- Katılım
- 28 Nis 2022
- Mesajlar
- 831
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 2,770
- Puanları
- 93
- Konum
- Dünyadan Uzak
- Web sitesi
- www.youtube.com
- Burç
- Koç
- Hobim
- Hunharca Kitap Okumak =)
- İsim
- Betül Güler
- Meslek
- Yazar / Seslendirme Editörü
- Cinsiyet
Merhabalar Arkadaşlar , yazarlık üzerine bir eğitim sürecine girdik , umarım güzel bir verim elde eder ve bu doğrultuda dile gelip yazıya dökülen her kelimenin hakkını vererek tamamlayabiliriz. Bu sürece sizlerin tanıklığını da eklemek istedik , arşivimizi burada paylaşmaya karar verdik . Eğer sizler de okumayı ve yazmayı seviyorsanız bize katılabilir , eleştirebilir , yazdığınız metinleri bu başlık altında paylaşabilirsiniz. Soru sorabilirsiniz . Keyifli yazmalar ve başarılar diliyoruz. =)
Koşmak isterdim, düşecekmiş gibi alabildiğine ve kollarımı açarak. Fakat nereye ve ne için. Sanırım henüz adını koyamadığım bir şeye yahut bir şeylere doğru koşmak. Mesela geçmişe mi yoksa geleceğe mi koşmak isterdim. Geçmişe koşmak isterdim. Çocukluğuma. Her şeyin henüz adının belli olmadığı, yaşamı ,insanları tanınmadığım ya da tanıdığım kadarı ile idrak edebildiğim çocukluğuma.
Neler vardı orada? Kimler vardı? Sadece oyunlardan ve uçsuz bucaksız hayal dünyasından ibaret olan zamanlar mıydı? Belki de öyleydi. Hayalimde kalan Yorgun hocayı tam da burada anlatmak isterdim. Evlerin arkasında kalan büyük arazilerde kan ter için de ve bazen yağmur sonrası ıslak çimenler üzerinde top koştururken, merkeze inen geniş toprak yoldan geçerken dudaklarını hareket ettirerek yürümesi. Bu yürüyüşte daha çok seyyah havası vardı. Uzun cübbesinin rüzgardan savrulduğu, göğsüne değen kır sakallarının çenesini hareket ettirmesiyle sürekli sallanması ve elinde uzun tesbihi ile ellerini arkaya bağlaması ben de farklı bir intiba uyandırmıştır.
Onun hafız olduğu söylenirdi. Her vakit sonrasında camisinden çıkar, toprak yoldan merkeze yürür ve yürürken sürekli durup arkasına bakardı. Arkasına bakması arkadan gelen herhangi bir aracın olup olmamasıydı. Eğer bir araç geliyorsa olduğu yerde durur aracın gelmesini bekler, tanıdık tanımadık hiç fark etmez aracı durdurarak biner giderdi.
Ezan vaktine doğru aynı vaziyette camiye doğru yürürdü. Onu gördüğümüzde ki genelde akşamüzeri daha çok görürdük, akşam ezanının biraz sonra okunacağını ve akabinde havanın kararacağını anlardık. Akşam ezanını okunması demek, hararetle devam eden futbol maçının yarıda bırakılıp eve gitmek demekti ve bu hiç birimizin hoşuna gidecek bir şey değildi.
Biraz sonra Fabrika servis Otobüsü kullanan ve oynadığımız çimenliğin hemen karşısında üç katlı binaları bulunan Orhan’ın babası bağırırdı. Orhaaaaannn. Servis Otobüsü binanın önüne park edilmiş temizliğine başlanmıştı.
Orhan hiddetle ve sinirle ayaklarını yere vurup, yumruklarını sıkarak yanımızdan uzaklaşırdı. O gittiğinde takım dağıldığından bizlerde dağılırdık. Ve biraz sonra yorgun hocanın laz şivesiyle okuduğu akşam ezanının sesi bu büyük tarlaların hemen üzerinde ki Otobandan geçer araçların sesini bastırarak etrafa yayılırdı. Akabinde sokak lambaları yanardı.
