26.07.2022
Ayhan Yalçın
Odanın ortasında bulunan iki ayrı valize, dolabında, çekmecelerinde ne varsa doldurmaya çalışmıştı. Tıka basa ve üst üste. Ona kıyafetleri ve elbiseleri yeterdi, fakat her şeyi, getirdiği her şeyi buradan çıkarmak istiyordu.
Geri gelip kendisine ait olan ne varsa alacağını düşünerek, şimdilik kıyafetlerini ve bazı önemli eşyalarını toplamaya çalışmıştı. Dokunduğu her şey canını acıtıyordu. Fakat biliyordu ki, bu kadarı yetmezdi. Geri gelip diğer eşyalarını almayı düşündü. Sırtını duvara yaslayarak bir müddet etrafına bakındı. Her şey ne kadar da ölüydü. Yavaş yavaş bedenini aşağı doğru bırakarak, dizlerinin üzerine oturduğu an, bu fikrinden vazgeçti. Gözleri karardı. Bir an, hiçbir şeye dokunmamayı, hiçbir şeyi götürmemeyi geçirdi aklından. Avuçlarının içini yüzüne kapatarak bir müddet derin derin nefes aldı.
Rüzgar, tek kanadı açık duran pencereden giriyor, dalgalanan tül çıplak kollarına, bacaklarına ve yüzünü kapattığı ellerine değiyordu. Oturduğu yerden kalkarak hırsla tülü tutup ileriye doğru itti. Tül, asılı olduğu kornişin üzerinden dalgalar halinde birbirine çarparak pencerenin yarısına kadar açıldı ve durdu. Kırlangıç seslerinin çocuk seslerine karıştığı bir akşam üstüydü.
Pencere korkuluklarının üst demirlerine sarılmış mor salkımlı sarmaşığın kokusu odayı dolduruyordu. Başka zaman olsa, elini pencereden dışarıya uzatır ve mor salkımı avucunun içine alarak dakikalarca, koklaya koklaya, tıpkı bir çocuğu sever gibi uzun uzun severdi. Avucunun içinde tuttuğu salkımı içeri doğru çeker, incitmemeye, kırmamaya çalışarak burnuna bastırır, bir müddet koklar, öperdi. Fakat şimdi öyle olmadı. Umursamadı. Yüzüne bakmadı. Ruhunu bunaltan tüm bu hisler o nu kör etmişti. Her şeye karşı bir körlüktü bu. Eliyle çekyatın kolundan destek alarak, ayaklarını hasta bir insan gibi yerde sürüyerek, kendini çekyatın üzerine bıraktı.
Açık olan pencereden giren rüzgar, saçlarını uçuruyordu. Bakışları bir müddet karşı duvarda bulunan kütüphanede gezindi. Gözleri okuduğu kitapları arıyordu. Bulutların ardından kurtulan güneşin ışığı pencereye vuruyor, pencere korkuluklarının, çerçevesinin, yarıya kadar açık bulunan tülün ve kendisinin, rüzgardan uçan saçlarının gölgesi, baktığı kütüphaneye yansıyordu.
Gözlerini kapattı. Fakat aklındakileri bir türlü kapatamıyordu. Hiçbir şey düşünmemek istedi. Bu gibi durumlarda düşünmek istemediğimiz şeyler nasıl sırasıyla aklımızın içinde büyük bir savurganlıkla dolaşır ve bizleri her hangi bir zamanın acı hatıralarından diğerine savurursa, şimdi ona da tıpkı aynısı oluyordu. Şahit olduğu her kötü anı, iyilerini gölgede bırakacak kadar yoğun ve karmaşık birbiri üstüne biniyor, nefesini kesiyordu.
Manasını kaybetmiş duygularla yaşamak ne kadar acıydı? Daha fazla direnmek nasıl bir şey olurdu. Her şeyin bir rüya olduğunu o kadar çok isterdi ki. Düşünceleri, az önce yaşadıklarını gözlerinin önüne getirdikçe hayret ediyor ve bir türlü kendini suçlamaktan, azarlamaktan, nefret etmekten alıkoymuyordu. Ne çok sorular geçiyordu zihninden. Durduramadığı, cevap bulamadığı sorular. Gözlerinin önünden kalkan sis perdesi her şeyi bütün çıplaklığı ile önüne sermiş, görmesini sağlamıştı. Kör olmayan gözlerini körelten duygularına anlam veremiyordu.
