karşılarken gözleri ışıldıyordu. E tabi artık şehir hayatına alışmış insanlar yaz aylarını tatil beldelerine ayırıyorlardı, köyler gittikçe unutulan mekanlar arasında yerini bulacaktı. Dağılan iğneleri öylece bırakıp duran araçtan usulca aşağı indik. Dedemin evi muhtarın evinin bitişiğindeydi. Bundan sonra eve yürüyerek gidecektik. Eşyalarımızı getirecek bir sürü yardımsever köylülerin olması ne büyük incelikti.

Sol tarafımızda mezarlığın tam karşısında en fazla üç metre uzunluğunda muntazamca yapılmış köy çeşmesi bulunuyordu. Köyün en tazyikli akan çeşmesiydi bu. Çamaşırların , bulaşıkların yıkandığı , bir zamanlar omuzlarda taşınılan bakır bakraçların uzun kuyruklara takılarak doldurulduğu çeşme. Şimdi yerini sessiz sakinliğe bırakmıştı. Çantamdan çıkardığım plastik bardağı gövdesi yosun tutmuş çeşmenin akarına tuttum ve bir solukta kana kana içtim. Bütün vucudumun rahatladığını hissettiğimde kavak ağaçlarının sesleri kulağımı okşuyordu. Çeşmenin sağ çapından ileriye doğru baktığımda dedemin bahçesinde ki ceviz ağaçlarını görebiliyordum.

Çeşme ile evin arası bir kilometre kadar ya var ya yoktu zaten. Çeşmenin arkasında ki boşlukta yıkılan iki köy evinin kalıntıları vardı. Evler yıkıldığı için arazi çıplakçaydı. Yalnızca buğday öğütülen taşlar kalmıştı. Eve giden yol çok dar ama oldukça düzdü. Bir kaç dakika içerisinde evin önünde ki demir parmaklıklı girişe ulaştık. Sürgülü parmaklığı sola doğru var gücümüzle ittiğimizde büyük bir gürültü yankılandı. Dedem kapıda belirdi. Hasretle kucaklaştık ve kapı girişine serili minderlerin üzerine bağdaş kurup oturduk. Dedemin anlattığı her şeyi can kulağıyla dinlerdim , köylüler ona farklı gözle bakarlardı, ermiş olduğunu söyleyenler vardı. Şöyle diyordu ;



‘’İnsan öz benliğini şekillendirmeye çalıştığı dünyada yol almaktadır. İster istemez bu yolda karşılaştığı fikirler olacaktır. Bu fikirleri kendi akıl süzgecinden geçirirken mutlak doğru olarak tanımlanan değer yargılarını kabullenmekte çoğu kez zorlanır. Çünkü insan özünde ‘özgür ruhlu’ ‘özgün’ bir bireydir. Her insanın kendisini ‘ben buyum’ çerçevesinde betimlediği alanı vardır. Bu alanın sınırlarını belirleyen de bizzat almış olduğu kültürün yanısıra geçmişten günümüze kadar beslendiği kaynaklardır. Eğer bu kaynaklar bir zaman sonra yetersiz kalıyor yahut doyum vermiyorsa kişi istikametini değiştirmek ister. Değişimler de tıpkı kabuller gibi insanı korkutur. Zira kemikleşmiş bir fikirden sıyrılmak kolay değildir.

Farklı kültürlerde yetişmiş iki insanın ortak bir hayat kurduğunu hayal edelim. Erkek doğu kültürü almışken kadın batı kültürü ile beslenmiş olsun. Ve bu ortak birlikteliğin nüvesi olan bir çocuk dünyaya geldiğini farz edelim. Doğuda bir erkek büyüklerin yanında hanımına ismiyle hitap edemez aynı zamanda çocuğunu kucağına alıp sevemez . Batıda ise bir erkeğin hanımına ‘Hayatım, aşkım, canım ‘ demesi çok olağan ve doğaldır. Çocuğunu kucağına alabilir, altını değiştirebilir, karnını doyurabilir. Hayat arkadaşına manevi destek olmanın imzasıdır bu davranışlar. Doğu kültürünü benimseyenlerin ‘Kılıbık’ lakabına maruz kalma pahasına hanımına yardım etmekten yüksünmez batılı bir erkek.