Eve gittiğimizde Annem kıyafetlerimizi kapının önünde çıkarttırır öyle eve alırdı. Titiz bir kadındı. Evi süslemeyi çok severdi. Tavandan arkan çiçekler, kapı pervazlarına bir iple sarmaşık gibi doladığı yapay çiçekler ve her şeyin altında çeşitli örgülerle sergilediği dantel işlemeler. Titizliğinin hat safhaya çıktığı zamanlar olurdu. Atlet kilotla bizleri eve alır ‘’doğru banyoya’’ diye bağırırdı. Büyük bir kabahat işlemişiz gibi başlarımızı öne eğerek banyoya girer ve temizlenirdik.
Ekseriya evin küçüğü olmamama rağmen evde ekmeği ben alırdım ki bu büyük bir iştir. Evde kimin ekmek alacağı bazen, bazı evlerde çok büyük meselelere sebep olurdu. Mahallemizin naftalin kokan bakkalından beş ekmek alırdım. Herkesin iki ya da üç ekmek aldığı bir bakkaldan beş ekmek almak beni utandırırdı. Poşet vermezdi, gazete kağıdına sarmazdı, Kollarımı dirseklerimden kırıp yukarı doğru bir kepçe ağzı gibi kaldırırdım ve ekmekleri oraya dizerdi. O şekilde dakikalarca yol yürüdüm. İlerleyen yıllarda bütün bakkallar poşetle ürün vermeye başladığında bile Hüseyin bakkal yüzünü ekşiterek ‘’poşetini evinden getir’’ der ve istemeye istemeye bir poşet verirdi. O kadar morali bozulur ki, bir daha ki gidişimde poşet götürmediğim aklıma geldiğinde strese girerdim.
Yer sofrasında bir araya gelir akşam yemeğini öyle yerdik. Yuvarlak bir yer sofrasının altında ki sofra bezini dizlerimizin üzerine çekmemiz sıkça tembih edilirdi. Ekmek denlerini yere dökmenin günah olduğu, bereketin kaçtığı ve hatta şeytanın bunları yiyerek beslendiği söylenirdi. Yemek yerken müzik dinlemek hele ki televizyon izlemek zinhar günahtı. Nimete, Allahın nimetine tıpkı kutsal bir ibadet gibi saygı duyulduğu ve nevi günah sayılabilecek şeylerden azat edilmiş bir şeydi bu. Rızık şükretmeyi gerektirirdi. Şükretmek ibadetti.
Sofra kaldırılırken Anneme en çok ben yardım ederdim. Sofra bezini besmele çekmeden balkondan bahçeye silkelemezdim. Akşamlar hep birbirine benzerdi. Belli başlı dizilerin ve arkası yarın kuşaklarının herkesi ekrana bağladığı o yıllar. Ben daha çok kitap okumayı tercih ederdim. Kendime ait bir odam olmadığı için daha çok televizyon olan odada kendimi okuduğum kitaba vermeye çalışırdım. Çaysız olmazdı. Nedense çok sık misafir geldiğini hatırlıyorum. Oturduğumuz mahallenin akrabalarla dolu olması evin akşam saatlerinde boş kalmamasını sağlıyordu.
Hani şimdi ki gibi ‘’müsaitseniz akşam size geleceğiz’’ cinsinden bir randevu ile değil, çat kap, sanki kendi evlerine girer gibi. Yitirdiğimiz tüm bu samimi duygular yerini farklı formlarda ve yapılarda bir çok lüzumsuz uğraşa bıraktı.
Bireylere özgürlük vereceğini iddia eden bir çok sosyal platform, bireylerin kendilerini yitirmelerine, kaybetmelerine olanak sağlamıştır. Bu kayboluş daha çok bir tür arayışa ve onun ardından kayboluşa sebebiyet vermiştir. Her şeyin sahici ya da gerçek olduğu iddia edilen bu mecralarda ne hikmetse herkes sütten çıkmış ak kaşık ve her kes günahsız birer melek. Fakat hakikat her zaman var olanı yansıtmıyor. Gördüğümüz her şeyin bir çok kısmı, göz yanılgısından başka nedir.
Sonrası daha vahim değil mi sizce de? Kendini beğendirmek için değiştirilen karakterler mi ararsın? Sevgisizliğinin öcünü almak isteyerek türlü entrikalarla tekrar tekrar aynı yalanların içinde boğazlarına kadar gömülen kalpler mi istersin. Öyle ki, hipnoz edilmişçesine gördüğü bütün o ‘’mutlu’’ paylaşımlardan dolayı kendi hayatını, çevresini, ailesini, akrabalarını beğenmeyenleri mi görmek istersin.