Bu kutu gibi, sıvaları dökülmüş, pencereleri demir parmaklıklı, çatısı neredeyse çökecek olan eve bir kuğu gibi gelmişti. Beyazlar içinde. Mutluydu, çok mutluydu. Dışarda ki demir kapının sürgüsünü açarak, etrafındaki otların sağa sola saçıldığı kaldırım taşları üzerinden yürüyerek ve şimdi neredeyse menteşelerinden kurtulup düşecek gibi duran dış kapının kilidini kendi açarak girmişti bu eve. Bu ev, onun hayallerinde, en güzel masalların, en gizemli hikayelerin geçtiği , her odasının çok ayrı alemlere açıldığı rengarenk dünyası olacaktı. Bu herkesten ve her şeyden uzak dünyada mutlu olacağını düşüyordu. Tavan döşemeleri çürüyen ve yer yer birbirinden koparak sarkan, duvarları rutubetli, kapıları duvara tutturulan kasalarından kurtulup düşecekmiş gibi sallanan bu evdeki hiçbir eksiklik gözüne kötü görünmüyordu. Yıllarca kullanılmış, sağlam bir tarafı yok denecek kadar az olan bu ahırdan farksız ev onun hayalinde görünenden çok daha farklıydı. Bu farklılığın sebebini defalarca düşünmüştü. Uzaktan bakıldığında ‘’terk edilmiş’’ görünen bu gecekondunun onda bıraktığı intibanın sebebi neydi? Başka zaman bahçesine bile girmeye tenezzül etmeyeceği, dış cephesinde ki sıvaları aşınarak döküldüğü, dökülen sıvaların arasından görünen tuğlaların koca bir yarayı anımsattığı ve pencere ahşaplarının kararmaya başladığı bu müstakil evin ona çocukluğunu hatırlattığını çok sonra fark edecekti. Fakat, sevginin onaramayacağı, iyileştiremeyeceği hiçbir şeyin olmadığına inanarak tüm bu eksikliklerin üstesinden geleceğini düşünüyordu. Buna her şeyden daha fazla emindi. İnancı ve sevgisi, yıkılmak üzere olan kulübeyi onarmaya, zamanın üzerinden geçip eskittiği, kararttığı ne varsa iyileştirmeye, yenilemeye yeteceğini biliyordu.
Varlıklı bir aileden gelmişti. Babasından kalan servet iyi kötü yaşamlarını idame ettirmeye fazlasıyla yetiyordu. Özel okullarda öğrenimini görmüş, iyi bir üniversiteye gideceği sırada evleneceği bu adamla tanışmışlardı. Kısa bir süre içinde aşık olmuş ve ailenin bütün ısrar ve karşı gelmelerine rağmen hiç kimseyi ama hiç kimseyi dinlemeyerek evlenmeye karar vermişti. Akrabaları evleneceği adamı çevrede araştırıp soruşturduklarında, duyduklarına inanmak istememişlerdi. Hepsi, gözü, gönlü kör olmuş bu kızcağızı, Selma’yı saplandığı çamurdan çıkarıp almak istemişlerdi. Dayıları, amcaları, kuzenleri ve çevresinde ki herkes günlerce ikna etmeye çalışmış fakat bir türlü muvaffak olamamışlardı.
Selma, tüm bu insanların onu ikna etmek için söylediği her şeyi ‘’kıskançlık’’ ‘’çekememezlik’’ olarak algılıyor, inadında büyük bir kararlılıkla ısrar ediyordu. Evlenmek istediği kişiyle ilgili söyledikleri hiçbir şeye inanmıyordu. ‘’Siz bi tanıyın, anlattıkları gibi biri değil, çok iyi kalpli, beni babam gibi seviyor’’ diyordu. Nihayet ailenin erkekleri kızın üzerindeki baskının dozunu biraz artırınca, daha fazla baskıya ve tehdide dayanamayan Selma bir gece, odasındaki çalışma masasına küçük bir not bırakarak kaçmıştı. Notta; ‘’Benim mutlu olmamam için hepiniz boşuna uğraştınız, sizi affetmeyeceğim. Ben mutlu olmaya gidiyorum’’ Yazıyordu.
Onun kaçamayacağını, buna cesaret edebileceğini düşünmüyorlardı. Dayıları, amcaları, kuzenleri o nu günlerce ,haftalarca aramış, fakat onunla ilgili hiçbir haber alamamışlardı. Bu belirsizlik, tüm bu insanların gün geçtikçe içlerine korku salıyor ve çıldırtacak hale getiriyordu.
Kaçtığı erkeğin sarhoş babasının evladının kızı kaçırdığından haberi bile yoktu. Derme çatma kulübesinin önünde tek bacağı eğri bir sandalyenin üzerine oturup karşısındaki manzarayı izlerken şarap şişesini kafasına diken, saçı sakalı birbirine karışmış adamın önünde beyaz bir araç durmuş ve araçtan inen bir grup insanın kendine doğru geldiğini görünce elinin tersiyle ağzını silip ayağa kalkmıştı. Ayakta duramıyordu. Tek elinde şarap şişesini tutan bu adam, diğer eliyle oturduğu sandalyenin sırtını yasladığı fakat kumaşı sökülerek kirden simsiyah olmuş sarı süngerin üzerine parmaklarını gömerek sımsıkı tutunuyor, dengede durmaya çalışıyordu.
‘’Oğlun nerede’’ diye bağırdı gençlerden biri. Sarhoş adam, bir müddet boş, bomboş bakan gözlerle karşısında duran bu tanımadığı insanlara baktı. Aralarında tanıdık bir sima yoktu. Zor gören gözlerini kısarak dikkatle bakmaya çalıştı fakat o an da her şeyin aşağı yukarı ve sağa sola kaydığını, hiçbir şeyin sabit, olduğu yerde durmadığını fark etti. Sesler bile, gördüğü görüntüler gibi kulağına düşe kalka ve alçala yüksele geliyordu. Bir cevap verilmesi gerektiğini düşünerek birkaç kez dişsiz ağzını bir şey söylemek için açtı, fakat hiçbir şey söylemedi. Eliyle destek aldığı sandalyenin kirden kararmış süngerini bırakmasıyla sağa sola sallanması bir oldu. Bir adım öne kayan adımları, birkaç adım geriye giderek, tekrar oturduğu sandalyenin kirli süngerinden destek almak için uzanan elinin dengesini bozmasıyla, bir çuval gibi sandalyesine oturması bir oldu. Başı öne doğru, göğsüne düştü. Gözleri kapalı nefes alırken, kolunu güçsüzce, ağır ağır yukarı kaldırdı ve karşıda bulunan fabrikaları işaret ederek ‘’sabah işe gitti’’ diye seslendi. Kararmış dudağının sol köşesinden akan salya, ileri uzattığı kolunun hizasına kadar uzanıp bir müddet sallanarak kopmuş, geri kalan kısmı hızla yukarı çekilerek dudağının kenarında toplanmıştı. Başını düştüğü göğsünden kaldıramıyordu. Gençlerden biri öfkelenerek bağırmaya başladı, yerden aldığı taşı adama savuracağı sırada yanında bulunanlar onu sakinleştirerek geldikleri araca doğru ite ite sürükledi. Oğlunun birkaç gündür evine uğramadığını bilmeyen bu adam, şimdi, burada yaşadıklarını belki de hiç hatırlamayacak ve oğlunun gece eve gelip, gündüz işe gittiğini düşünerek yaşamına kaldığı yerden devam edecekti.
Polise ihbar etmelerine rağmen hiçbir haber alınamamıştı. Haftalarca ve hatta aylarca nerede olduklarını, nereye gittiklerini hiç kimse bilmiyordu. Belirsizlik ne kötüydü. Bu gibi durumlarda zihinlere adeta hücum eden en kötü olasılıklar saatlerin ve hatta dakikaların durmasına, günlerin geçmemesine sebep oluyordu. Hiç kimsenin beklemekten başka çaresi yoktu. Ve bir gün Selma evi aradı ve telefona ablası çıktı. Önce kızan, sonra öfkelenen ablasının gönlü çok özlediği bu ses karşısında yumuşadı ve telefonun diğer ucunda duyduğu kardeşinin varlığı karşısında içinden binlerce kez dua etti. Uzun uzun konuştular. İkisi de telefonu kapatmak istemiyordu. Aradan geçen iki ay’ a yakın zaman, ne kadar uzundu. Daha çok Selma konuşuyordu. İyi olduğunu, mutlu bir evlilik yaşadığını ve çok uzakta olduğunu söylüyordu. Yakın bir zamanda geleceğini ve eşi ile annelerinin elini öperek barışacağını söylüyordu. Sesi neşeli geliyordu. Şarkı söyler gibi. Konuşma uzadıkça uzuyordu ve Selma ‘’Annemi çok özledim, onunla da görüşeyim’’ dediğinde derin, uzun bir sessizlik oldu. Ablası cevap vermiyordu. Selma ablasının telefon avizesini bırakmadığını ablasının alıp verdiği nefesinden anlaya biliyordu. Birkaç kez ‘’abla’’ diye seslendi. Ablası kekeleyerek ‘’efendim’’ demiş ve susmuştu. Az önce şarkı söyler gibi konuşan ve anlattığı her şeyin sonuna gülüşüyle bitiren Selma’nın içine korku düştü. ‘’Annem’’ diye seslendi. Ablası, annesinin sağlık durumunun iyi olduğunu fakat senden haber alamayışının sol tarafına felç düşürerek yatalak olduğunu bir çırpıda söyledi. Selma, kulağına tuttuğu avizeyi kulağından geri doğru çekerek, sanki o an eline çok korktuğu bir böcek konmuşta aniden tiksinmiş gibi yere attı.
Böyle hayal etmemişti. Babası öldükten sonra sol yüzüne felç indiği ve yüzünün bir tarafının sürekli asık olduğunu geldi gözlerinin önüne. O an da ağzından çıkan kelime, telefonun gövdesine kablo ile bağlı olan avizenin duvara sallanarak vuran sesine karıştı. ‘’Annecim’’
Telefonun karşısındaki ses birkaç kez ‘’alo’’ diye bağırmış, karşıda bir şeylerin düştüğünü ya da kırıldığını duyarak tedirgin olmuştu.
Selma, duvara vurarak sallanan avizeyi korkuyla eline alıp, telefonu kapatmıştı. Gözleri bir noktaya takılarak sürekli dalıp gidiyordu. Hayaline gelen Annesinin güzel yüzünü bir türlü aklından çıkaramıyor ve buna sebep olmanın acısı bedeninde inanılmaz bir ağırlığa sebep oluyordu. Kapının eşiğine oturarak dizlerini karnına doğru çekmiş ‘’Annecim’’ diye seslenerek başını dizlerinin arasına gömüp ağlamaya başlamıştı.
Eşiyle birlikte ziyaretine gidecek, helallik isteyecek ve barışacaklardı. Hangi yüzle Annesinin karşısına çıkacağını, onun yüzüne nasıl bakacağını düşünüyordu. Oysa mutluluğunun peşinden gitmişti. Mutlu olacaktı. Haber vermeyi sürekli ertelemesinin sebebi bu duruma alışmalarını istemesiydi. Kaç kez eli telefona gitmesine rağmen ‘’yarın ararım, henüz erken’’ değip ertelemesinin tek sebebi buydu. Erkenden aramanın yanlış anlaşılacağını düşüyordu. Fakat bir annenin evladından ayrı kalamayacağını bilmiyordu. Bunun nasıl dayanılmaz ve iç burkan, huzursuz eden, ıstırap veren bir duygu olduğunu henüz bilmiyordu.
Her şey bu haberi aldıktan sonra başladı.
Bir sabah, bahçeden sesler duydu ve perdeyi aralayıp baktığından bir çok polisin bahçe kapısından eğilerek sessizce evin etrafını sardığını gördü. Çok korktu. Hiçbir anlam veremedi. Eşi birkaç gündür eve gelmiyordu ve iş seyahatinde olduğunu söylemişti. Gördüğü bu korku dolu manzara karşısında ne yapacağını bilemedi. Nereye gireceğine, hangi odaya saklanacağına, saklanması mı gerektiğine bir türlü karar veremedi. Mutfağa yürüdü sessizce, masanın altına korkuyla girerek ellerini başının üzerine kapattı. Neydi bu şimdi? Neler oluyordu? Bahçeden fısıltılar halinde sesler geliyordu. Kapı ziline uzun uzun basıldı. Kalkıp kapıyı açmak ve neler olduğunu sormak istedi. Korktu. Zil bir kez daha uzun uzun çaldı. Birkaç kez kapıya tekme atıldı. Çıkan ses daha fazla korkmasına sebep oldu. Bir ses ‘’aç kapıyı’’ diye bağırdı. Ardından birkaç kez kapı kapı şiddetle vuruldu ve büyük bir gürültü ile yere düştü. Çıkan ses bütün evin içinde yankılandı. Selma; masanın altında kendinin de kontrol edemediği bir titreme nöbeti geçirmeye başladı. Dışardan içeriye sürekli birileri giriyordu. Ayak sesleri çoğalıyor, odalarda geziniyorlardı. Yaklaşan adımlar biraz sonra uzaklaşıyor ve tekrar yaklaşıyorlardı. Yakınından bir nefes sesi işitti. ‘’Ne yapıyorsun orada’’ diye bağıran bu ses karşısında korkuyla bir ka kez çığlık attı. Ellerinin başının üzerinden kaldırmıyor, etrafına bakamıyordu. Titriyordu, korkudan bütün bedeni sarsılırcasına titriyordu. Evin içinde dolanan bütün adımlar durmuş, başka odalarda olanlar çığlığın geldiği tarafa doğru bakıyorlardı. Masanın altına doğru eğilen polis memuru ‘’Tamam kızım, korkacak bir şey yok’’ diye teskin etmeye çalışsa da , Selma, sebebini bilmediği müthiş bir korku ve heyecan içinde olduğu yerden kalkmak, etrafına bakmak istemiyordu. Burada küçülmek, küçüldükçe kaybolmak ve bir toz tanesi olarak havaya, yokluğa karışıp fark edilmeden kaçmak istiyordu.
‘’Bütün odaları arayın’’ dedi bir ses. Dolap kapaklarının, çekyatın, bir takım yere düşen eşyaların sesi geliyordu. Masanın altına doğru eğilen Polis memuru ‘’Selçuk eşiniz mi oluyor’’ dedi. Selma, korkuyla ‘’evet’’ dedi, fakat sesi duyulmadı. Hıçkırığa benzer bir sesti bu. Polis memuru ‘’hadi kızım korkma, çık dışarıya, emniyettesin, problem yok, eşin ile ilgili birkaç soru soracağız, bize yardımcı olmalısın, hem kendin hem de eşin için’’ dedi. Kollarını başından kaldırarak eğilip kendisine bakan polis memuruna; ‘’Selçuk, ona, ona bir şey mi oldu, neden arıyorsunuz onu?’’ diye seslendi. Yüzündeki şaşkınlık ve korku sesine yansıyordu. Kaşları çatılmış, çenesi seğiriyor ve alnı kırışık bir vaziyette iki büklüm, sanki suçüstü yakalanmış bir mahkum gibi bakıyordu. Polis memuru ‘’Hadi hanım kızım, çık artık oradan, korkma, çık rahat rahat konuşalım’’ diyerek elini uzattı. Selma, kendisine uzatılan bu eli tutmaya mecbur kalmışçasına elini uzattı, ince ve güzel parmakları buz gibiydi. Polis memurunun avucunun içindeki parmakları titriyordu. Kendini dışarıya doğru sürüyerek çıktı ve sandalyeyi çekerek oturdu. Etrafına bakamıyordu. Sebebini bilmediği tuhaf bir duygu ile utanıyordu. Bir eve polis memurunun gelmesi ayıplanacak bir şey miydi? Fakat o böyle düşünüyordu. Kendini bir suçlu gibi hissediyordu. Polis memuru tezgahın üzerinde yıkanarak ters çevrilen bardaklardan birini alarak musluktan doldurmuş ve önüne koymuştu. Selma ince parmakları ile bardağı kavramış ağzına götürmüştü. Elleri titriyordu, öyle ki içtiği su dudaklarının kenarından üstüne dökülüyordu. Bardağı yarısına kadar bitirip masanın üzerine bıraktı.
Evin odalarında sürekli polisler geziniyor bir şeyler aranıyordu. ‘’Eşiniz en son ne zaman geldi’’ diye sordu Polis memuru. ‘’Üç gün önce’’ diye cevap verdi Selma. Başı önde, sesi kısık çıkıyordu. ‘’Peki nereye gittiği hakkında herhangi bir malumatınız var mı’’ dedi? Selma, karşısına sandalye çekerek oturan polis memurunun ellerine sarılarak ‘’Selçuk, ona ,ona bir şey mi oldu ne olur söyleyin, biz yeni evlendik henüz, yeni taşındık buraya, burada hiç kimseyi tanımayız, bilmeyiz, ne olur söyleyin’’ diye yalvarırcasına konuştu. İçini döker gibi. O an da bütün duygularını baskılayan korkuyu dışa vururcasına Polis memurunun ellerini sıkıyor, tuttuğu bu elin bütün korkularını yeneceğini düşünerek ondan merhamet dileniyordu.
Polis memuru ellerine uzanan bu küçük ve soğuk elleri merhametle karşıladı ‘’bak kızım, eşiniz uzun zamandır fiziki takibe takılan bir şahıstı, dört ay önce buraya geldiği bilgisini verdiler ve bizlerde burada takibe devam ettik, nasıl olduysa üç gün önce ortadan kayboldu. Selma ‘’neden, neden takip ediyorsunuz’’ diye bağırdı. Polis memuru, karşısındaki kızın hiçbir şeyden haberi olmayan saf, temiz ve kandırılmış bir kız olduğunu anlamakta gecikmedi. Ona bir çok şeyi anlayacağı şekilde nasıl izah edeceğini bilmiyordu. ‘’Bu evlilikten ailenizin haberi var mı ‘’ dedi. Selma bu söz karşısında utanarak ‘’var, ama razı olmadılar, kaçtım’’ dedi. Diğer polisler halıların altına, baca deliklerinin içine, yorganların arasına, yastık kılıflarının içine, kitapların arasına, yer döşemelerinin aralık olan kısımlarına ellerindeki fenerleri tutarak bakıyor ve bir şeyler arıyorlardı. Bütün eşyalar birbirine girmişti. Her şey odaların ortasına dağılmış, bakılmadık, ellenmedik, kontrol edilmedik hiçbir şey bırakılmamıştı. Elbise dolabında ne kadar kıyafet varsa yatağın üzerine atılmış, cepleri kontrol edilmişti. Çorapların içlerine varırcasına her şey didik didik edilmişti.
‘’Bir uyuşturucu bağımlısı ile evlenmişsin kızım, sadece bağımlısı değil, satıcısı, ile. Üç gün önce İstanbul’dan gelen yüklü miktarda eroyini Anadolu’ya taşımak üzere teslimat gerçekleştirdi eşiniz. Bir miktarını bu eve ya da diğer eve sakladığını düşünüyoruz.
Polis memurunun söylediklerini henüz hazmedemeyen Selma ‘’diğer ev’’ kelimesini duyunca ‘’diğer, diğer ev dediniz’’ dedi kekeleyerek. ‘’Evet kızım’’ dedi Polis memuru ‘’diğer ev, diğer eş, haberin yok mu’’ ? Bu sözler karşısında Polis memurunun sarıldığı ellerine başını uzatarak iç çeke çeke ağlayan Selma, uzun bir müddet böylece kalmıştı. Bütün korkularını, bütün hayal kırıklıklarını, bütün acılarını dışa vururcasına, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Her şey bitişti, ailesinin, çevresinin söylediği her şeyin aslında büyük bir hakikat olduğunu, her şey bu kadar çıplak ve göz önündeyken neden tüm bunları görmek istemediğini düşünerek kendine kızıyordu. Söylenen her şeye şiddetle karşı gelişindeki acizliği düşünüyordu. Karşısına çıkarak bu evliliğin mümkün olmayacağını söyleyen dayılarının yüzündeki korkuyu ve ifadeyi şimdi daha iyi anlıyordu. Ablasının etrafında çırpınmasını, her dakika nasihatler verip, haberlerdeki kadın cinayetlerinden örnekler göstermesini bir türlü anlamıyordu. Fakat şimdi, bütün bu üst üste kurulan yalanların ve aldatılmışlığın sonunda anlamadığı ne varsa aklına geliyor, aklına gelen bütün ayrıntıları hatırladıkça iç çekiyor ve alnı polis memurunun elinin üstünde, ağlıyor, vücudu içindeki bütün bulantıyı dışarı kusarcasına sarsıla sarsıla ağlıyordu.
Evde hiçbir şey bulunamamıştı. Polis memuru, Selmayı da yanına alarak karakola giderken diğer polisler evin çevresini arıyorlardı. Birkaç meraklı komşu bahçeyi çevreleyen göğüs hizasındaki duvardan başlarını uzatarak meraklı gözlerle ne olup bittiğini izliyor kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. İfadesine başvurulan Selma’nın ailesi aranmıştı. Selma’nın ‘’kayıp’’ listesinde olduğu, arandığı kimliği kontrol edildiğinde fark edilmişti. Bir ölü gibi hissizdi. Bekleme salonunda önüne konulan bir bardak çayı unutmuş, başı geride, kolları aşağı doğru sarkmış düşünüyor, düşünüyordu. Önünde ki çayı alan başka bir Polis memuru ‘çayınızı tazelememi ister misiniz’’ diye sormuş, karşısındakinin baygın, hissiz, katı bakışları karşısında, onun hikayesine tanıklık eden biri olarak, büyük bir yeis içinde yanından yavaşça uzaklaşmıştı.
Oysa neler hayal etmişti. Her şeye, herkese sırtını dönerek, farkında olmadan kendini attığı bu karanlık zindan da neler hayal etmişti. Bu her şeyden, herkesten uzak eski de olsa mütevazi kulübenin etrafını çiçeklerle süsleyecek, en sevdiği renklere boyayacak, kapının önüne üzüm asmasından bir çardak yapacak, çocuklarıyla işte o arka bahçedeki meyve ağaçlarının arasında oynayacak, işte şuradaki çimenlerin üzerine uzanarak gök yüzüne, bulutlara bakacaktı. Annesini, ablasını ve akrabalarını o üzüm çardağı altında ağırlayacak, sıvaları dökülmüş duvarları onararak çocukları ile birlikte bu duvarlara gökkuşağı ve manzara resimleri çizecekti.
Evde o na yardımcı olan Polis memuru ailesiyle görüşmüştü. Karakolda Selma’yı biraz olsun toparlanması ve kendine gelmesi için uzun bir müddet misafir etmişlerdi. İkindi sonrası polis memuru eve gidip gitmek istemediğini sorduğunda ‘’eşyalarımı toplamak istiyorum, buradan gitmek istiyorum’’ dedi. Bunları söylerken içinde hissettiği kin, dişlerini sıkarak, tane tane, kesik kesik fakat kararlı, istikrarlı bir sesle söylemesine sebep olmuştu. Polis memuru onu evine kadar bıraktı. Bahçe duvarından meraklı bakışlarla içeriyi izleyen komşular yoktu. Etraf sessizdi. Bahçe kapısını açtı, içeri girdi. Evin dış kapısı yüz üstü, bir ceset gibi evin içine doğru devrilmişti. Korkuyla masanın arkasına saklandığı o anı hatırladı. İçi ürperdi. Keşke her şey o an da hissettiği koku ile kalsaydı. Kapının üzerine basarak, donmuş, her şeyini yitirmiş bakışlarla içeri girdi. Her şeyden tiksiniyordu, kendinden, bu küf ve rutubetli odalardan, tavanı akan çatıdan, üzerinde yürüdükçe gıcırtılar çıkaran taban tahtalarından. Burun kanatları şişerek derin bir nefes aldı, bir müddet içinde tuttuğu nefesini kesik kesik dışarı verdi.