Çok çok eski çağlardan rivayetler aracılığıyla kulak kabarttığımız ‘kız çocuk haberini alınca yüzü karardı’ terennümlerinin farklı bir izdüşümüdür doğulu erkek. Hani Hz. Ömer’in dahi anımsadığında gözlerinden süzülen yaşlara mani olamadığı o cahili adet. Kızların canlı canlı toprağa gömülmesi!


Bugün bir kızın bir kadının diri diri toprağa gömülmesine tanık olmuyor olabiliriz. Peki hor görülen , itilen , aşağılanan, dayak yiyen hatta hunharca gözler önünde katledilen kadınlarımızın diri diri gömülmekten bir farkı var mı?

Küçük yaşta zorla evlendirilen, para karşılığı satılan, berdelle yüzleştirilen, töre cinayetlerine alet olan kızlarımızın diri diri toprağa gömülmekten farkı var mı ?

Reklamlarda, sokak tabelalarında hemen hemen bütün sosyal platformlarda obje gibi meta gibi sadece nefislere sergilenen kadınlarımızın diri diri toprağa gömülmekten farkı var mı?

Kendisini dünyaya getiren annesine binbir türlü saygısızlığı reva görenler, onu dövenler , sövenler , sokaklara terk edenler bir cinayet işlemiş olmuyor mu ?

Bunun yanısıra sahip olduğu ekonomik gücün etkisiyle çocuğuna bakmayan kadının, kadınların da yabana atılır haksızlıklar yapmadığını ifade etmek gerekir.

Veya edindiği bilgi birikimine kibrini ekleyerek , hayatını birleştirdiği yol arkadaşının ailesine takındığı çirkin tavırlar , saygısızlıklar, baş kaldırmalar sırf ‘Kadın’ olduğu için üzeri örtülmesi mümkün davranışlar değildir, olamaz.

Yaşam mücadelesinde ki zorluğu yaşamasınlar diye ellerinden geleni yapan anne babalara saygıda sevgide kusursuz olmaya çabalamak her bireyin üzerine vazifedir. Her kız çocuğu aynı zamanda bir anne adayı olduğunu her erkek çocuğu da kendisini bin bir zahmetle dünyaya getiren annesinin bir kadın olduğunu aklından çıkarmamalıdır.


İyilik ve kötülük bir cinsiyetin etrafında şekillenen erdemlerden de değildir. İnsanı insan yapan özellikler cinsiyetler arasında temaşa halinde vuku bulur. Her ne kadar beslenilen kaynaklar bambaşka olsa da insanlar hayat boyunca doğrunun peşinden koşmakla mükelleftirler. Hepiniz duymuşsunuzdur, derler ki ‘Bakış açını değiştir, dünyan değişsin.’ Bazen doğrulara hata yaparak ulaşılır. Önemli olan yapılan hatalardan ders çıkarabilmek , aynı hataya düşmemek için çaba sarf edebilmektir.

Bir çocuk bir insan, bir insan bir nesil, bir nesilse gelecek inşaasıdır. Öğrendiklerimizi öğretmeye nereden ve nasıl başladığımıza da dikkat etmeliyiz. Defalarca dağılabiliriz. Toplarlandığımıza inandığımız anlarımız olabilir. Toparlanmanın eşiğinden sil baştan darmadağında olabiliriz. Öyle ki sıfırı tüketmiş bir hale de gelebiliriz. Nefes aldığımız sürece görevimizin henüz tamamlanmadığını idrak etmeliyiz.



Bizi mengene gibi sıkıştıran fikirlerden zamanı geldiğinde sıyrılabilmesini bilmeliyiz. Bir suç unsuru olarak sebep, kişi yahut herhangi bir dokuman arayışında olmamalıyız. Hiç vakit kaybetmeksizin harekete geçmeli yaşadıklarımız neticesinde delik deşik olan ruhumuza rağmen iyileşmeye ilk önce kendimizden başlamalıyız. Kendini iyileştiremeyen birey etrafındaki insanları nasıl iyileştirebilir ki ? Kendisine saygı duymayan bir insan etrafına nasıl saygı duyabilir ? Hasılı kelam iç devrimimizi sıhhatle gerçekleştirelim ki geleceğe atacağımız adımlarımız sağlam olsun.’’


Bugün beğendiğine yarın yüzünü ekşiten bir varlıktır insanoğlu. Dedemi dinledikten sonra ,insan toleransın en cömertini ilk önce kendisine kullanmalı ki bütün insanlığı kucaklayabilecek özverisi oluşsun diye düşünürken buldum kendimi.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
21.07.2022
Ayhan Yalçın


Yenice köyüne giden köy minibüsü Akçahisar geçidinde bozuldu. Bütün köylülerle birlikte Minibüsten aşağı indik. Öğlen güneşinin kavurucu sıcağında, başımızı sokacak bir ağaç gölgesinin bile olmadığı bu bozkırda rüzgar bile esmiyordu.

Yenice köyüne Muhtarın ısrarı ile gidiyordum. Yeni yapılan köy okulu ile ilgili bir takım tetkikler hazırlayıp merkeze yollayacak ve tedarik edilmesi gereken malzemeler ile ilgili rapor hazırlayacaktım. Yalnız gitmeye karar vermiştim. Resmi daire’nin araçları görevde olması hasebiyle, kendi imkanlarımla gitmeye karar vermiştim.

Evraklarımı hazırlayıp yola çıkarken muhtarın telgrafı tutuşturulmuştu elime. ‘’Hazır gelmişken köyde ki davarları da kontrol et’’ diye yazıyordu. Baytarlık mektebini bitirdiğimi biliyordu muhtar. Gittiğim köylerde, üstüme vazife olmamasına rağmen Büyük baş, küçük baş ve hatta çoban köpeklerini de muayane ederdim. İki vazifeyi birden yerine getireceğim için eşyalarım fazlaydı. Burada böylece kalamazdım. Gün batmadan işlerimi bitirmeli ve tekrar Resmi daireye giderek raporumu sunmalıydım.

Minibüs şöförü, aracın önünde ki ağır motor kaputunu açarak başını içine sokmuş, bir takım hortumları kontrol ediyor ve elindeki anahtarla bazı parçaları yokluyordu. İki de bir koluyla alnının terini silerek, dokunduğu borulara, tetkik ettiği somunlara ya da diğer motor parçalarına tükürüyor beddualar ediyordu.

Biraz daha yanına sokularak ‘’Efendim, arıza ciddi mi’’ diye sordum. Kanlanmış gözleriyle küfreder gibi gözlerime bakmış, koca kafasını sağa sola sallayıp tekrar işine koyulmuştu. Yine bir takım şeylere dokunuyor, tükürüyor, küfrediyordu.

Minibüsten inen diğer köylülerin bir kısmı eşyalarını sırtlayarak yola koyulmuşlardı. Kimisi yol kenarından dağ yamaçlarına dek uzanan çimenlerin içine dalmış, kimisi üzerinde bulunduğumuz toprak yoldan yavaş yavaş ilerlemekte, kimisi ise tıpkı benim gibi beklemekteydiler. Sakallı bir ihtiyarın yanına sokularak ‘’bey amca, Yenice köyüne ne taraftan gidebilirim’’ diye sorduğumda, bir müddet elini çenesine götürerek düşünmüş, etraftaki insanlara bakarak ‘’Rıfkı, ola rıfkı’’ diye bağırıştı. Küçük kalabalık bir an susmuş bize doğru bakmıştı. ‘’Rıfkı nerede Rıfkı’’ diye seslendiğinde, kalabalık birbirine etrafa bakarak mütemadiyen Rıfkıyı aramaktaydı.

Şöförün motor kaputunun içinden başını çıkararak elindeki anahtarı yere atıp ‘’Çekme hortumu çekme’’ diye bağırmasıyla aracın altından ufak tefek bir adam çıkmış ve ‘’çalışmaz bu çalışmaz’’ diye bağırmaya başlamıştı. Kavurucu sıcak gittikçe artıyordu. Bu kimsesiz, çorak, kuru ve ruzgar esmeyen bozkırın tam ortasında öylece, hiçbir şey yapamadan beklemek beni de ziyadesiyle üzüyordu.

İhtiyar, aracın altından çıkan ve kan ter içinde kalmış Şöfore ‘’Çalışmaz bu çalışmaz’’diye bağıran ve mütemadiyen dalga geçen ufak tefek adama ‘’Rıfkı, ola Rıflı’’ diye bağırmasıyla, bize doğru koşmaya başladı. Tam önümüzde durdu, hazır ol vaziyetine geçerek asker selamı verdi. İhtiyar karşımızdaki bu ufak tefek, kıyafetleri yamalı ve saçları dağınık adama bakarak ‘’Bey amca sizin köye gidecekmiş, hadi sen yarenlik et ve akşam olmadan köye yetiştir.’’ Dedi.

Rıfkı bir müddet beni süzdükten sonra ‘’gidelim’’ diye bağırmış ve nizami adımlarla, sanki büyük bir tabura, ya da askeri bir geçide öncülük ediyormuş gibi yürümeye başladı. Çantalarımı alarak ihtiyara ‘’Teşekkür’’ ettikten sonra ben de peşine takılmıştım. Batıya doğru yürüyorduk. Güneş tam karşımda, yüzümü, alnımı yakıyordu. Yol topraktı ve ayaklarımın altında adeta yanıyordu. Serin bir rüzgar aniden geliyor, ensemden girerek bedenimi soğutuyor ve aniden giderek az önceki kavurucu sıcak tekrardan başlıyordu. Rıfkı, önümde hazır ol vaziyetinde bir tören yürüyüşüne öncülük eder gibi yürümeye devam ederken durmuş, etrafına bakmış ve aniden sol tarafındaki çimenliklere dalarak kaybolmuştu. Ben ağır ağır yürüyüşüme devam ederken içine dalıp gittiği çimenliğe bakıyor ve onu arıyordum. Birden elinde bir sopa ile on adım kadar önümde belirdi ve sopayı iki bacağının arasına koyarak sürümeye başladı.

Yenice Köyüne gitmek için ne kadar yürüyeceğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu. Arkama dönüp baktığımda, kırmızı minbüsün etrafında toplanan köylüleri görebiliyordum. Şöför aracın ön kaputundan içeri başını sokmuş ve bazen eline geçirdiği şeyleri etrafa savuruyordu.

İlerde bize doğru gelen küçük bir koyun sürüsü görünüyordu. Koyun sürüsünün önünde bir kaç köpek sürünün güvenliğini sağlıyordu. Sürüyle birlikte havaya kalkan toz, güneş altında kristal taneleri gibi parlayarak olduğu yere çöküyordu. Toz bulutunun arasından , boz bir eşeğin sırtına oturmuş sallana sallana gelen çobanı fark edebiliyordum. Rıfkı, kendine doğru gelen köpeklerden korkmuş olmalı ki, olduğu yerde durmuş, kımıldamıyordu. İki köpek önce onun etrafında dolanmış, uzaktan koklamış, birkaç kez havlayarak yoluna devam etmişti. İkisi de iri, güçlü çoban köpekleriydi. Ben hiç umursamadan yanımdan geçen köpeklerin ardından sürünün ortasında kalmıştım. Koyunlar ve keçilerden oluşan küçük bir sürüydü. Elimdeki çantaları yere bırakarak bir müddet sağımdan solumdan geçişlerini izlemeye başladım. İçlerinde yeni doğmuş kuzular vardı. Biraz çoban boz eşeğinde sırtında yanımdan geçerken başındaki şapkayı çıkararak havaya kaldırmış selam vererek yoluna devam etmişti. Çantaları yerde bırakıp arkasından koştum. ‘’Bir dakika, bir dakika’’ diye bağırmama rağmen durmadı. Yanına yaklaştığımda ‘’Yenice köyü nerede’’ diye bağırdım. ‘’Hooooo’’ diye bir ses çıkararak eşeğini durdurdu. Eşeğin sırtından bedenini geri doğru çevirerek sanki bir savaş komutu verir gibi işaret parmağını gittiğimiz yola doğru çevirip ‘’Nah orada, ama yanındaki meczuptur dikkat edesin’’ değip tekrar iki bacağını eşeğin karnına vurarak ‘hoooo’’ diye bağırıp yoluna devam etti.

Ceketimin iç cebinden mendilimi çıkarıp alnımı sildim. Bir müddet Rıfkıyı izledim. Elindeki sopayı sanki çimenlerin arasında gizli bir düşman varmışta nişan alıyormuş gibi tutarak, dizinin birini yere koyarak öylece nişan al vaziyetinde bekliyordu.

Biraz sonra yerde bulunan çantalarımı alarak yoluma devam etmeye başladım. Çobanın gösterdiği tarafta, irili ufaklı dağlardan başka hiçbir şey yoktu. Bu vilayetin köylerine daha önce hiç gelmemiştim. Daha çok merkeze bağlı köylere gittiğimiz için, merkeze uzak bu köylere oldukça yabancıydım. Biçilmeyi bekleyen dönüm dönüm arazilerin ortasında, toprak bir yolda, önümde bir meczupla bilmediğim, görmediğim bir diyara yolculuktu bu.

Hayat tesadüfler ağımıdır. Ya da tesadüf ettiğimiz şeyler, kaderimizin birer parçası mıdır? Rıfkı’nın Meczupluğunu merak etmeye başlamışım. Yanında yürüyüp hayat hikayesini dinlemek ya da bazı sorular sormak için hızlı hızlı yürümeye başladığımda, onun sürekli arkasına bakarak benim kendine yetiştiğimi görmesiyle onun da hızlandığını fark ettiğimde bu inattan vazgeçtim. Kendimi yormak istemeyerek ağır ağır yürüyordum. Fakat Rıfkı birden bire, yol kenarından irice bir taş alıp karşısındaki çimenliğe savurdu ve yol kenarına boylu boyunca uzandı. Onun bu ani hareketi beni de tedirgin etti. Uzandığı yol kenarından elini uzatarak taş alıyor ve tekrar çimenliğe doğru başını biraz kaldırarak atıyor ve sonrasında başını kollarının arasına saklayarak bekliyordu. Bu görünmeyen, sadece meczup arkadaşımın hayal dünyasında gerçekleşen kara savaşını uzaktan izlemeye başlamıştım. Uzandığı toprak yoldan kalkıyor, yerdeki sopasını alarak karşıdaki çimenleri tarıyor ve tekrar yerden bir taş alıp çimenlere atarken, sopayı bir kenara atıp siper alıyordu.

Nihayet, biraz sonra ayağa kalkarak sopasını yerden alıp bana doğru bakarak havaya kaldırmıştı. Ayakları aralık, elleri havaya doğru açılmış arkadaşımı alkışlamalımıydım? Biraz önce beni korumak için girdiği bu çetin savaştan galip gelmenin gurunu ve sevincini yaşıyordu. Birkaç kez anlayamadığım tuhaf seslerle karşıya, mütemadiyen az önce öldürdüğü ya da kaçan askerlere doğru bağırmıştı.

Susadığımı hissediyordum. Çantamda su olmadığını bildiğim halde kontrol etmiştim. Yoktu. Yol kenarlarında, çeşmelerin bol olduğu bu kırsal kesimde su namına hiçbir şey görünmüyordu ve sanki gittikçe bize doğru batan güneşin tam karşısında yürümeye devam ediyorduk. Biz güneşe yürüdükçe, o da bize doğru yürüyordu.

Küçük bir tepeyi aşıyorduk. Elimdeki çantalar gittikçe ağırlaşmış ve terlediğimi hissediyordum. Önümde yürüyen meczup arkadaşım sağı solu tetkik ederek yürümeye devam ediyordu. Elindeki sopayı bazen sağa sola savuruyor, bazen bacaklarının arasından sürüyor, bazen de geri dönüp bana bakarak ‘’buradayım, seni güvenli bir şekilde köye kadar ulaştırma talimatı aldım ve bunu yerine getirmek için canım pahasına yanındayım’’ demek ister gibi bakıyor ve yürümeye devam ediyordu. Uzaktan gelen bir Motor sesi duyuyordum ve gittikçe yaklaşıyordu. Yolun kenarına doğru çekilerek elimdeki çantaları bırakıp beklemeye başladığımda bunun gerçekten bir Motor sesi olduğunu ve yaklaştığını duyuyordum. Geri doğru baktığımda bir yılan gibi kıvrılan yolun keskin virajlarından kırmızı minübüsü görmüştüm. Büyük bir homurtu ile tepeliği çıkıyordu. Egsozundan çıkan kara duman , arkasında siyah bir sis tabakası bırakıyor ve bu siyahlık biraz sonra beyaz bir sise dönüşerek aniden dağılarak kayboluyordu.

Rıfkı, elindeki sopası ile yolun tam ortasında durmuş bekliyordu. Münibüs gittikçe yaklaştığında duracağını zannederek birkaç adım ileri doğru atılmama rağmen beni fark etmeyerek yoluna devam etti. Yolun ortasında sopası ile bekleyen Rıfkının üzerine doğru giden minibüs aniden manevra yaptı ve Rıfkının sağ tarafından geçerken şöfor mahallinden başını çıkarıp Rıfkıya tüküren ve somun anahtarını fırlatarak ‘’Meczup’’ diye bağırdığını işittim.

Yerde, toprak zeminde birkaç takla atarak yol kenarına fırlayan somun anahtarına doğru koşan arkadaşım, anahtarı yerden alarak tozu dumana katan Minibüsün arkasından savurdu ve ‘’çalışmayacak, yine bozulacak’’ diye bağırarak kahkahalar atarak yoluna devam etti. Ben de çaresiz ve hayretler içinde onu izlemeye devam ettim.

Nihayet tepeyi aşmıştık. Tepeden, doğuya doğru baktığımda yürüdüğümüz yolun uzunluğu karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Düz bir ova sanki sonsuza kadar uzanıyordu. Bu ovanın hemen ortasında toprak yol, yer yer kıvrılarak küçük tepeler arasında kayboluyordu. Sırtın zirvesine doğru yürüdükçe önümüz açılıyordu. İlerde irili ufaklı, birer karartı halinde köyleri görebiliyordum. Küçük bir ormanın içine girmemizle çıkmamız bir olmuştu. Önümüzde uçsuz bucaksız tarlalar görünemeye başlamıştı. Şimdi yokuş aşağı iniyor olmalıydık. Yol boyunca dikkatle baktığımda, yokuşun düz bir vadiye karıştığı toprak yolda, kırmızı minibüsü görebiliyordum. Etrafına toplanan insanlar seçilebiliyordu. Mütemadiyen tekrar arıza yapmıştı.

Biz, meczup arkadaşımda bu yol güzergahının zıttı bir yere saptık. Güneye doğru, farklı bir yola girdiğimizde, karşımıza Yenice köyü çıkmıştı. Bu köyün az önceki zirveden görünmemesi imkansızdı. Bir dağın yamacına saklanmış gibiydi.

Köy girişinde bizleri çocuklar karşıladı. Meczup arkadaşımı fark eden çocuklar birbirine bağırıyorlar ve bu bağırışlar etrafımıza daha fazla çocuğun toplanmasına sebep oluyordu.

Etrafımızı saran çocuklar eşliğinde köy meydanına doğru ilerliyorduk. Büyükçe bir üzüm sarmasının kapattığı çardağın altında oturan insanlara uzaktan selam vererek yanlarına doğru yaklaştığımda hepsi ayağa kalkarak beni karşılamaya çıkmışlardı.

Kendimi tanıttım. İçlerinden biri çocuklara bağırarak ‘’hele muhtar emmiyi çağırın’’ dedi. Sarışın bir çocuk hızla koşarak yanımızdan uzaklaştı. Köy halkı beni bekliyorlarmış. Elimdeki çantaları alarak beni az önce oturdukları üzüm çardağının altına davet ettiler. Su istedim, ben bardak bardak su içerken hepsi şaşkınlıkla beni tetkik ediyorlardı.

‘’Minibüs bozuldu’’ dedim. ‘’Biz buraya saatlerce yürüyerek gelmek zorunda kaldık’’ İçlerinden biri ‘’Sizi buraya kim getirdi’’ dediğinde, karşımda toprak zemine oturarak uzaktan bana bakan meczup arkadaşımı göstererek ‘’işte o’’ dedim…

O an da bütün başlar karşıda oturan Meczup arkadaşıma döndü ve meczup arkadaşım ayağa kalkarak elindeki sopayı havaya kaldırıp kahkahalarla gülmeye başladı.

Muhtar, tam da bu kahkahanın ortasında yetişti aramıza. Sarıldı, hal hatır sordu. Ben başımızdan geçenleri anlatırken herkes Meczup arkadaşıma bakıp gülüyordu. Bir müddet sonra yerimden kalkıp onun yanına giderek omzuna dokunup ‘’Teşekkür ederim’’ dedim. Kara gözlerini gözlerime dikerek ‘’Gördün mü minübüsü he gördün mü, ben dedim, dost acı söyler, ben dedim, gördün mü he gördün mü’’ ayağa kalkıp bacaklarının arasına aldığı sopayı peşinden sürükleyerek köy meydanından tarlalara giden yola koşarken ‘’gördün mü he gördün mü, dost acı söyler’’ diye bağırıyor, çocuklar peşinden koşarak onu takip ediyordu.

Üzüm çardağının altında sofralar kurulmuştu. Hemen yanımızda bulunan okulun kaba inşaatına bakıyordum. Muhtar Meczup arkadaşımın hikayesini anlatıyordu. Karşı köyden bir kızı sevdiğini, fakat meczup arkadaşımın askerde gazi olarak geri döndüğünü, akıl sağlığını yitirdiğini ve bu yüzden kızı ona vermekten vazgeçtiğini anlatıyordu.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
21.07.2022
spesifikay


Beyaz sehpa üzerinde duran iki şişe konsantresini bozuyordu. Pembe çiçekli olan plastik şişe gül suyu ,şeffaf olan cam şişe ise kiraz çiçeği kolanyasıydı. Simetri hastasıydı. Gül suyu kolanya şişesinin hemen dibindeydi ve bu durum zihnini allak bullak ediyordu. Ayağa kalktı. Ağır ağır yürüdükten sonra sağ elini şişeye doğru uzatarak aralarında bir karış mesafe bırakacak şekilde birbirinden uzaklaştırdı. Bu sırada sehpa üzerinde ki tozlar gözüne batmış olacaktı ki daha sabah sildiği üst kısmı kahverengi olan oval sehpayı yeniden silmek üzere toz bezini almaya yöneldi.



Toz bezleri banyo dolabının alt rafındaydı. Oturma odasının hemen karşısında bulunan banyonun ışığını yakmaya tenezzül etmeden kıvrak bir el hareketiyle dolap kapağını açtı. Gelişigüzel eline aldığı bezi çıkardı. Hemen sağ tarafından toz giderici temizlik malzemesini de alıp sehpanın bulunduğu salona geri döndü.



Hastalığa yakalanalı yaklaşık bir yıl dolmak üzereydi ama son bir aydır kendisinde meydana gelen değişimlerin hastalığını arttırdığını hissediyordu.



Bundan iki ay kadar önce en yakın arkadaşı kendisine yatılı olarak konuk olmuştu. Çok değil yalnızca üç gün kaldıkları bu arkadaşı hastalık derecesinde titiz bir kadındı. Bulaşıkları makinede yıkamıyor , camları her gün siliyor , kıyafetleri çoraplara varana kadar ütülüyor, ayakkabıları namümkün içeriki dolaba yerleştirmiyor, buzdolabını her bulaşık sonrası temizliyor , açık alan dışında ev içerisinde sigara içilmesine kesinlikle izin vermiyor , banyo ve tuvalet terliklerinin kişiye özel ve ıslanmamasına itina gösteriyor, havlu yerine havlu kağıt kullanıyor , diş fırçası gibi kişisel malzemeleri için ayrı aparatlar bulunduruyor daha bir sürü aklına gelmeyen huylar taşıyordu. Düşünürken bile yorulduğunu hissetti.



Arkadaşının mütemadiyen sergilediği bu garip huylar sanki hastalığını tetiklemişti. Simetri hususunda ki hassasiyeti artmıştı. Bulunduğu ortamda neredeyse her nesne sinir kat sayısını artırmayı başarıyordu. Nesneler zihninde oluşturduğu şablona aykırıysa anında düzenleme dürtüsüne engel olamıyor kendisini nesnelerin köleliğine bırakıyordu.





Efendi ve köle arasında ki ilişkide koşulsuz bir itaat söz konusudur. Köleler sahiplerinin her söylediklerini itiraz hakkı bulunmaksızın yapmak zorundadırlar. Sorgulama hakkı dahi yoktur kölelerin. Bir işi neden ya da niçin yaptıklarını dile getiremezler. Eğer getirirlerse bazı yaptırımları göze almak zorundadırlar. Bu hiyerarşik ilişkinin her iki tarafa sağladığı çıkarlar bir taraflı memnuniyet ikliminde gelişse de refah bir hayatı yaşayabilmek için kölelik makamında yaşayanlar kendilerine biçilen bu role boyun eğerler.



Hastalığının kölesi olduğunu kabullenmişti. Bu kabulleniş ruhunu inanılmaz derecede rahatlatıyordu. Bedenen yıpranıyor olabilirdi ama neye yarar aklının kıvrımlarındaki doğrusal düzlemler benliğini kuş gibi özgür kılıyordu. Çünkü kaostan kurtulabilmenin tek çıkar yolu mevcut duruma teslim olmaktı. O da kendisini hastalık kaosundan köleliği benimseyerek kurtarıyordu.





İlk önce sehpa üzerinde ki eşyaları bir köşeye kaldırmaya karar verdi. Sehpanın üzerini boşaltmadan üstün körü silerek geçmesi düşünülemezdi. Şişeleri beyaz sehpanın bacaklarının kenarına koymazdan evvel beziyle üzerinden geçti. Daha sonra bir iki fıs fıs sıkarak sürekli yıkamaktan tahriş olmuş ellerinin arasında ki toz beziyle sehpanın tozunu aldı. Örtüyü yüz seksen derece açının tam ortasına gelecek şekilde yerleştirdikten sonra vazoyu da aynı şekilde orta noktaya kondurdu. Vazonun sağ tarafına aralarında bir karış olacak şekilde cam şişede ki kiraz çiçeği kolanyasını sol tarafına ise yine aynı mesafede gül suyu şişesini yerleştirdi. En son elinde, günlük not tuttuğu defteriyle kalemlerini koyduğu kedi figürlü bardak kalmıştı. Eliyle bir kaç simetrik ölçü hareketi yaptıktan sonra defter ve bardağı sehpa üzerine koymaktan vazgeçti. Kapının karşısında ki kitaplığa yönelerek bardağı en üst rafa koydu . Defteri ise rafın en sonunda ki kitabın önüne yerleştirdi.



Defteri önüne yerleştirdiği kitabın üzerinde ‘Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’ yazıyordu. Kitabı usulca aldı ve rastgele bir sayfa açarak karşısına çıkan ilk atasözünü sessizce okudu . Sayfanın orta satırında ‘Üzüm üzüme baka baka kararır.’ yazıyordu. Dudaklarında oluşan gülümseme ile karşısına çıkan atasözünü bir kaç defa tekrar ederken kitabı raftaki yerine yerleştirdi. Günlük tuttuğu defteriyle aynı boydaydı. Hizalama bozulmasın diye günlüğünü aynı boya sahip kitabın önüne koymuştu.



Acaba bu atasözü bir mesaj mı veriyordu diye düşünmekten alamadı kendisini. Arkadaşıyla geçirdiği vakitler ve onda bulunan hastalık boyutunda ki titizlik istemsizce simetri hastalığını tetiklemiş olabilir miydi ? Ve bu etkileşim içerisinde bir çeşit taklit söz konusu olabilir miydi?



Sonra doğada birbiriyle etkileşim halinde olan canlıları ve nesneleri düşünmeye başladı. Çocuklar iki yaşından dört yaşına kadar çevrelerinde ki insanları bire bir taklit ediyorlardı. Hayvanların gelişim sürecinde de taklit safhası vardı. Belli bir mesleğe mensup bir kişi o işin uzmanını taklit edebiliyordu. Bir sürücü adayı direksiyon hocasını belli bir süreye kadar taklit etmek durumundaydı. Bir yazar adayı kalemini daha da güçlendirmek için çok beğendiği yazarın uslubunu taklit ediyor olabilirdi. Gençler çok sevdikleri bir sanatçının, futbolcunun yahut idol olarak gördükleri herhangi bir ünlünün kendilerinde olmasını istedikleri özelliğini taklit edebiliyorlardı. Bütün bu taklitlerde bir benimseme söz konusuydu. Üzüm üzüme baka baka nasıl kararıyorsa , insanlar da takibinde oldukları hayranların bir takım özelliklerini yaşantılarına farkında olmadan ve ya bizzat gönül rızasıyla taşıyabiliyorlardı.





Bu nedenle yıllardır can ciğer olduğu arkadaşından etkilenmesi olağan bir durumdu. Hastalığının artmasına için için üzülse de tesadüfen önüne çıkan atasözü belleğinde sevinç dalgası var etmişti. Bu dalga yüzünde yeniden tebessüm belirmesini sağladı. Bu duyguyu arkadaşıyla paylaşma güdümüne engel olmadı .Telefonunu almak üzere çalışma odasına gitmeye karar verdi. Salonun kapısından çıkarken toz bezleri tahriş olmuş ellerinin parmakları arasından sarkıyordu.
 
Son düzenleme:

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın yada üye olun!

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın veya kayıt olun!

Kayıt ol

Forumda bir hesap oluşturmak tamamen ücretsizdir.

Şimdi kayıt ol
Giriş yap

Eğer bir hesabınız var ise lütfen giriş yapın

Giriş yap

Tema düzenleyici

Tema özelletirmeleri

Grafik arka planlar

Granit arka planlar