Koca bir makyaj sahnesi olan tüm bu sosyal mecraların hizmet ettiği tek şey, beğenilme ‘’ego’’’sundan başka nedir?
Televizyonların siyah beyaz olduğu günleri hayal meyal hatırlıyorum. Fakat kanal değiştirirken kumandası Tv leri çok iyi hatırlıyorum. Genelde ben kalkar düğmeye basarak kanal değiştirirdim. Nasıl oluyorsa bütün o kanal tv lerin kanal değiştirme kapakları bir şekilde kırılıyor ya da yerinden çıkıyırdu. Arkadaşlarımın evinde ki televizyonlarda bunu görmüştüm. Televizyonun sağ alt köşesinde yer alan bu küçük kapağın altında ki sihirli düğmeler, bizleri bir başka aleme, bir başka dünyaya taşımaya yeterdi. Kumandası çıkan Televizyonlar hakikaten bu dünyaya ait olmayan makinalar gibiydi. Oturduğunuz yerden bir düğmeye basıyorsunuz ve izlediğinzi ekran aniden değişiveriyor. Bu, her kanal değişiminde oturduğu yerden kalkıp televizyon başında düğme düğme kanal gezen bir insan için çok büyük bir nimet olsa gerekti. Zaten çok da kanal yoktu. Daha çok karıncalı yayınlar vardı. Saat gece on ikiden sonra istiklal marşı okunarak yayını biten Trt 1 kanalını hatırlayabiliyorum. Fakat sabah açılış kuşağına hiç rast gelmedim.
Şimdi bana daha sıcak ve daha manidar gelen o eski yıllara doğru koşmak isterdim. Tekrar naftalin kokan bakkala girip beş ekmek almak, tekrar tarlalarda top oynamak, tekrar yer sofrasında yemek yemek, tekrar yorgun hocanın kambur yürüyüşüne dalıp gitmek isterim. Televiyonda kanal değiştirmek, her akşam eve geldiğimde azar işiterek kıyafetlerimi kapı önünde soyunup banyoya öyle girmek isterim.
Özlemini hissettiğimiz o mazi, bir daha hiç gelmeyeceğine emin olduğumuz hatıralarımız yüzündendir. Birileri, tam da bu içinde bulunduğumuz zaman dilimini gelecek yıllarda özlemle yaad edecektir. Bu ‘’zaman’’ denilen, ileri gittiği kadar geriye doğru da akan ömür, her insanın iç dünyasında izler bırakarak sürüklenmeye, akmaya, koşmaya ve ilerlemeye devam edecetir.
19.07.2022
Ayhan Yalçın
Koşmak isterdim, düşecekmiş gibi alabildiğine ve kollarımı açarak. Fakat nereye ve ne için. Sanırım henüz adını koyamadığım bir şeye yahut bir şeylere doğru koşmak. Mesela geçmişe mi yoksa geleceğe mi koşmak isterdim. Geçmişe koşmak isterdim. Çocukluğuma. Her şeyin henüz adının belli olmadığı, yaşamı ,insanları tanınmadığım ya da tanıdığım kadarı ile idrak edebildiğim çocukluğuma.
Neler vardı orada? Kimler vardı? Sadece oyunlardan ve uçsuz bucaksız hayal dünyasından ibaret olan zamanlar mıydı? Belki de öyleydi. Hayalimde kalan Yorgun hocayı tam da burada anlatmak isterdim. Evlerin arkasında kalan büyük arazilerde kan ter için de ve bazen yağmur sonrası ıslak çimenler üzerinde top koştururken, merkeze inen geniş toprak yoldan geçerken dudaklarını hareket ettirerek yürümesi. Bu yürüyüşte daha çok seyyah havası vardı. Uzun cübbesinin rüzgardan savrulduğu, göğsüne değen kır sakallarının çenesini hareket ettirmesiyle sürekli sallanması ve elinde uzun tesbihi ile ellerini arkaya bağlaması ben de farklı bir intiba uyandırmıştır.
Onun hafız olduğu söylenirdi. Her vakit sonrasında camisinden çıkar, toprak yoldan merkeze yürür ve yürürken sürekli durup arkasına bakardı. Arkasına bakması arkadan gelen herhangi bir aracın olup olmamasıydı. Eğer bir araç geliyorsa olduğu yerde durur aracın gelmesini bekler, tanıdık tanımadık hiç fark etmez aracı durdurarak biner giderdi.