Neyi beklediğini bilmiyordu. Her şeyi ateşe vermek, arkasına bakmadan gitmek istiyordu. Dayısının gelmekte olduğunu söylemişti Polis memuru...
Üzerinde müthiş bir ağırlık hissediyordu. Bu ağırlık, yıkılan, parçalanan ve sonra etrafa dağılarak bir çok parçasının kaybolduğu hayallerinden başka hiçbir şey değildi. Çünkü bu kutu gibi ev, onun bütün hülyalarını sığdırıp kapılardan ,pencerelerden taşarak dışarıya döküldüğü mutlu, sadece mutlu hayalleri ile doluydu.
Fakat şimdi tüm bu hayallerin, sanki birer birer açık duran pencereden kaçarcasına uçup hiçliğe karıştığı bu ev; çirkin, siyah ve kirli bir gecekonduydu. Duvarlar, zeminden yukarıya doğru rutubetlenerek çıkıyor, rengi solmuş odanın duvarları karanlık bir zindanı hatırlatıyordu. Tavanın ahşap kaplaması bir çok yerden karararak çürümeye başlamış ve bir kanser gibi etrafına yayılmıştı. Gözlerini her tavana dikişinde kararan ahşap tavan daha çok karanlığa gömülüyor, baktıkça içini karartıyordu.
Zihni onu; düşünmekten yorulduğu her şeyi tekrar tekrar düşünmeye zorluyordu. İnanmak istemediği tüm bu olaylar karşısında küçülen bedeni, bu pis kokan eve sığmıyordu.
Akşam üzeriydi. Kapının önünde beyaz bir araç durdu. Arkasında polis aracı vardı. Beyaz araçtan aşağı inen insanlar Polis memurunun yönlendirmesi ile bahçe kapısından girmişlerdi. En önde yürüyen beyaz gömlekli şişmanca bir adam ‘’canım kızım, ben geldim’’ diyerek yerde uzanan kapının kenarlarına basarak odalara bakıyor, dağılan, etrafa saçılan eşyalara hayretle bakıyordu. Arkasından gelenler kendini takip ediyordu. Beyaz gömlekli adam, sesine mutlu bir ton katmaya çalışarak ‘’canım kızım , ben geldim’’ diye bağırıyor, odaları geziyordu. Mutfağa doğru ilerlerken arkasından onu takip eden yeğenlerine bir şey söyleyeceği sırada gözü yan odada asılı duran bir şeye takıldı. Birkaç adım geri gelip baktığında, beyaz gelinliğini giyen yeğeninin kendini yatak odasında tavana astığını gördü.
Hızlıca gidip bacaklarından kaldırarak etrafındaki insanlara boynundaki ipliği gevşetmelerini emrediyordu. Yatağın üzerine çıkan genç bir çocuk ilmeği gevşetti ve Selma henüz soğumamış bedeni ile dayısı ile birlikte yatağın üzerine düştü. İp boğazının derisini kaldıracak sıkmıştı. Nabzına baktı, nefes alıyordu. Selma’nın dudakları kımıldıyor, bir şey söylemek istiyordu. Herkes telaşla etrafta ne yapacağını bilmez bir halde koştururken dayısı kulağını Selma’nın dudaklarına yaklaştırmıştı.
Aralık, güzel dudaklarından, kesik kesik şu sözler işitildi.
Beni affet ‘’o beni babam gibi sevmişti’’