Ezan vaktine doğru aynı vaziyette camiye doğru yürürdü. Onu gördüğümüzde ki genelde akşamüzeri daha çok görürdük, akşam ezanının biraz sonra okunacağını ve akabinde havanın kararacağını anlardık. Akşam ezanını okunması demek, hararetle devam eden futbol maçının yarıda bırakılıp eve gitmek demekti ve bu hiç birimizin hoşuna gidecek bir şey değildi.
Biraz sonra Fabrika servis Otobüsü kullanan ve oynadığımız çimenliğin hemen karşısında üç katlı binaları bulunan Orhan’ın babası bağırırdı. Orhaaaaannn. Servis Otobüsü binanın önüne park edilmiş temizliğine başlanmıştı.
Orhan hiddetle ve sinirle ayaklarını yere vurup, yumruklarını sıkarak yanımızdan uzaklaşırdı. O gittiğinde takım dağıldığından bizlerde dağılırdık. Ve biraz sonra yorgun hocanın laz şivesiyle okuduğu akşam ezanının sesi bu büyük tarlaların hemen üzerinde ki Otobandan geçer araçların sesini bastırarak etrafa yayılırdı. Akabinde sokak lambaları yanardı.
Eve gittiğimizde Annem kıyafetlerimizi kapının önünde çıkarttırır öyle eve alırdı. Titiz bir kadındı. Evi süslemeyi çok severdi. Tavandan arkan çiçekler, kapı pervazlarına bir iple sarmaşık gibi doladığı yapay çiçekler ve her şeyin altında çeşitli örgülerle sergilediği dantel işlemeler. Titizliğinin hat safhaya çıktığı zamanlar olurdu. Atlet kilotla bizleri eve alır ‘’doğru banyoya’’ diye bağırırdı. Büyük bir kabahat işlemişiz gibi başlarımızı öne eğerek banyoya girer ve temizlenirdik.
Ekseriya evin küçüğü olmamama rağmen evde ekmeği ben alırdım ki bu büyük bir iştir. Evde kimin ekmek alacağı bazen, bazı evlerde çok büyük meselelere sebep olurdu. Mahallemizin naftalin kokan bakkalından beş ekmek alırdım. Herkesin iki ya da üç ekmek aldığı bir bakkaldan beş ekmek almak beni utandırırdı. Poşet vermezdi, gazete kağıdına sarmazdı, Kollarımı dirseklerimden kırıp yukarı doğru bir kepçe ağzı gibi kaldırırdım ve ekmekleri oraya dizerdi. O şekilde dakikalarca yol yürüdüm. İlerleyen yıllarda bütün bakkallar poşetle ürün vermeye başladığında bile Hüseyin bakkal yüzünü ekşiterek ‘’poşetini evinden getir’’ der ve istemeye istemeye bir poşet verirdi. O kadar morali bozulur ki, bir daha ki gidişimde poşet götürmediğim aklıma geldiğinde strese girerdim.
Yer sofrasında bir araya gelir akşam yemeğini öyle yerdik. Yuvarlak bir yer sofrasının altında ki sofra bezini dizlerimizin üzerine çekmemiz sıkça tembih edilirdi. Ekmek denlerini yere dökmenin günah olduğu, bereketin kaçtığı ve hatta şeytanın bunları yiyerek beslendiği söylenirdi. Yemek yerken müzik dinlemek hele ki televizyon izlemek zinhar günahtı. Nimete, Allahın nimetine tıpkı kutsal bir ibadet gibi saygı duyulduğu ve nevi günah sayılabilecek şeylerden azat edilmiş bir şeydi bu. Rızık şükretmeyi gerektirirdi. Şükretmek ibadetti.
Sofra kaldırılırken Anneme en çok ben yardım ederdim. Sofra bezini besmele çekmeden balkondan bahçeye silkelemezdim. Akşamlar hep birbirine benzerdi. Belli başlı dizilerin ve arkası yarın kuşaklarının herkesi ekrana bağladığı o yıllar. Ben daha çok kitap okumayı tercih ederdim. Kendime ait bir odam olmadığı için daha çok televizyon olan odada kendimi okuduğum kitaba vermeye çalışırdım. Çaysız olmazdı. Nedense çok sık misafir geldiğini hatırlıyorum. Oturduğumuz mahallenin akrabalarla dolu olması evin akşam saatlerinde boş kalmamasını sağlıyordu.
Hani şimdi ki gibi ‘’müsaitseniz akşam size geleceğiz’’ cinsinden bir randevu ile değil, çat kap, sanki kendi evlerine girer gibi. Yitirdiğimiz tüm bu samimi duygular yerini farklı formlarda ve yapılarda bir çok lüzumsuz uğraşa bıraktı.
Bireylere özgürlük vereceğini iddia eden bir çok sosyal platform, bireylerin kendilerini yitirmelerine, kaybetmelerine olanak sağlamıştır. Bu kayboluş daha çok bir tür arayışa ve onun ardından kayboluşa sebebiyet vermiştir. Her şeyin sahici ya da gerçek olduğu iddia edilen bu mecralarda ne hikmetse herkes sütten çıkmış ak kaşık ve her kes günahsız birer melek. Fakat hakikat her zaman var olanı yansıtmıyor. Gördüğümüz her şeyin bir çok kısmı, göz yanılgısından başka nedir.
Sonrası daha vahim değil mi sizce de? Kendini beğendirmek için değiştirilen karakterler mi ararsın? Sevgisizliğinin öcünü almak isteyerek türlü entrikalarla tekrar tekrar aynı yalanların içinde boğazlarına kadar gömülen kalpler mi istersin. Öyle ki, hipnoz edilmişçesine gördüğü bütün o ‘’mutlu’’ paylaşımlardan dolayı kendi hayatını, çevresini, ailesini, akrabalarını beğenmeyenleri mi görmek istersin.
Koca bir makyaj sahnesi olan tüm bu sosyal mecraların hizmet ettiği tek şey, beğenilme ‘’ego’’’sundan başka nedir?
Televizyonların siyah beyaz olduğu günleri hayal meyal hatırlıyorum. Fakat kanal değiştirirken kumandası Tv leri çok iyi hatırlıyorum. Genelde ben kalkar düğmeye basarak kanal değiştirirdim. Nasıl oluyorsa bütün o kanal tv lerin kanal değiştirme kapakları bir şekilde kırılıyor ya da yerinden çıkıyırdu. Arkadaşlarımın evinde ki televizyonlarda bunu görmüştüm. Televizyonun sağ alt köşesinde yer alan bu küçük kapağın altında ki sihirli düğmeler, bizleri bir başka aleme, bir başka dünyaya taşımaya yeterdi. Kumandası çıkan Televizyonlar hakikaten bu dünyaya ait olmayan makinalar gibiydi. Oturduğunuz yerden bir düğmeye basıyorsunuz ve izlediğinzi ekran aniden değişiveriyor. Bu, her kanal değişiminde oturduğu yerden kalkıp televizyon başında düğme düğme kanal gezen bir insan için çok büyük bir nimet olsa gerekti. Zaten çok da kanal yoktu. Daha çok karıncalı yayınlar vardı. Saat gece on ikiden sonra istiklal marşı okunarak yayını biten Trt 1 kanalını hatırlayabiliyorum. Fakat sabah açılış kuşağına hiç rast gelmedim.
Şimdi bana daha sıcak ve daha manidar gelen o eski yıllara doğru koşmak isterdim. Tekrar naftalin kokan bakkala girip beş ekmek almak, tekrar tarlalarda top oynamak, tekrar yer sofrasında yemek yemek, tekrar yorgun hocanın kambur yürüyüşüne dalıp gitmek isterim. Televiyonda kanal değiştirmek, her akşam eve geldiğimde azar işiterek kıyafetlerimi kapı önünde soyunup banyoya öyle girmek isterim.
Özlemini hissettiğimiz o mazi, bir daha hiç gelmeyeceğine emin olduğumuz hatıralarımız yüzündendir. Birileri, tam da bu içinde bulunduğumuz zaman dilimini gelecek yıllarda özlemle yaad edecektir. Bu ‘’zaman’’ denilen, ileri gittiği kadar geriye doğru da akan ömür, her insanın iç dünyasında izler bırakarak sürüklenmeye, akmaya, koşmaya ve ilerlemeye devam edecetir.
19.07.2022
Ayhan Yalçın
Son düzenleme: