Foruma hoş geldin, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Düşünce Platformumuza Hoşgeldiniz!

Düşünce Platformumuz bilgi ve düşüncenin en özgür adresidir!
Güne, gündeme ve yarınlara dair söyleyeceğim var diyenlerin, günlük koşuşturmaca içerisinde zihin jimnastiği yapmak isteyenlerin özgürlük meşalesi ~ FORUM KALEMİ ~

Özgün Konu Bizim Yazarlık Hallerimiz

Ayhan Yalçın

Yeni Üye
Ayhan Yalçın
Katılım
27 Ağu 2021
Mesajlar
97
Tepkime puanı
539
Puanları
93
Yaş
41
Konum
Kocaeli
Burç
Balık
Hobim
Fotoğraf Sanatı. Edebiyat.
İsim
Ayhan Yalçın
Meslek
Yazar, Fotograf Sanatçısı (Kocaeli Şehir Tiyatrosu)
Memleket
Kocaeli
Cinsiyet
Takım
lIr3ry
Sevgili Forumkalemi'nin kıymetli üyeleri merhaba. Bana sıkça atfedilen soruların başında gelen ''Yazmak yetenek midir? Yeteneği olmayan insanlar da yazabilirler mi?'' diye sorulan , takdir edersiniz ki buna benzer sorular, yazmaya meyleden sizlerin de aklından geçmektedir.

Lafı dolandırmadan olduğu gibi cevaplamak isterim. Yazmak, yazmakla mümkündür.

Bazı insanların farklı alanlarda yetisinin ve becerisinin olması, o alan da profesyonel olmasını sağlamamaktadır. Bütün sanat dallarında olduğu gibi ''Yazarlık'' alanın da da belli başlı kurallar, kaideler, formüller vardır.

''Bizler aslında yazılmış bir kaderin içinden seçtiğimiz yaşanmışlıkların küçük ayrıntılarını yazıyoruz...'' Öykü, Roman, Tiyatro ve Sinemagrofik eserlerin ve hatta bazen masalların temellerini oluşturan kurallar aynı yerden doğar. Bu kuralların temellerini oluşturan ve olay örgülerini başlatan merkez ''Kurgu'' dur.

Yaşadığımız bu gün'ü ya da dün'ü geriye doğru sarıp izlediğimizde, küçük küçük karelerden, anlardan ve bazen büyük sıçramalardan ibaret olduğunu fark edeceksiniz. Eserler, bu büyük sıçramalardan ziyade, küçük ayrıntıların tezahürleri ile doludur. Bu zaviyeden bakıldığında, büyük sıçramalara vesile olan asıl mantık, küçük ayrıntıların tam da kensidir.

Zaman, mekan, karakter üçgeni içinde oluşturulan kurguda anlatılmak istenilen olayların hangi bağlamda anlatılması gerektiği, o herkesin iddia edeceği ''yeteneğin'' dışında bir eğitim disiplini ile öğrenilebilecek bir tekniktir. Zamanın akışını sağlayacak olayların karakterler üzerinde ki etkisi, ancak mekanların gerçekçiliği ile okuyucuyu eserin içine çekmeye yardımcı olacaktır. Bu ise betimlemeden tasnife, benzetmeden tasfire ve bazen tasniften hicve, hicivden diyaloğa kadar uzanan ve hepsinin kendi içinde derinliği olan önemli hususlar ve konular bütünüdür.

Burada yazıp yayınlamayı düşündüğümüz eserler yaklaşık bir saate sığdırılmış ve hiç bir şekilde ön hazırlık ve geriye dönüp düzenleme yapılmamış eserler olacaktır. Konu her zaman serbesttir, fakat ''kurgu'' başlığı altında konunun ''hikaye'ye'' kayması, henüz acemisi olduğumuz karakter tasfiri ve benzetme sanatının ve bunların birleşimi olarak ''ritmin'' ve üslübun yerleşmesi ve temellerinin bu düzlem içerisinde belli bir çizgiye oturmasıdır. Bu çizginin başladığı yere şahitlik etmeniz, bizim için son derece önemlidir çünkü bu çizgi devam ettikçe yazım sürecinde ne kadar yol kat edildiğini hep birlikte gözlemlemiş olacağız.

Yazma konusunda nereden başlayacağını henüz bilemeyen, internette binlerce ''yazarlık eğitimi'' veren kurumların (bana göre, bir çoğunun) zaman ve para kaybı olduğu bir ortam da, böyle bir ''yazarlık etkinliğini'' sizlerle birlikte yapmak, sizlerin bu sürece tanıklık etmesini sağlamak, benim ve sevgili @spesifikay için büyük bir mutluluk olmuştur.

Eğitimin konularını ''duyuru'' başlığı altında paylaşmaya devam edeceğim. Bir aylık serbest yazım sürecinin sonunda, ikinci ay'ın konusu ''Karakter Betimlemeleri'' olarak devam edecektir.

Lütfen sizler de ''serbest yazım'' denemelerinizi bizimle paylaşınız. Yazacağınız denemeler sonrasında yapacağımız yorum ve eleştiriler, sizleri yönlendirmek hususunda ışık tutacaktır.

Bu dünyada bırakacağınız en büyük miras, yazılı bir kaynak olarak ; duygularınız, hisleriniz ve gözlemleriniz olacaktır.

Sevgi ve saygılarımla.
 
Son düzenleme:

AsyA

Forum Kalemi
Öylesine...
Katılım
1 May 2020
Mesajlar
14,433
Çözümler
1
Tepkime puanı
38,484
Puanları
113
Eğitimin konularını ''duyuru'' başlığı altında paylaşmaya devam edeceğim. Bir aylık serbest yazım sürecinin sonunda, ikinci ay'ın konusu ''Karakter Betimlemeleri'' olarak devam edecektir.
Sayın hocam sınav takvimi cok yoğun. Ilerleyen dönemlerde katılım mutlaka olur. Şimdi yazan olmazsa ilgisiz kaldığımız dusunulmesin. Konuya yine geleceğim :)
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
22.07.2022
Ayhan Yalçın


Rüzgar, hava karardıktan sonra yerini şiddetli bir fırtınaya bırakmıştı. Önüne gelen her şeyi savuran fırtınanın şiddeti, kaldırım kenarlarında caddeye bir şemsiye gibi uzanan büyük çınar ağaçlarının dallarını çatırdatmasından anlaşılıyordu.

Yerden kalkan beyaz bir poşet, içine dolan rüzgarla havalanıyor, bazen binaların duvarlarına, pencerelerine ve bazen ağaç dallarına çarparak yalpalanıyor, sürekli yönünü değiştirerek oradan oraya savrulmaya devam ediyordu.

Cadde boyunca uzanan dükkanların önlerinde ki sergiler de, birden başlayan şiddetli fırtınadan nasibi almışlar ve esnaf sağa sola saçılan eşyalarını toplamaya başlamıştı. Tekerlekli bir cips tezgahı, büyük bir marketin önünden yola doğru savrularak düşmüş, rengarenk cips poşetleri etrafa savrulmuştu. Üstü açık, kafes gibi bir sandığa konulmuş penyeler, çoraplar, atkılar, eldivenler kaldırımın dibine devrilmiş, sağa sola savrulmakta olan eşyaları toplama ve bir an önce dükkana taşımaya çalışıyorlardı.

Uzunca bir tabela, binaların cephesinden büyük bir gürültü ile kopmuş, bir süre ağaç dallarına çarparak birkaç metre savrulmuş ve caddenin tam ortasındaki yürüyüş yoluna boylu boyunca düşmüştü.

Çığlıklar, bağırtılar ,birden bire gelen ve sonra kesilir gibi olup tekrar aynı şiddetle bütün eşyanın üzerinden, arasından, sağından, solundan geçen şiddetli fırtına ile alçalıp, yükseliyordu.

Adımlarını hızlandırarak yürümeye başlamıştı. Az önce yürüyüş yoluna düşen tabelanın tam yanından geçerek otobüs durağına ulaştı. Durakta bulunan yolcular korku ve tedirginlik içinde yukarıya, binaların, ağaçların tepesine ve etrafa bakıyorlardı. Her an, her yerden bir şeyler koparak büyük bir gürültü ile sağa sola savruluyordu. Durağın arkasında bulunan Halil Reis’in dükkanına baktı, kapalıydı. Geri dönerek sahil yoluna doğru yürümeye başladı.

Bu kah alçalıp, kah yükselen şiddetli fırtınaya karşı yürümenin zorluğu karşısında bir an, bir binanın köşesine saklanmaya karar vermişti ki, bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Geç kalmış olabilirdi. Bir an önce iskelede ki tekneleri kontrol etmeliydi. Yerden kalkan etrafa savrulan tozlar gözlerine doluyor, göz kapaklarını kısarak kolunu gözlerine siper ederek yürümeye çalışıyordu. Göğsüne baskı yapan rüzgar kendini geri doğru ittikçe ayaklarını iki yana açarak bir müddet direniyor ve yürümeye devam ediyordu.

Caddeyi geride bırakmış sahil yoluna girmişti. Tam bu sırada Fırtınanın şiddeti azalır gibi oldu. Yollara ve kaldırımlara savrulmuş, kırılıp kopan ağaç dalları ve etrafa dağılmış ve sürekli yer değiştiren plastik şişeler, poşetler görünmekteydi. Denizin yosun kokan kokusu buraya kadar geliyordu. Dalga seslerinin şiddetini duyabiliyordu. Sağ elini düğmeleri ilikli ceketinin iç cebine sokmaya çalıştı, nihayet ceketinin üst düğmesini açarak elini ceketinin iç cebine soktu ve telefonunu çıkarıp ekranına baktı. Saat henüz akşam dokuzdu. Bu saatte dönmüş olmaları gerekirdi. ‘’Şayet dönmedilerse’’ diye geçirdi içinden. Tarifi mümkün olmayan bir korku kalbinden derinlere doğru ince bir sızı şeklide kayarak kayboldu. Aklına gelen bütün olumsuzlukları bertaraf etmek için farklı şeyler düşünmeye çalışsa da, bunun üstesinden bir türlü gelemedi. Bunu sağlayan en büyük sebep, şiddeti gittikçe artan ve yaklaştıkça çoğalan denizin kıyıya vuran dalgalarının sesiydi?

Hangi tekne, hangi kayık dayanabilirdi buna? Olduğu yere demir atsa bile dalgalar bir girdap gibi o an, orada tekneyi alabora yaparak içine çekebilir ve birden bire parçalara ayırarak dağıtabilirdi. Dalgalara karşı motoru çalıştırsa bile bir müddet mücadele edebilir, fakat sonunda gittikçe alçalan dalganın dibinden yükseğe doğru tırmanması mümkün olmayacağından sonuç felaket olabilirdi.

Denizlerin bu gibi durumlarda huyunu bilirdi. Ona aşık olan, onu seven ve onsuz yapamayan kim olursa olsun affetmez, merhamet göstermezdi. O an ondan uzak, epey uzak durulması gerektiği aşikardı. Onu kendi haline bırakmak, bütün içindekileri büyük bir serbestlik ve özgürlükle kıyıya vurmasını sağlamak gerekirdi. Dışardan içine atılan ne varsa, içine atılanları yine dışarı kusmak denizin en doğal hakkıydı. O da tıpkı bizler gibi, dışardan gelen bütün olumsuzluklara son derece sabır gösteren, içine atılan her şeye direnen, üzerine dökülenlere itiraz etmeyen ve nihayet tüm bunları dışarı, kıyılarına, sahillerine, kumsallarına vurmak için bağıran, haykıran, kusan bir şeydi. Ve şimdi her şeyi kusuyordu. Üzerinde bulunan hiçbir şeye tahammül edemeyerek, içine attığımız ya da üzerine döktüğümüz her ne varsa dışarıya atmak için büyük bir çaba ve çok büyük bir iç çekişle kıyıları dövüyordu.

Fırtına şiddetini azaltmıştı. İskeleye ulaştığında Halil Ris’in takasının iskele olmadığını fark edince şiddetle iskele dubalarına tekme savurup denizin köpükleşerek kıyıya vurduğu dalgalara bakıp küfretmeye başladı.

Kendi teknesinin halatını bularak iki eliyle asılıp kendine doğru çekmeye çalışıyordu. İskele betonuna çarpan dalgalar havaya saçılıyor ve tuzlu su bir yağmur gibi üzerine yağıyordu. Deniz dalgasının akışına kapılan tekne kendini geri doğru çekiyor ve dalganın şiddeti azalınca tekrar iskeleye doğru yanaşıyordu. Daha büyük bir dalganın kıyıya doğru yaklaşmasını bekliyordu ve nihayet büyük bir dalganın üstünden aşıp boşluğa düşen teknenin halatına asıldı ve kıyıya çekmeyi başardı.

Motorlu, küçük bir kamarası olan balıkçı teknesiydi bu. Halatı yerinden açarak kayığın burun kısmından iki koluyla asılıp kendini içeri attı. Kayık bir sonraki dalganın şiddetiyle önce ileri, sonra sağa sola yalpalanarak geri doğru savruldu. Sürekli sağa sola savrulan kayığın kamarasının kapısına güç bela uzandı ve kapının kolunu açarak içeri girdi. Ayağa kalkamıyordu. Deniz karanlık, oldukça karanlıktı. Bir tek birbirini takip eden milyonlarca dalganın ucunda beliren beyaz köpükler birbiri üzerine binerek çoğalıyor ve kıyıya doğru akın ediyordu. Teknenin üzerinde ayakta durmak imkansızdı. Dizlerinin üzerinde tıpkı bir çocuk gibi yavaş yavaş emekleyerek kamaraya gitmeye çalışıyordu.

Her şey sağlam ve yerinde görünüyordu. Bir tek Salih Reis’le , onun ilk göz ağrı takası olan Ecrin nin inşaatında çekildikleri fotoğraf yerinden çıkarak yere düşmüş ve çerçevesi kırılarak etrafa savrulmuştu. Salih Reis kısa boylu şişman ve gür saçlı bir adamdı. Marangoz çırağı iken sol işaret parmağını daire testereye kaptırmış ve koparmıştı. Bu hikayeyi sık sık anlatırdı. Ustası onu hastaneye götürdüğünde, dükkanda bulunan diğer çıraklar kopan parmağı alarak dışarı çıkmışlar, parmağı beyaz bir mendile sararak gömmüşler ve aralarında cemaat yaparak parmağın cenaze namazını kılmışlar. Doktor kopan parmağı sorduğunda Salih Reis’in ustası acele ile dükkana geri döndüğünde karşılaştığı bu manzara karşısında önce bağırıp çağırsa da, parmağı gömülü olan topraktan çıkararak aracına atlamış ve hastaneye gidene kadar kahkahalarına engel olamamıştı. Böyle anlatırdı Salih Reis. Yerine dikilen parmak bir türlü tutmamış ve Salih Reis bu duruma uzun bir süre alışamamış.

Yerdeki resme elini uzatıp parmaklarının ucuyla yakalayıp, yerde sürükleyerek kendine çekmişti. Uzun uzun bakmış ve ardından ‘’neredesin, ah Reis, neredesin’’ diye söylenerek yumruğunu sıkıp ahşap zemine vurmuştu. Büyük bir gayretle dümene doğru uzanıp teknenin motor düğmelerini çalıştırdı. Dalgalar arasında serbestçe savrulan Tekne motorların kükrer gibi çalışmasıyla toparlanmış ve dengesini sağlamıştı. İki eliyle dümenden sıkıca tutup, dışardaki projeksiyon ışıklarını yakarak denizin hırçın, köpüklü dalgalarının arasına doğru tam gaz ilerlemeye başladı. Öyle ki alçalıp yükselen dalgaların arasında kaybolan tekne suyun altında mı, yoksa üstünde mi gidiyordu belli değildi.



Babasını çok erken yaşta yitirmesinden sonra, marangoz olan Salih Reis’in yanına girmiş ve yıllarca onun yanında çalışmıştı. Salih Reis’in tek tutkusu denizdi. Bu yüzden yıllarca çalışıp biriktirdiği para ile kendine çok güzel bir tekne yapmış adını Ecrin koymuştu. İskelenin en güzel teknesi olan Ecrin, görenlerin başını çevirip tekrar baktığı ve etrafında ki hiçbir tekneye benzemeyen bir tekneydi. Burun kısmında el yazısı ile ki bu el yazısını hattat Arif Paşa yazmıştı, Gümüş bir mürekkeple Ecrin yazıyordu. Kamarasında büyük bir nazar boncuğu işlemesi, çok uzaklardan bakıla dahi fark edilebiliyordu. Parlak beyaz gövdesindeki tahtaların işlemelerinde, lale, gül, sarmaşık motifleri vardı ve bunlar boya ile değil, bizzat ahşap oymacılığı ile kazınmış nadide desenlerdi. Alt alta çizilen ekseriya çiçekli motifleri tamlayan kalp, terazi ve anka kuşu da resmedilmişti. Teknenin gövdesinden aşağı doğru uzanan ve kızıl dallarının denizle birleştiği o ağaç, Tuba ağacıydı.

Burun kısmında, bütün iki tarafa da genişçe yayılan bir lale motifi vardı ki, uzaktan bakıldığında tüm bu el işçiliğinin usta ellerden çıktığı belli oluyordu. Tıpkı, masallardan çıkarak denizlere düşen ve kendini bu diyarlara savuran gizemli bir tekneydi. Tılsımlı olduğunu söyleyenler vardı. Salih Reis bu tekne ile çevrede hiçbir teknenin gidemeyeceği sahillere, koylara, şehirlere, limanlara gitmişti. Ve geri dönüşünde sanki çok daha fazla güzelleşerek geri dönüyordu.

Şimdi bu tekne, gecenin bu saatinde Karadeniz’in kara ve köpüklü, hırçın sularında kaybolmuştu. Ve onu aramaya çıkan diğer bir teknenin uzaktan yanıp sönen ışığı dalgalar arasında kayboluyor ve biraz sonra tekrar ortaya çıkarak yine siyahlığın içinde cılız, titreyen bir ışık gibi aniden belirip, kayboluyordu.

Biraz sonra fırtına şiddetini artırmış ve büyük dalgalar kıyıları tekrar dövmeye başlamıştı. Sabaha doğru kesilen fırtına şehirde ki bir çok binanın çatılarını uçurmuş, çatıları devirmişti. Sahilde bir jandarma minibüsü ve birkaç er kıyıya vuran tekne kalıntılarını tetkik ediyordu. Birkaç adım gerilerinde, ıslan kumsalın üzerinde şişmanca bir ceset üzerine ıslak bir battaniye atılmış bir şekilde boylu boyunca uzanıyor, cesedin hemen yanında yaşlıca bir ihtiyar nine dizlerini döverek sağa sola sallanarak ağıtlar yakıyordu.

Oy Karadeniz, aldın erimi

Ne ettin, sahipsiz bıraktın beni

Hangi ele anlatayım derdimi

Oy Karadeniz, karalara batasın, solmayasın, kurumayasın…

Biraz daha ilerde, kayaklıların bulunduğu kısımda parçalanmış bir teknenin parlak gövdesinde gümüş bir yazıya güneşin ilk ışıkları vuruyordu. Ecrin…
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
22.07.2022
spesifikay



Temmuz ayının ortalarıydı. Dışarıda kavurucu bir yaz havası vardı. Gecenin geç saatlerine kadar kitap okuduğum için yataktan henüz kalkmak istemiyordum. Sabah güneşi bütün ihtişamıyla odamın duvarlarını okşayarak yatağıma kadar girmesine rağmen sarı papatyalı pembe nevresimimi başımın üzerine çektiğimde annemin tiz sesiyle uykum yeniden bölündü ;

-Ilgııın, halanlar kahvaltıya gelecek ,hadi kızım artık kalkmalısın , pazardan patates alıp gelmen gerekiyor, diyordu.


Oturduğumuz mahallede haftanın üç günü pazar kuruluyordu. Evimizin arka odalarında ki pencerelerden dışarı doğru baktığımda manzaraya sokağın sonunda ki kurulu pazar, eşlik ediyordu. Ankara’nın Yenimahalle ilçesinde oturuyorduk. Gün geçtikçe büyük metropole dönüşen semtimizde pazar kültürü hala canlılığını korumaya devam ediyordu.


Halamlar Antalya Demre’den geliyorlardı. Demre; Antalya körfezinin batısında yer alan, denize sıfır diğer bir adıyla ‘Kale’ diye anılan yaklaşık yirmi beş bin nüfuslu şirin bir belde. Yerli ve yabancı insanların tatil olarak tercih ettiği harika bir il olan Antalya’nın bazı bahçelerinde buram buram mandalina kokusunun sokak kaldırımlarına kadar yayıldığını duyarsınız . Denizin berrak mavi tonlarının insanda terapi etkisi bıraktığı , ziyaretçisinin sık olduğu, kimisinin de içinden geçip gittiği bir cennet mekanı. Ülkemizin en çok sivri biber üretildiği yerler arasındadır ‘Demre sivrisi’ adını bu beldemizden alır. Üstelik meşhur turistlik özelliği ile tanınan bu ilçe geçmişin tarihi kalıntılarını da bünyesinde barındırdığı için oldukça önemli ve mutlaka gezilip görülmesi gereken bir yerdir.


Ellerimi uykusuz gözlerimi ovuşturmak üzere yukarı doğru kaldırdığımda göz torbalarımın şiştiğini farkettim.Üzerimden bir çırpıda attığım nevresim sol ayağıma dolanmıştı az kalsın yere yüz üstü kapaklanacaktım. Son anda sağ elimle yakaladığım karyola başından destek alarak dengemi sağlayabilmiştim. Eğilip ayağıma dolanan nevresimi yatağın üzerine bıraktıktan sonra , şifonyerin aynasından yüzüme baktım. Yanılmamıştım. Annem gözlerimi sık sık ovuşturmaktan ve aşırı sigara kullanmaktan dolayı - babam sigara kullandığımı hala bilmiyordu ve ben sigaranın kokusunu gizleyebilmek için bir dünya parayı parfüme ve diş macununa vermek zorunda kalıyordum - göz altlarımın torbalandığını iddia ediyordu.


Her gece uyumadan önce bir çay bardağı demlenmiş çayı gözlerime pansuman etmem için tazeliyor ve mutlaka uygulamam gerektiğini tenbihliyordu. Şifonyerin üzerinde ağzı ahşap kapakla kapatılmış gül desenli çay bardağını elime aldım. İlk çekmecede pamuk olması gerekiyordu. Çekmeceyi kendime doğru çekip açarak fondotenin hemen arkasında duran pamuğu sakince dışarı çıkardım. Pazara gitmeden önce sürmek için fondotenide şifonyerin üzerine yerleştirdim. Pamuğu geceden demlenmiş taze çaya batırarak yavaşça göz torbalarıma masaj uygularcasına sürmeye başladım. Bir kaç dakika bu işlemi yaptıktan sonra elimdekileri bulundukları yere aynı şekilde koyarak yatağımı toparlamak üzere pencere tarafına yöneldim.

Ilk önce sarı papatyalı nevresimimi odamın penceresinden çırpmak için tostoparlak bir şekilde kucakladım. Odanın havalanması için dik hizayla aralık bırakılmış penceresini çarşafı çırpabilecek şekilde açabilmek için tavana doğru doksan derece bakan kulpunu yönü sağ tarafa gelecek şekilde aşağı indirip kendime doğru çekerek pencereyi açtım. Serin bir rüzgar yüzümü okşadığında göz torbalarımı daha fazla hissettirdiği için içimden rüzgara hakaretler yağdırmaya başladım. Rüzgarla kavgam sona erdiğinde elimde ki torbalanmış çarşafı pencereden dışarıya sarkıtarak üç defa çırptım. Havaya uçuşan toz zerreleri az evvel kavgaya tutuştuğum rüzgarın etkisiyle gözlerime kaçmıştı. Nevresimi içeriye doğru aldıktan sonra yummak zorunda kaldığım gözlerimi ovuşturmamak için kendimi zor zaptediyordum.


Yatağımı düzenledikten sonra , pandalı pijamalarımı güzelce çıkarıp usulca kokladıktan sonra çamaşır sepetine atmaya karar verdim . Annem yüzümü yıkamadan pijamalarımı çıkarmamdan oldukça rahatsız olurdu. Ben odadan çıktıktan sonra tekrar odaya girmekten hoşlanmıyordum. Dizleri yırtık mavi kot pantolunumu bacağıma geçirdim, üzerine kahverengi baskılı sevimli sincap desenli siyah tşörtümü giydim.



Geçtiğimiz ay yirmibirinci yaş günümü geride bırakmama rağmen kalbimde ki çocuksu ruhun sağa sola koşuşturan tatlı telaşıyla hayvan figürlü eşyaları kullanmayı daha çok seviyordum. Nevresim konusunda annemi ikna edemediğim için anneciğimin tercihini benimsemiş ama odamın bütün duvarlarını hayvanat bahçesine çevirmiştim. Filomingo desenli defterlerimi her gördüğünde annem gülmekten kendini alamazdı ve mahallede ki dedikoducu teyzelere bu huyumdan dolayı evde kalacağımı söyleyip beni bir toplumsal baskı içerisine sokardı.

Sokağımızda ki bütün ağaç diplerine bir kap su ve bir kap kuru mama bırakıyordum. Evde pişirilen yemeklerin artıklarını da mutlaka hayvan dostlarıma götürüyordum. Bu yardımseverlikten rahatsız olup mahalle hayvanlarının sayısının artması kendisini korkutan bir kaç ihtiyar amcalar belediyeye şikayet etmiş, mahallemizin sokak hayvanları bir gün güpegündüz teker teker toplanıp barınaklara götürülmüştü. En azından düzenli bir hayatları olacağı için sevinsem de haberlere konu olan bazı barınaklarda yapılan işkenceler aklıma geldikçe şikayetçi amcalara içimden kızıyor , rüzgarla yaptığım kavgayı onlarla da yapıyordum .



Yaz mevsiminin en sıcak aylarından birindeydik ve odamda klima olmadığından sık sık terliyordum . Bu nedenle pijamalarımı günlük değiştirmem gerekiyordu. Kumral bir tene sahip olmama rağmen aşırı terliyordum öyle ki bazı sabahlar sırılsıklam olan yastığımı uyku halinde yere fırlatmış olarak buluyordum. Çarşafın üzerine yastığımı yerleştirmeden önce kılıfını çıkarıp pijamalarımı koyduğum kirli çamaşır sepetine attım. Sepet dolmak üzereydi , ‘pazara çıkmadan çamaşırları makineye koyup çalıştırsam fena olmayacak’ dedim kendi kendime. Sepeti elime alarak odamdan çıktım. Kapıda Valide Sultan ile göz göze geldik , elimde ki sepeti usulca yere bırakıp boynuna atladığım annemin yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Seri bir hareketle sepeti kaptığım gibi banyoya doğru yöneldiğimde arkamdan ;


- Deli kız nolacak, hala büyümedi , dediğini duymuştum.


Çamaşırları makineye yerleştirip deterjan bölmesine kıyafetlerim için uygun deterjan ve yumuşatıcıyı döküp başlat düğmesine dokundum. Makine bir tık sesiyle kendisini kilitlemeye aldı. Musluğun makineye bağlı çeşmesinden içine çektiği sular şeffaf cam kapaktan aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. Sonra elimi yüzümü güzelce yıkadım, aynada suretime baktığımda göz altı torbalarımın biraz daha azaldığını farkettim. Saçlarım omuz hizasındaydı ve kaküllerim vardı. Kaküllerimin hemen bitişiğinde yanaklarıma doğru uzanan saçlarımın bir kısmını fıstık yeşiline boyatmıştım.Sol kaşımda bir hilal dövmesi burnumun sol tarafında da yıldız desenli bir hızma vardı. Aslan figürlü diş fırçasıyla dişlerimi de fırçaladıktan sonra holdeki ayakkabılığın üzerine bırakılmış parayı aldım ve sol cebime koydum. Ayakkabılığın en üst rafındaki spor ayakkabımı kapı eşiğine koyduktan sonra kerata yardımıyla giydim. Merdiven basamaklarını ikişer ikişer atlayarak binanın çıkış kapısına vardım.



Sokağa çıktığımda bir kaç adım önümde Nebahat teyzenin kızı Selma yürüyordu. Nebahat teyzelerle aynı binada oturuyorduk. Onlar apartmanın dördüncü katında on numaralı dairede oturuyorlardı. Bizim evimiz ikinci katta 4 numaralı daireydi. Selma ilahıyat birinci sınıf öğrencisiydi. Çok mütedeyyin bir ailesi vardı . Annesi ve babası beş vakit namazında niyazında ağızlarından ‘Allah razı olsun ‘ cümlesi düşmeyen , geleneklerine aşırı bağlı muhafazakar bir aileydi. Selma da bu kültürün etkisinde kalmış giyimiyle kuşamıyla, oturması kalkmasıyla , konuşmasıyla mütevazi davranışları ve saygınlığıyla annemin kendisinden örnek almamı istediği mahallemizin cici kızlarındandı. Yaz kış fark etmeksizin giydiği uzun feraceler her zaman dikkatimi çekerdi. Yazın kavurucu sıcaklarında bile topuklarına kadar uzanan ferace üzerine taktığı rengarenk şallarla kendisine hem hayret eder hem de taviz vermeyen duruşuna gıpta ederdim. Adımlarımı serileştirdim ve sessizce kendisine hissetirmeden sol koluna giriverdim. Öyle bir irkilişi vardı ki gözleri yuvalarından çıkacakmışcasına bana baktı.



-Korkma Selmacım benim Ilgın , dedim kahkaha atarak .

-Allah hayrını versin yüreğime iniyordu , derken hafifçe gülümsüyordu.



O da benim gibi pazara gidiyormuş. Bu rastlantı beni ziyadesiyle memnun etmişti. Selma bağnaz bir kız değildi. Fikirlere saygı duyardı. İnsanları aşağılamaz ötekileştirmezdi. Taassup zihniyetine karşı çıkar bu uğurda mücadele ederdi. Kitap okumayı o da benim gibi çok severdi , bol bol kitap alışverişinde bulunur hatta çoğu zaman aramızda haftalık okuma yarışı düzenlerdik. Her defasında beni geçerdi. Çünkü ben arkadaşlarımla gezmekten kitabı son güne bırakır , bitirme pahasına gecenin ilerleyen saatlerine kadar uyanık kalsam da kitabı sabah saatlerinde anca bitirebilirdim. O ise düzenli okuma alışkanlığının kendisine verdiği avantajla süre dolmadan çoktan bitirmiş olurdu. Kitap bittikten sonra bir kütüphane de yada kafede kitap üzerine uzun uzun tahlil yapardık. Arkadaşlarım kendileriyle daha fazla zaman harcamama rağmen Selma ve benim bu hararetli kitap tahlillerimi çok kıskanırdı. Çünkü hiç biri benim gibi kitap okumayı sevmiyordu.



Çok ayrı kültürlere sahip olmamıza kimliklerimizin bambaşka olmasına rağmen Selma ile aramızda ki seviyeli dostluğu kıskanıyorlardı. İkimiz de birbirimize karşı çok saygın ve içten davranıyorduk. Ben arkadaş ortamında yaptığım laubali şakaları asla Selma’nın yanında dile getirmez hatta babamdan çekindiğim gibi onun yanında da sigara içmekten haya ederdim. Selma bunun idrakindeydi ve kendisine karşı takındığım bu davranış onun bana karşı daha sevecen davranmasına olanak sağlıyordu.

Pazarla apartmanımız arasında yaklaşık üç beş dakika ya var ya yoktu. Ağır adımlarla pazara doğru gidiyorduk . Evlerin balkon demirlerinde kimileri halılarını sarkıtmışken kimileri gökkuşağı renklerini taşıyan kılıflarıyla kışlık yün yorganlarını havalandırıyordu.Kaldırım kenarlarına park edilen araba direksiyonları, güneşten korunmak üzere örtülmüşlerdi. Sokağın sonuna kadar hiç konuşmadık. Bugün kurulan pazar oldukça küçüktü. Tezgahlar başından en sonu görülebilecek şekilde diziliydi. Üzerime kol saatimi ve cep telefonumu almadığımı farkettim. Selma ya saati sordum. Saat 10 a 10 vardı. Halamlar her an gelebilirlerdi. Karşıma çıkan ilk tezgahtan kızartmalık iri patates aldım. Selma da patates almaya gelmiş olmalı ki O da aynı tezgahtan patateslerini satın aldı. Selma’nın biraz daha pazar da kalması gerekiyordu ben sevgi ve muhabbetlerimi sunduktan sonra yanından ayrıldım.



Tam arkamı döndüğüm sırada poşet patateslerin ağırlığına dayanamayarak yırtıldı ve almış olduğum patatesler yuvarlanmaya başladı. Ağzımdan çıkan ‘hay aksi , kahretsin’ kelimeleri biraz fazla sesli olacak ki etrafımda ki bütün gözlerin üzerime çevrildiğini farkettim. Neyse ki patatesler kızartmalık olduğu için oldukça iriceydi ve sağa sola dağılan patatesler yalnızca bir elin parmakları kadardı. Arkamdan elinde üç patatesle beliren Selma’yı görünce bu defa irkilme sırası bana geçmişti. Birden çok korkmuştum. Patateslerden biri topuğuna çarpınca eğilip eline almış ve arkasına doğru baktığında yırtılan poşetin bana ait olduğunu görmüş. Hoş bana ait olmasa bile Selma yardıma muhtaç kişilere seve seve yardım edecek bir hüviyete sahipti. Kollarımı her iki yana ayırarak pazarın ortasında Selma’ya kocaman sarıldım ve öptüm. Utancından yanakları al al olmuştu.



Selma’nın evinden tedarikli çıktığı elinde ki poşetlerden belli oluyordu. Birlikte daha sağlamca bir poşete etrafa saçılan patatesleri yerleştirdik. Kendisine beni bu güç durumdan kurtardığı için ne kadar teşekkür etsem azdı. Selma her zaman ki samimiyetiyle ; ‘Estağfurullah lafı bile olmaz’ diyordu. Ters istikametlere doğru yeniden yol aldık.





Hızlı adımlarla eve doğru gidiyordum. Başıma gelen kazanın tesiriyle sıkıca kavradığım poşete sık sık göz atıyor Selma’nın al al olan yanakları hatırıma geldikçe kendimi gülmekten alıkoyamıyordum. Apartmanın giriş kapısına varmak üzereyken arkamdan ciyaklayan korna sesiyle bir kez daha irkildim. Ama bu sefer hemen dibimde çınlayan ani korna sesi beni korkutmuş poşetin bir kez daha elimden kayıp düşmesine ve patateslerin ikinci defa etrafa dağılmasına sebep olmuştu. ‘Kim bu münasebetsiz’ diye arkamı döndüğümde halamın oğlu Hakan direksiyon koltuğundan sinsice kıs kıs gülüyordu.



Arabanın yarıya kadar aşağı inmiş camından elimi içeriye doğru uzatıp kavradığım kepçe kulağını kendime doğru çekiştirirken ;



- Hoşgeldiniz efendim, hadi bakalım aşağı inip etrafa saçılan patatesleri topla bakalım , marş marş , dedim.


İrice bir patates yokuş aşağı durmaksızın yuvarlanıyordu. Park ettiği araçtan inen Hakan patatese doğru koşmaya başladı. Sokağın sonuna kadar yuvarlanan patates pazardaki işlerini yeni bitirip evine dönmek için kaldırımda dalgın dalgın yürüyen, kavuniçi feraceli lacivert eşarplı Selma’nın ayağına çarparak durmuştu.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Onu o halde görmek istemezdiniz. Güzel yüzü kanlar içindeydi. Düştüğü beton zeminde, başının hemen kenarında saçlarının içine karıştığı, göllenen kanın kenarları daha koyuydu.

Yüzünde acı bir ihtihza, sanki orada, insanın içine burukluk veren bu manzara karşısında bakan herkesi tenkit eder gibiydi. Kumral teni daha çok beyazlaşmıştı. Etrafına toplanan kalabalık ve pencereden sarkan arkadaşları şaşkınlığın, korkunun, hayret ve hayal kırıklığının etkisiyle bağırıyor, ağlıyor, çığlık atıyor ve gördüklerine inanmak istemeyerek ağızlarını, gözlerini kapatıp tekrar tekrar karşılarındaki bu cansız, kanlar içinde yatan bedene bakıp tüm bunların gerçek mi, hayal mi olduğu hususunda bir türlü emin olamıyorlardı.

Yetiştirme yurtlarının sahipsiz çocukları için umut, her şeydir. Onlar, kaderin kalplerine derin çizgilerle yavaş yavaş, fakat yakarak oyduğu acılara direnerek tutunmaya çalışanlardır. Sahipsizlik, savunmasızlık ve terk edilmişliktir. Kimsesizlik; büyük, derin ve dibi olmayan, içi büyük bir kaktüsün dikenleri ile dolu olan bir kuyudur. Bu yüzden dışardan sağlam gibi görünen küçük kalpleri delik deşik, yaralar içindedir. Merhamet duygusunu en iyi onlar bilirler. Özlemini ve hasretini çektikleri duyguları yaşatmak onlar için yaşamak kadar kıymetlidir.

Yaşamayı arzuladıkları fakat çoğu kez ismini dahi koyamadıkları bu duygu, onlara çok uzaklardan miras kalmıştır. Geçmişten. Şimdilerde bir rüya gibi addedilen fakat zamanın belki de hiç yaşanılmayacak tarafında büyük bir miras olarak kalan, geçmişten…

Şimdi, bulundukları yerden bakıldığında, sisli fakat görünmesi imkansız özlemi, o kokuyu, o sıcaklığı tekrar yaşamak için nelerini vermezlerdi ki. Çok şeylerini verdiler ve çok şeylerini yitirdiler. Yitirdikçe ezildiler, ezildikçe yitirmeye devam ettiler. Onlar için bu hayat, acıların, terk edilmişliğin, ötekileştirilmenin, itilmişliğin kendisinden başka nedir ki?

Şefkat bekledikleri gönüllerin kirli çamurları arasında boğazlarına kadar ıstıraba gömüldüler. Yetmedi, bu şehrin pis gecelerine karışan acı çığlıkları, bir sifonun çıkardığı ses kadar yer etmedi. Belki bir parça sevginin mutlu edeceğini düşünerek körü körüne bağlandıkları sahte sevgililerin şiddetine, gazabına uğradılar. Bir zamanlar şefkatli parmakların gezindiği bu güzel saçlar, insafını ve vicdanını nefsine teslim etmiş o pis eller tarafından çekilerek sürüklendi.

Yurdun kadın müdürü merdivenleri telaşla indi ve kalabalığa doğru koşarken ‘’açılın, açılın’’ diye bağırarak yerde yatan cansız bedenin baş ucuna dizleri üzerine çöktü ve ‘’ne yaptın yavrum’’ dedi, parmaklarını yerde yatan ölünün saçlarına götürdü. Yüzündeki korkuyu, acıyı, şaşkınlığı görebiliyordum.

Arkasından diğer eğitimciler, hademeler, yöneticiler akın ettiler…

İşte, herkes buradaydı. Yıllarca birlikte olduğu arkadaşları buradaydı. Şimdi bizlere her şeyini anlatabilirdi, şimdi dilediği her şeyi bizlere özgürce, korkmadan, çekinmeden ve utanmadan anlatabilirdi... Eğilip alnından öptüm. Hiç kimseler görmedi.

Yattığı yerden doğrularak ayağa kalktı. Hiç kimseler görmedi. Üstünü silkeledi ve gömleğini düzeltti, hiç kimseler görmedi. Elinde küçük, beyaz bir patik vardı, hiç kimseler görmedi. Sağ elini kanayan başına götürdü ve parmakları kan içinde kaldı. Hiç kimse görmedi.

Ve sonra orada bulunan, cesedinin başında toplanan kalabalığa doğru ; ‘’İşte öldüm, öldüm, oldu mu, mutlu musunuz’’ diye bağırdı, fakat hiç kimseler duymadı. Ve tam devam edecekken küçük ellerinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Dudağının iki kenarından aşağı doğru inen ince bir çizgi seğiriyor, çenesi titriyordu. Hiç kimse görmedi. Ve devam etti:

Kollarını açıp kalabalığa doğru eğilerek ; ‘’işte öldüm, öldüm oldu mu, mutlu oldunuz mu, ne güzel ağlıyorsunuz, sızlanıyorsunuz, hepiniz bana düşmandınız, iftira attınız, yalan söylediniz…’’

Son cümle boğazında düğümlenmiş birkaç kez derin derin öksürdükten sonra , cansız bedenine dokunan bayan müdüre bakarak yüzünü ekşitmiş ve ; ‘’dokunma bana, dokunma, çek o pis ellerini üzerimden’’ diye haykırmışı. Bağırırken boğazının damarları şişiyor, yüzü kızarıyordu. Nefreti, öfkesi ve kini yüzünden, sesinden, hareketlerinden ve mimiklerinden belli olurdu. İrkilir gibi birden geri çekilip devam etti;

‘’Benim gibi kaç genç kızı daha bataklığa attın sen. Çek o pis ellerini üzerimden. O alçak oğlunun yaptığı her şeye sen sebep oldun, göz yumdun, bizi, bizleri sattın. Mevkin için, makamın için, hepimize önce annemiz gibi davrandın, sonra hepimizi perişan ettin. Koca koca adamların koynuna soktun. Maddeye alıştırdın, korkuttun, aç bıraktın, tehdit ettin.’’

Ellerini yüzüne kapatarak bir müddet sustu ve cansız bedeninin ayak ucunda başını ellerinin arasına alıp cansız bedenine bakan, kendilerinden bir hayli büyük esmer kadına doğru yürüyerek tükürdü ve ; ‘’kalk, kalk bedenimin başımdan rezil. Beni ilişkiye zorlayarak görüntülerimi çektirip şantaj yapan pis adi. Beni tanımadığım insanlarla ilişkiye mecbur eden rezil kadın, kalk başımdan, dokunma temiz bedenime.’’

Yerde yatan cesedin başında dizlerini kırarak yere oturan ve eliyle boynundaki nabzını yoklayan orta yaşlı bir adam ‘’ah yavrum, neden kıydın kendine’’ diyerek inliyordu. Ve sonra ayağa kalkıp ellerini birbirine vurarak ‘’ölmüş, ah güzel yavrum ölmüş’’ diye iç çekiyordu.

‘’yalancı’’ diye bağırdı. ‘’yalancı, yavrum öyle mi, sen nasıl bana yavrum dersin, anneciğimin sözlerini nasıl ağzına alarak bana seslenirsin?’’

Ayağa kalkan orta yaşlı adamın karşısına dikilerek ‘’sen değil miydin he, sen değil miydin bu yurda ilk geldiğim senelerde beni köşelere sıkıştırıp oramı buramı elleyen, alçak. Sen değil miydin gecenin bir vakti odalarımıza girip, dolaplarımızı karıştırarak iç çamaşırlarımızı alıp çıkan ve lekeli bir şekilde geri getiren, utanmaz, hain’’ orta yaşlı adam, bu haykırışların, iç çekerek, nefret ve kin dolu bu haykırışların hiç birini duymadı.

Ambulans etrafta acı bir çığlık gibi yankılanan sesiyle yurdun bahçesine girdi. Cansız bedeni ambulanstan indirdikleri kırmızı sedyenin üzerine alarak hızla uzaklaştı. Geride, gri beton zeminin üzerinde göllenen kırmızı sıcak bir kan ve beyaz pik patik kalmıştı.

Eğilip yerden beyaz patiği aldım. Henüz dört beş yaşlarında bir çocuğa örülmüş olmalıydı. Sadece bir taneydi, diğer çifti yoktu. Sağ ayağına ait olmalıydı. Avucumun içine alarak burnuma götürdüm ve kokladım.

Ambulansın arkasından ağlayan, sızlayan, dizlerini döven, bir köşeye çekilip hıçkıran insanlara son kez bakarak ‘’yalancılar’’ diye haykırmak istedim.

Biliyordum, duymayacaklardı.

23.07.2022 / Ayhan Yalçın
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
23.07.2022 / Ayhan Yalçın


Bir sevdanın peşinde tükendin de, bittin ey gönül

Kime bu isyanın, ahın

Sığındın da kurumuş, solmuş umutlarının gölgesine,

Yenildin, ezildin, bittin ey gönül.



Kalemi şiir’ini yazdığı kağıdın üzerine bırakarak ayağa kalktı. Pencereye doğru birkaç adım atıp tekrar sandalyesine oturdu. Kalemi eline aldı. O an da aklına gelen mısraları toparlamaya çalışıyordu. Kalemin ucu kağıdın üzerinde dokundu ve bir müddet öylece kaldı. Zihninde dönüp duran sözcükler bir araya geliyor, sonra koparak etrafa savruluyordu. Dalıp giden gözleri, etrafa savrulan ve sonra toplanan ve sonra tekrar daha uzağa savrulan cümlelerin hissettirdikleri ile dalgındı.

Sessiz, melodileri az duyulan bir müzik geliyordu kulağına, ritme kulak verdi. Hayır, bu değildi. Bu müzik, bu melodi olamazdı. Değiştirmek istedi, vaz geçti. Tekrar kalemi bırakıp yavaşça ayağa kalktı ve yazdığı mısraları uzaktan okudu.

Biten bir gönlün sevda peşinde tükendiğinden bahsediyordu. Tükenen bir gönlü yazmak istemiyordu. Daha çok tükenmeyen bir gönlü yazmak istiyordu. Masanın başından ayrılacakken kalemi eline alarak ilk paragrafın üzerini karalamayı düşündü. Bu yapacakken tuhaf bir şey hissetti. Daha önce hiç hissetmediği fakat şimdi hissettiği bir şey.

Kalemin ucu, paragrafın başındaki harflerin üzerine baskı yaparak düz bir çizgi şeklinde uzayıp giderken, harflerin ortasından kara bir leke gibi uzanarak ikiye bölen çizgiye kayıtsız kalamadı. Bir daha bu harflerin anlattığı cümlelere sahip olmayacağını, o an da tuhaf fakat manasını kendi iç aleminde bulabildiği duygularını bir daha bu harflerin bir araya gelerek şimdi, burada yazılanlar gibi bir daha yazmanın mümkün olmayacağını zannetti. Düz çizgi, mısranın yarısında durdu ve kalemi elinden atarak doğruldu.

Göz ucuyla kağıda baktı, çizgi yazılanları ortadan ikiye bölmüştü. Fakat okunabiliyordu. Harflerin arasındaki çizgileri silmek istedi, vazgeçti. Silgi harflere taşabilir ve sağını solunu silebilirdi. Birkaç adım geri çekilip öyle baktı. Uzaktan bakınca çizgi çektiği mısraların zor okunduğunu görünce içi burkuldu. Silmek, karalamak bir şeye yaramayacaktı. Bir iz, kendi elleriyle yazılmış duygularına çekilen ve orada öylece derin bıçak izi gibi duran iz’e bakıyordu.

Diğer mısrayı bu kelimelerle devam etmek istedi. Mümkün olabilir miydi? Aydı duyguları bir ayara getirip, aynı hislerle yazılabilir miydi? Denemek istedi. Tekrar sandalyesine oturarak;

‘’Bir sevdanın peşinde tükendin de, bittin ey gönül’’ diye yazdı. Hayır, bunu yazarken hiçbir şey hissetmedi. Gönlünde ne bir sevinç, ne bir hüzün, ne de bir tutku hissetti. Bir yerde yazılan herhangi bir yazıyı, hissiz, duygusuz ve alelade başka bir tarafa karalamaktı. İyileşeceğini zannettiği yarayı daha da derinleştirdi.

Tekrar masasından kalkarak pencereye doğru birkaç adım adım attı ve vazgeçerek kütüphaneye yöneldi. Aklı, üzerine çizgi çektiği mısralardaydı. Tükenen bir şeyden bahsetmek istemiyordu oysa. Yitip giden onca şeye bir başkasını daha ekleyip çoğaltmak istemiyordu. Bu düşünceler az önceki eyleminin ne kadar haklı olduğunu kendine hatırlatmış, derin bir nefes alarak tekrar masasına dönmüştü.

Kalemi eline alarak az önce kelimelerin üzerinde bulunan çizgiyi devam ettirmek için bastırdı. Kalemi parmaklarının arasında değil, avucunun içinde tutuyor ve bastırıyordu. Çizerken kalemin kağıdın üzerinde çıkardığı sesi dinledi. Birden avucunu açtı ve kalem yere düştü. Bu ses, yazılan kelimelerden mi çıkıyordu. Kalemi tekrar avucuna alarak tekrar, yavaş yavaş bir çizgide devam ettirirken kulağını kağıda doğru yaklaştırarak dinledi. Kalemin kağıt üzerinde sürtünmesinden ortaya çıkan bu sesin tınısında yalvarış, yakarış, ağıt gibi şeyler duydu. Emin olmak için kalemi daha fazla bastırarak çizmeye devam etti. Kulağını kağıda daha çok yaklaştırdı. Gözleri yerdeki halının desenlerini izlerken kulağı kalemin çıkardığı sesteydi. Mısralar üzerinde sağa doğru uzayıp giden kalemin ucu kağıttan çıkarak masanın sert zeminine dokununca başını kaldırmadan kolunu biraz aşağı indirip ikinci mısranın üzerinde kalemi bastırarak sürüklemeye başladı.

İkinci mısrada neler yazdığını hatırlamaya çalıştı. Hatırlayamadı. Fakat bu mısralar üzerinde kağıdı yırtacak kadar derin bir baskıyla ileri doğru akan çizgi, daha tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Avuçlarının içindeki kalemi daha fazla sıkarak bastırdı ve yavaş yavaş mısralar üzerinde çizmeye devam etti. Sesi dinledi, dinledi , dinledi.

Kağıdın üzerinden çıkıp masanın sert zeminine dokunan kalemi kolunu dirseğinden kırıp yukarı kaldırarak biraz daha aşağı indirdi ve diğer mısraların üzerine baskı yaparak çizmeye devam etti. Çizgi ilerledikçe dişlerini sıkıyor, alnından boncuk boncuk terler boşalıyordu. Boşta kalan elinin tersiyle alnındaki teri sildi. Avucundaki kalemi daha fazla ileriye taşımak istemiyordu. Çizginin tiz sesi daha fazla içine işliyor, bu ses sanki içinde ne varsa ortadan ikiye bölerek derinlere akmaya, sızlatmaya devam ediyordu.

Başını yavaş yavaş kaldırdı. Avucunun içinde sımsıkı tutarak kağıda bastırdığı kalemin ucu ‘’ solmuş umutlarının gölgesine’’ yazan mısraların üzerindeydi. Yukardaki mısraların hepsi ortadan iki ayrılmıştı. Bazıları öyle ki, hiç okunmuyordu.

Birden içine bir ürperme geldi. Avuçlarını açtı ve kalem çizilmiş satırların üzerine düştü. Birkaç kez kağıt üzerinde yuvarlandı ve çizilmiş mısraların üzerinde tekrar durdu. Masadan kalkıp, üstü çizilmiş ve siyah bir çizgi ile ortadan ikiye ayrılmış mısralarına, duygularına baktı. Kalemin mısralar üzerinde ki sesini hatırlamaya çalıştı.

‘’Fakat ben, sadece bana umut verecek şeyler yazmak istedim’’ dedi.

Karşısında bulunan kitaplığın rafları önünde durdu. Hikaye kitapları, romanlar ile dolu raflardan birine elini uzattı ve parmaklarının dokunduğu ilk kitabı çekti.

Stefan Zweig / Bir Çöküşün Öyküsü , Kitabı şiir’ini yazmaya çalıştığı kağıdın yanına koyduğunda gözlerine karalanmamış mısralar takıldı.

‘’ Yenildin, ezildin, bittin ey gönül.’’
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
23.07.2022
spesifikay


Esnaf Lokantası otobüs durağının tam karşısındaydı. Durağın hemen ardı sıra Sosyal Bilimler Fakültesi’nin kampüs alanı bulunuyordu. Oldukça işlek bir cadde üzerinde yer alan işletme dükkanı güneş henüz doğmazdan evvel kepenklerini kaldırıyor , insanlar derin uykuların kollarında tatlı hülyalar teneffüs ediyorken Mahir usta iş başı yapmaya hazırlanıyordu.



Babasından kalma bu meslek yaklaşık elli yıldır omuzları üzerinde idi. Orta sınıf bir aileyi zar zor geçindirecek şekilde ayakta kalmaya devam ediyordu. Ahirete irtihal etmiş Necmi efendi vasiyet etmiş Mahir ustanın fakülte okumasına izin vermemişti. Dükkan camlarına yansıyan fakültenin gölgesini her gördüğünde derin bir ‘ah’ çekerek okuyamadığı yılların acısını hüzünlü bir solukla boşluğa savururdu.



Dükkan önünden geçen komşu esnafın yemek yemese dahi çayını içmeden bırakmadıkları nezih bir ortamdı Mahir Usta’nın lokantası. Yaptığı yemeklerin hakkını veriyor adı gibi maharetini ortaya koyuyordu. Özellikle öğrencilerin vazgeçilmez menüsü tantuni kimsenin bütçesini sarsmayacak şekilde oldukça uygun fiyatıyla kapış kapış gidiyordu.



Küp küp doğradığı kemiksiz tavuk parçalarını kızgın yağa attığında kulakları okşayan cosss sesi işitenleri mest ediyor, ağızlarının iştah kabartan suyu o an akmaya başlıyordu. Lavaş ya da ekmek dürümlerinin tantuni yağına bolca bulanmasını isteyenlerin sayısı oldukça fazla olurdu. Soğandan rahatsız olan müşteriler için köri sosu tatmaları tavsiye edilirdi. Katık olarak memleketinden getirdiği yoğurttan yapılan yayık ayran ve jalapene biber turşusu menünün olmazsa olmazıydı . Çaylar ise ispirto ocağında közlenmiş mangal kömürü üzerine konularak pişirilen bakır çaydanlıklarda demlenirdi. Közün verdiği lezzeti evlerde tadamayanlar akşam evlerine döndüklerinde hanımlarına ballandıra ballandıra anlatır , önlerine gelen çaya burun kıvırarak kasten tatlı münakaşaya sebebiyet verirlerdi. Ayrıca mahallede ne kadar kedi köpek varsa nasiplenmek için Ustanın yerinin etrafında konuşlanmıştı.



Dükkanın metrekaresi oldukça küçüktü. İçeriye yalnızca üç masa sığıyordu ilaveten üç masayı da dışarıya kuruyorlardı. Sandalye yerine hasır örmeli tabure kullanıyordu Mahir Usta. Sandalyeye oranla daha az yer kaplıyordu. Gecenin zifiri karanlığına değin dükkan açık kalıyordu. Kapanış saatinde dışarıya çıkarılan masalar ters çevrilip içerideki masaların üzerine konuyordu. Gündüze oranla ikindiden sonra artan müşteri sayısı çoğu kez yerini paket servise bırakıyordu. Öğrenciler ise aldıkları dürüm tantunileri okulun kampüsünde bankların üzerinde yiyorlardı.



Duvarlarda çerçevesi ahşap oymalı gövdesi keçi tüyünden yapılmış deri üzerine arapça harflerle yazılmış ayet ve dualardan oluşan bir kaç tablo asılıydı. Muhtemelen bir tanesinde Ayetel Kürsi, diğerinde ise Esmaül Hüsna yazıyordu. Osmanlı hanedan kültüründen kalma bir gelenekti bu. Esnaf ve tüccarlar Ayetel kürsi vesikalarını mutlaka üzerlerinde taşır yahut dükkanlarının muhtelif yerlerine asarlardı.



Tezgahın hemen sağında yazar kasa vardı . Yazar kasanın tam çarpraz duvarını ise büyükçe bir yay ve ok süslüyordu. Tezgahın arkasında yalnızca bir kanepe sığacak kadar genişlikte oda vardı. Ramazan aylarında dükkan sahura kadar açık olduğundan Mahir Usta oğlu kendisine yardıma geldiğinde o kanepenin üzerinde uyuyor , ananesinden kalma üzerinde minare deseninin işlendiği , dokusu kaneviçe olan seccadesinde namazlarını eda ediyordu. Her gün sabah namazını kıldıktan ardından duasını ettikten sonra besmele ile işine koyulurdu. İşleri ne kadar yoğun olursa olsun ibadetini aksatmazdı. Cuma saatlerinde ise mutlaka dükkanı kilitler , cuma saati alışveriş yahut satış yapmayı helalden saymazdı. Öyle ki cuma saatinde hayvanlara bile yiyecek su vermezdi Mahir Usta. Görenler katıla katıla güler günlerce kendisiyle alay ederdi.


Etrafta ki komşularla yıllarca bu konuyu tartışmış olmasına rağmen Mahir ustayı ikna edebilmiş bir Allah’ın kulu çıkmamıştı. Hatta çoğu esnaf Ustaya ‘sen git namazını kıl mübarek, biz dükkana bakarız’ demesine rağmen tekliflerini kabul etmemişti. Meselenin namaz kılmaktan ibaret olmayıp o saatte alışveriş yapmamak gerektiği kimsenin bir türlü aklına yatmıyordu.


Bir Cuma sabahı namazını kılıp semaya kaldırdığı ellerini gözleriyle süzerken , gönlünden geçen arzuhalini titrek dudakları arasından yavaş yavaş dökmeye başladı. Hastalara şifa, borçlulara deva, yolda kalmışa bir çıkış yolu dilerken son nefesi verinceye dek iman üzere gidebilmeyi Rabbinden niyaz ediyordu. Duaya yardıma muhtaç bütün yüreklere, insanlara , insanlığa yakarışta bulunuyordu. Rahmetinden medet umarak af temennisinde bulunduğu cümleler ağzından çıktığında gözlerinden bir kaç sicim gözyaşları akıyordu. Oldukça içli dua ederdi Mahir usta. Yufka yüreği dayanamaz duygusallaşır bedenini ruhuna teslim ederdi.


Namazını bitirdikten sonra seccadesini güzelce katlayıp kanepenin tahta kolluğuna bıraktı. Kapı perfazına takılı askıdan önlüğünü beline bağladıktan sonra ‘Ya Bismillah’ diyerek masaları yerleştirmek için dış kapıyı açmaya yöneldi. Küçücük dükkanın bir sürü anahtarı vardı. El çabukluğuyla kilitleri birer birer açtı usta. Kilitler yılların örselediği bedenler gibi yağan yağmur sularından oldukça paslanmıştı. Anahtarı hazneye yerleştirmek epey bir uğraştırıyordu son zamanlarda. Elinden geldiğinde zeytinyağı ile kilitlerin göbeğini yağlıyor anahtarların haznede rahatça dönmesini sağlıyordu.


Masaları dışarıya kurduktan sonra gerekli malzemeleri -peçetelik , tuz biber ,kürdan, kesme şeker, kolonyalı mendil paketleri - itinayla taşıyıp yerleştirdi. Ortalık hala aydınlanmamıştı fakat dükkanın müdavim emektar kedisi Kestane efendi çoktan Mahir Usta’nın ayaklarına sürtünerek kur yapmaya başlamıştı.


Dünyada ki bütün canlılar rızıklarının peşinden koşarlar. İşlek caddedeki hayvanların rızkının çoğunu pamuk kalpli Mahir Usta karşılıyordu. ‘Çok yüz veriyorsun şu hayvanlara’ diyenlere karşı ‘Veren el alan elden üstündür’ der , kimse kimsenin rızkına tasallut edemez diye de eklerdi.


Dünya yeterince mal varlığına sahip olmasına rağmen gözü hala başkasının malında olan insanlarla doluydu. Eski zamanlarda ki gibi kimse birbirinden borç para alamadığından bankalara bulaşıyor, çektikleri krediler ikişer üçer katına çıkıyordu. Aldıkları üç kuruş maaşla boğazlarını zor doyuran zavallı halk yığınla borcun altında eziliyordu. Borç bataklığında boğulan , geçirdiği cinnet krizi yüzünden önce hanımını sonra çocuklarını en son da kendi canını hiçe sayarak katleden canilerle doluyordu. İnsanların yürekleri taşlardan daha katı kayalardan daha sert olup fütursuzca çoğalıyordu.


Mahir Usta kredi kartı ve pos cihazı kullanmayan yegane esnaftı. Üstelik kimseye borcu da yoktu. Bilakis esnafa destek olan tüccarların başında geliyordu. Verdiği borcu tehir ediyor kimi zaman da alamayacağına emin olunca karşılıksız hibe ediyordu. Kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmesi Mahir Usta’ya kalan en değerli ata mirasıydı. O da babası gibi bu şuurda yaşayan münferit biriydi. Parası olmayan öğrencilerin ücretsiz karnını doyurur, gurbetten okumaya gelen bir kaç gence burs imkanı sağlardı. Kim bilir koşulsuz yaptığı bu iyiliklerden dolayı müşterisi gün geçtikçe çoğalıyor , verdiği paranın çok daha fazlasını kazanıyordu. Bu kadar eli bol olmasına rağmen bir gün olsun dara düşmeyen Mahir Usta’ya etraftaki ahbapları hayret ediyordu. Gözleriyle sanki altın yumurtlarcasına çoğalan kazancına tanık olmalarına karşın yine de Usta’nın yolundan giden yoktu. Hatta sabahın kör vaktinde dükkan açmasına da şaşıp kalıyorlardı. Üstelik Mahir usta kendi işlerini hallettikten sonra civar esnaflara da yardım etmeyi ihmal etmiyordu. Ticaretin zorluğunu biliyor babadan kalma mekana gözü gibi sahip çıkarken ölümle sona erecek dünya için kimseyi zora sokmanın anlamı olmadığını düşünerek yaşıyordu.



Usta durumundan şikayetçi değildi. İnsanların garip bakışları arasında huylarını değiştirmeden geçinip gitmeye devam ediyordu.


Kestane efendinin çelik mama tabağını ciğerle doldurup dükkan kapısının eşiğine bıraktığında ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya, sokak lambaları gözlerini sonsuzluğa doğru kapatan insan yığınlarını andırırcasına teker teker sönmeye başlamıştı.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
23.07.2022
spesifikay



İki haftadır çocuğunu görmüyordu. Bağrı yanık anne boş gözlerle etrafı seyrederken , insanlarla iletişim kuramıyordu. Kurmak istemiyordu. Herhangi bir diyalog halindeyken ansızın bir noktaya kilitlenen gözleriyle çevresine karşı sağırlaştığında kimse ne hissettiğini bilmiyor, anlayamıyordu.



Bazı duyguların tarifi yoktur. Özlem sancılı bir acıya dönüşüp bazen yüreğin en derinine gizlenir. Hayatın olağan seyrini bozmak için pusuda bekler. Duygu durum bozukluğuna sebebiyet verir. Unutturur, yanıltır. Plansızca ortaya çıkarak her şeyi alt üst edebilir. Birdenbire her şey anlamını yitirmeye başlar. Kişiyi yavaş yavaş intiharın eşiğine sürükler ama hiç farkında olmazsınız. Ruhunuz ise bu dünyadan göçeli çok olmuştur.



Sonra omuzuna dokunan el darbesiyle sıçradı ;



- Aylin şu bardağı uzatır mısın ? yarım saattir sesleniyorum duymuyorsun. Dedi arkadaşı sesi oldukça tedirgindi.

-Kusura bakma dalmışım diyebildi Aylin kekeleyerek.



Arkadaşının, gözlerinin ta içine bakarken ‘Neyin var ?’ sorusunu yönelttiğini farketmişti Aylin. Ama kendisini işine adapte süsü vererek konuşmak istemediğini belli edercesine sorusunu geçiştirdi. Eline tutuşturduğu kağıt parçasını gözden geçirirken , listeyi yine yanlış yazdığını farketti. Bilgisayar ekranına sabitlediği gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. İki elini masanın üzerine kavuşturarak dirseklerini yanlara doğru kırdı ve başını gömdüğü kolları arasında sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Sesini duyurmamak için kolunda ki kaba etini dişlerinin arasına sıkıştırmıştı. Görenler en fazla uyukluyor diye düşüneceklerdi.



Ne kadar süredir ağladığını bilmiyordu öyle uyuşmuştu ki kolu , gözlerinin halini de hayal edemediğinden öğle paydosunu bekliyor, kimselere hissettirmeden tuvalete gidebilmenin yollarını düşünüyordu.



Sol koluyla masanın üzerinde ki kağıt tomarını yavaşça iterek aşağıya düşürdü. Kağıtlar kaygan zemin üzerine düşerken birbirlerinden hayli uzaklara ayrılarak gelişigüzel dağıldı. Üzerinde oturduğu tekerlekli ofis koltuğunu ayaklarıyla yavaşça geriye doğru kaydırdıktan sonra kimseye bakmadan ayaklarının dibinde ki kağıtları teker teker toplamaya başladı. Bu sırada yanından geçip giden ayak sesleri kulağına çalınıyordu. Böylece öğlen paydosuna girildiğini anladı. Masanın altındaki varlığı belli olmasın diye topladığı kağıtları yeniden yere koyuyor , en baştan bir daha topluyordu. Amacı biraz daha vakit kazanabilmekti.



Odanın tamamen boşaldığına emin olduktan sonra endişeli gözlerle masanın ucundan etrafa bakındı. Kimsecikler görünmüyordu. Çalışma masasının üst çekmecesinde ki makyaj malzemelerinin bulunduğu mor çantasını kaptığı gibi tuvalete doğru koşar adımlarla yürüdü.



Personel tuvaletleri tek kişilikti. Katta çıt yoktu , ‘bütün personeller yemekhaneye gitmiş olmalı’ diye düşünürken kimseye farkettirmeksizin kendisini lavaboya atmanın rahatlığını yaşıyordu. Kapıyı içerden kilitlerken ellerinin hala titrediğini hissetti. Sol kolunun tam ortasında da diş ısırıkları oldukça derin bir iz bırakmış hatta kolunu kabartmıştı. Makyaj çantasını lavabonun sağ tarafına bıraktı. Çeşmeler dokunmatik çalışıyordu. Musluğun önüne elini koyduğunda su akmaya başladı. Yüzünü yıkarken ağlamaya devam ediyordu. Ağlamaktan gözleri kızarmış yüzü de şişmişti.





Bir yandan içinden lanetler yağdıra yağdıra ağlamaya devam ediyordu. Bu dünya haklıların değil güçlülerin dünyası diyor lavabo giderinden akıp giden suya bütün kederlerini bırakmak istiyordu. Avucuna doldurduğu suyu yüzüne örttüğünde , gözyaşlarının da eşlik ettiği avuçlarından sızan damlalar , musluktan akan suyun girdabına yakalanarak gider deliğinde buluşuyordu. Gözyaşı suya aşık bir metafor olsa ağlayan her insan yüzünü yıkadığında aralarında kavuşma sağlanmış olacaktı. Ve bu kavuşma sonsuza değin belirli periyotlarla muhakkak gerçekleşecekti. ‘Benim hasretim neden bitmiyor, neden kavuşamıyorum ‘ diye diye anlamsız bir kurgunun saçmalığına sığındı .





Islak ellerini kurutma makinesine doğrultuğunda boşluğa savrulan rüzgarın uğultusunu bir süre dinledikten sonra yüzünü hava makinesinin önüne getirerek gözlerini yumdu. Saçlarını yukarıya doğru kaldıran hava hafif hafif yüzüne dokunup yeniden yükseklere uçuruyordu. Yumuk gözlerini açmadan oğluyla birlikte bir balon gezisiyle uçtuğunu hayal etmeye başladı. Mavi bir balonun içerisinde gökyüzünde kuşlar kadar özgürce uçuyorlardı. Oğlu da kendisi de mutluluktan sarhoş olmuş balonun içerisinde daireler çizerek baş döndürüyorlardı. Kurutma makinesi serinliğini yüzüne vurdukça hayalinde ki balon daha da yükseğe çıkıyor bulutların arasından kayboluyordu. Yüzünde beliren tebessüme öyle ihtiyacı vardı ki bu duygunun zihnini okşamasına biraz daha müsade etti.





Gözlerini usulca açarken her gün gömleğinin sol cebinde tam kalbi üzerinde taşıdığı oğlunun resmi hatırına geldi. Kalp atışları hızlanmıştı , sanki ilk kez görecekmiş gibi bedenini bir heyecan tutkusu kapladı. Resmi cebinden dışarı doğru çıkarırken göğüs kafesi hızlı hızlı yukarı kalkıp aşağı iniyordu. Kalp atışlarını boynunda hissetmeye başlamıştı. Resmi gözlerinin hizasına tam karşısına aldı . İki çift gülen göz sanki hemen karşısındaymış gibi annesine bakıyordu. Solgun dudaklarına götürdüğü resmi öptü öptü öptü , göğsü üzerine bastırarak resmin altından kalp atışlarını dinlemeye devam etti.



Fotoğrafın hırpalanmasını istemiyordu . Oğlunun resmini yatay çizgili şifon gömleğinin sol cebine yüzü kalbine dönük gelecek şekilde yerleştirdi. Mor makyaj çantasına uzanan elinin titreyen parmaklarıyla fermuarını açtı. Makyaj süngerini ve fondöteni çıkardı. İlk önce kuruyan yüzüne çok hafif olacak şekilde fondöten sürdü. Sonra şifon gömleğinin altından barizce belli olan ısırığın diş izlerini kapatmaya çalıştı. Gözlerine mavi kalem ve rimel sürdü. Kirpiklerinin kıvrımlarını daha da belirginleştirerek aynada az evvelkinden bambaşka bir hüviyete dönüşen suretine bakmaya başladı. Ağlamaktan gözleri şişmiş solgun benizli kadın kaybolmuş yerine otuz yaşlarında elmacık kemikleri belirgin, dolgun yanakları genç yaşının tazeliğini ortaya koyarcasına pembeleşen, solgun dudaklarını gizleyen kırmızı parlak rujuyla gülümseyen şuh bir kadın ortaya çıkmıştı.


23.07.2022
spesifikay
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
24.07.2022
spesifikay


Alyansını sol elinin dar ve basık parmağından kah kendi ekseni etrafında döndürüyor kah yukarı doğru sürükleyerek parmağından hızla çıkarıp yavaşça tekrar yerine takıyordu. Yüzüğü bir kez daha parmağından çıkardı. İç kısmındaki yazıyı okumak için işaret ve baş parmağı arasına sıkıştırdığı sırada klasik alyans sandalyesinde oturduğu modern masanın üzerinde iki defa zıpladı çember gibi yuvarlanıp tiz bir sesle halkalanarak yere düştü.



Masanın üzerindeki buharları aheste aheste havaya karışan yarım kalmış çayı, eline alarak bir yudum daha içti. Boğazından midesine inen çay ilgi yoksunluğundan soğuktan buz tutmuş, yüreğini ısıtmaya yetmiyordu. Kocasının gurur, yalan , ihanet ve hırs kaplamış benliğinin tezahürü, gözlerinin önüne kalın bir sis perdesi çekip olayları olduğundan çok daha farklı algılamasına neden oluyordu. Maruz kaldığı muameleler karşısında akli melekelerini kaybetmek üzereydi. Kendisini nesnelerle konuşur halde yakalıyordu çoğu zaman. Gitgide tükenmiş hissediyordu. Her tür zorluğa göğüs geren bedenide artık yaşadıkları karşısında iflas bayrağını umutsuzca sulha kaldırmış , sessiz imdat çığlıkları manik depresif ataklara dönüşmüştü.


Her defasında en başa dönmekten , saatlerce kendisini ifade etmek için itinalı cümle kurmaktan , acımasızca suçlanmaktan, sürekli aşağılanmaktan, her şartta hesap vermekten yorulmuş ne yaparsa yapsın memnun edemediği eşine karşı duyguları zamanla yitip gitmeye başlamıştı. Kocasının gözünde mutlak bir bağlılığın, aklını, kalbini pervane edip seve seve sunduğu bütün hizmetlerin hiç bir anlamı yoktu. Göstermelik ve yapay geliyordu yaptıkları. Şimdiye kadar kimse tarafından koşulsuz sevilmediği için midir bilinmez, karısının şikayet etmeden yüksünmeden müşfikçe sunduğu her ne varsa öfkesini daha fazla artırıyor O’na kabalık üstüne kabalık yapmasına sebep oluyordu.





Pişirdiği yemekleri beğenmiyor , annesinin daha güzel yemek yaptığını, bir yemek yapmayı bile beceremediğini söylüyor , ev tertemiz olsa bile dağınık ve tembel olduğunu bir tokat gibi yüzüne vuruyor , nefesinin koktuğunu söyleyip aylardır birlikte olmuyorlardı.Halbu ki karısı telefonuna gecenin bir yarısında gelen ‘Seni özledim’ mesajını görmüş , hayatında başka bir kadın olduğunu çoktan öğrenmiş ve kabullenmişti. Aldatılmayı bile gurur meselesi yapmayacak kadar bağlıydı kocasına.

Üstelik yakaladığı ilk mesaj değildi. Son da olmayacaktı biliyordu. Evlendiği günden beri belirli zaman dilimlerinde karşısına birden bire çıkan mesajlardan yalnızca biriydi.



Bir davete gittiklerinde ya da evlerine misafir geldiğinde iğneleyici bakışlarını, üzerinden çekmiyor, çirkin laflarını saygısızca uluorta bırakabiliyor, konuklara sunduğu sevecenlik ve hoşgörüyü bir defa olsun hayat arkadaşına göstermiyordu. Kadıncağız dayak yeme korkusuna davranışlarının sebebini soramıyor huyunu bildiği için sesini çıkarmaksızın hayallerinde mutlu mesut geçindikleri kendine ait sahte bir dünya kuruyordu.









Beş yılı geride bırakmalarına rağmen bir çocuk sahibi de olamamıştı. Doğurganlık kusurunu kendi eksikliği sanıyor , kocasına bir bebek verememenin ıstırabını göğsünde bastırıp onun arsız çapkınlıklarına göz yumuyordu.





Doğulu bir ailenin çocuğuydu Asiye. Gelinlikle baba evinden çıkan temelli kalabilmek için ancak kefeniyle dönebilirdi. Ölüm dışında öldüresiliye hatta sakatlanasıya dövülse dahi baba evine ziyaret etmekten öteye gidemezdi evli kadınlar. Babalarının yüzlerini yere eğmeme pahasına çektikleri sıkıntıların değeri yoktu kimsenin nazarında.





Asiye doğunun mazbut kızcağızı, bakir duygularının çamurlu ayaklarla çiğnendiği masum kızı, baba kucağında şefkatten yoksun kalıp sığındığı koca ocağında bin beter hoyratlığa maruz kalan nazlı bir çiçeğiydi. Solup gidiyordu çorak gönülde. Ve daha ne kadar sürüp gideceği belli olmayan bu meçhul döngüde bir çıkış yolu arıyordu.





Usulca ayağa kalktı Asiye. Masanın etrafını dolanıp gönülsüzce yerdeki alyansı yorgun parmaklarına sıkıştırdı. Yukarıya doğru kaldırırken yüzüğün iç kısmına yazılı tarih gözüne çarptı. 10.08.2017 yazıyordu. Yaklaşık iki hafta sonra beşinci yılı geride bırakacaklardı. Şimdiye kadar hiç bir evlilik yıldönümünü de kutlamamıştı. Bu sefer kocasına sürpriz yapmak istiyordu. Yaklaşık bir ay önce doktora gitmeye başlamıştı. Bugün sonuçlar belli olacaktı. Belki bir çocukları olursa kocası onu sever, hiç değilse biraz daha yumuşak davranır diye düşünüyordu.



Alyansını ait olduğu yere taktı. Masanın üzerindeki çay bardağında yarım kalan çayını bitirip tazeledikten sonra , okumuş olduğu kişisel gelişim kitabına kaldığı yerden devam etti. Tıpkı kendisine bir psikolog tarafından tavsiye ediliyormuşcasına özümseyerek , hiç bir kelimeyi atlamadan satırlarda gözlerini dikkatle gezdirmeye başladı. Paragrafta şöyle yazıyordu ;



‘Yolunda gitmeyen evliliklerde çocuk sahibi olmaya çalışmak yapılan en büyük hatalardan biridir. Güvertesinde koca bir delik olan gemiye yeni bir yolcu almak geminin batma olasılığını artırır. Üzerinde ki yükleri azaltarak kurtarabilirsiniz gemiyi. Sorunlu evlilikler batmaya yüz tutmuş oldukça hasarlı, temelinden delinmiş bir gemiye benzer. Eğer yolunda gitmeyen meseleleri çözüme kavuşturmadan yeni bir sorun teşkil edebilecek ‘çocuk sorumluluğu’ ortaya çıkarsa o evlilik daha kısa sürede bitebilir. Üstelik kavga gürültü ortamında bir çocuk asla sağlıklı büyüyemez ve sağlam bir karaktere sahip olamaz. Annenin mutsuz olduğu evlerde çocuklarda mutsuz büyür. Mutluluğunu saklamak zorunda kalan anne ise gün geçtikçe verdiği ödünlerin altında ezilir ve bedensel fizyolojik rahatsızlıkların kendisini çepeçevre kuşattığını çok geç fark edebilir.





Bazen kabullenmek bir çıkış yolu olabilir. İnsan sevilmediğini , zorunluluklarını kabul edebilmelidir. Ama mecburiyetler zihnini kemirdikçe bu defa ruhu hapsolacaktır. Herkes özgürce yaşamak ister. Kurallardan,kaidelerden hatta sorumluluklardan nefret eder. Kimsenin boyunduruğuna girmek istemez, evlilik sorumluluğu bazı kişileri zincirlenmiş hissettirir. Ve bu zincirleri kıramamanın verdiği kaybedilmişliği muhataplarına takındıkları tavırlarla belli ederler. Evliliğin bir esaret olduğunu düşünürler halbu ki evliliği esarete çeviren bireylerin bizzat kendileridir. Sınırsız özgürlük kulağa hoş gelebilir ama insan sınırsız özgürlükle elde edebileceği tek şeyin haz olduğunu bilmelidir. Bu dünyaya belli bir amaç ve hedef için geldiğini düşünen erdemli insanlar için haz bir amaç değil sadece araçtır.





Mutlak hedef halinde ki haz yüz karartıcı bir nesnellikten başka bir şey değildir.İç güdülerin tahrik ve tahribine yol açarak kişiyi suç unsuru haline sokabilir. Bastırılamadığı zamanda ise davranışa dönüşerek patlak verir. ‘



Daha fazla devam edemedi , son paragrafta ne denilmek istendiğinide anlayamamıştı. Kocasının kendisine devamlı söylediği ‘Beni rahat bırak ‘sözlerini düşününce evliliğin mahkumiyetini yaşadığını anlayabildi sadece. Oysa Asiye bir cariye gibi kocasının etrafında fır dönmekten , onu mutlu etmekten başka bir duygu beslemiyordu. Para hırsı olan bir kadında değildi. Pahalı hediyeler istemez , kocasının maaşının ne kadar olduğunu bilmez , nerelere harcadığını dahi sormazdı. Bunaltacak hiç bir hareketi olmamasına rağmen , duyduğu cümlelerle suçluluk psikolojisine girer sabahlara kadar uyuyamaz, özür dilemelerine rağmen kocasının gönlünü bir türlü alamazdı.





Karmakarışık duygularla boğuşurken telefon sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Cep telefonunun ekranında beliren isim günlerdir beklediği haberin müjdesini taşıyordu. Telefonu heyecanla açıp ekranı kulağına götürdü. Doktor yaklaşık bir beş dakika kadar konuştu. Bütün tetkik sonuçlarının beklediği gibi çıktığını , kendisinde hiç bir kusurun bulunmadığını , annelik fonksiyonlarının eksiksiz bulunduğunu , çocuğunun olmama sebebini tam öğrenebilmek için kocasının tedaviye gelmesi gerektiğini, yaşları nedeniyle çocuk sahibi olabilme olasılığının oldukça yüksek olduğunu süreçle ilgili öğrenmesi gereken her ne varsa bir bir anlattı .





Asiye sevincinden havalara uçuyordu. Yıllardır kendisini boşuna boşuna suçlamış olduğunu öğrenmesi yaşadığı acıları bir nebze olsun rahatlatmıştı. Ama şimdi daha büyük bir sorunla karşı karşıyaydı. Kocasına durumu nasıl anlatacaktı. Hadi anlattı diyelim onu tedaviye nasıl ikna edecekti ki. Derken sevgi ve saygı dileklerini söyleyip telefonu kapattıktan sonra arkasını dönünce eşiyle göz göze geldiler. Ne zamandır arkasında olduğunu surat ifadesinden anlayabilmek mümkündü. Doktorun bütün söylediklerini duymuş olmalıydı. Öfke dolu gözlerle karısına bakıyordu. Ağzından ‘Hoşgeldin’ demesine fırsat bırakmaksızın ;



- Benden habersiz arkamdan iş çevirmek haa, sen kimsin benim erkekliğimi sorguluyorsun ? diyerek anne olabilme umudunun gözlerinde oluşturduğu parıltıları bedenine indirdiği yumruk darbeleriyle söndürdü.



Aldığı darbelerden yere yığılan kadının kasıklarına bir tekme savurduğunda Asiye’nin ağzından beyaz halıya kanlar boşalıyordu. Hiç bir şey olmamış gibi oturma odasına geçip kumandayı eline alan adam televizyon kanallarında pişkince gezinirken içeriye doğru buyurgan bir şekilde seslendi ;

-Ben kurt gibi acıktım, bana yiyecek bir şeyler getir çabuk !

Asiye hareketsiz yerde yatıyordu. Zaman mefhumunu yitirmişti. Göz kapakları öylesine sızlıyordu ki açabilmek içini gücünü toparlamaya çalışıyordu. Burnuna keskin kan kokusu geliyor , ağzında kekremsi bir tat bırakan dokuların midesine gitmemesi için diliyle itekleyerek dudaklarının kenarından aşağıya doğru süzülüşünü duyumsuyordu. Gözlerini araladığında yarım metre ötesine düşen cep telefonunu hayal meyal seçebiliyordu. Kolunu hareket ettirmek istediğinde darbelerden ezilmiş etleri zonkluyor dayanılmaz acı boğuk boğuk nefesinde depreşiyordu.



Bastırdığı acıya göz yumarak kolunu saat yönünde ta ki eli sert bir cisme dokunana değin ağır ağır hareket ettirdi. Nihayet telefona erişebilmişti. Televizyonun sesi o kadar yüksekti ki yine de kocası gelip onu yakalayacak, niyetini anlayacak diye ödü kopuyordu. Avcısına yakalanacak bir ceylan ürkekliğinde sessizce telefonu yerde yatan başının hizasına kadar getirebildi. Allah’tan telefonun ekran kilidi yoktu. Tek dokunuşla açtığı cep telefonu ekranının kayıt butonuna bastıktan sonra , önüne çıkan numaralardan 155 e bastı. Karşısına çıkan polis amirine kısık ve ağır bir sesle yardım etmelerini rica etti.Cümleleri doğru kurabilmiş mi emin değildi.



Asiye boylu boyunca hareket etmeye mecali kalmamış halının üzerinde yaklaşık yarım saat kadar öylece baygın kalakaldı. Kulağına derinlerden siren sesleri geldiğinde ayılmaya başlamıştı. Yediği dayağın şiddetine bedeni bir kez daha dayanamadı ve bayıldı. Gözlerini hafifçe aralamaya çalıştığında iki çift şefkatli gözün kendisine bakarken ‘Geçti artık, geçti ‘ dediğini duyabiliyordu. Sakinleştirici ve ağrı kesicinin etkisiyle gözlerini yeniden yumarken , konuşmalardan kocasının da polisler tarafından tevkif edildiğini anlamıştı.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
26.07.2022

Ayhan Yalçın


Odanın ortasında bulunan iki ayrı valize, dolabında, çekmecelerinde ne varsa doldurmaya çalışmıştı. Tıka basa ve üst üste. Ona kıyafetleri ve elbiseleri yeterdi, fakat her şeyi, getirdiği her şeyi buradan çıkarmak istiyordu.

Geri gelip kendisine ait olan ne varsa alacağını düşünerek, şimdilik kıyafetlerini ve bazı önemli eşyalarını toplamaya çalışmıştı. Dokunduğu her şey canını acıtıyordu. Fakat biliyordu ki, bu kadarı yetmezdi. Geri gelip diğer eşyalarını almayı düşündü. Sırtını duvara yaslayarak bir müddet etrafına bakındı. Her şey ne kadar da ölüydü. Yavaş yavaş bedenini aşağı doğru bırakarak, dizlerinin üzerine oturduğu an, bu fikrinden vazgeçti. Gözleri karardı. Bir an, hiçbir şeye dokunmamayı, hiçbir şeyi götürmemeyi geçirdi aklından. Avuçlarının içini yüzüne kapatarak bir müddet derin derin nefes aldı.

Rüzgar, tek kanadı açık duran pencereden giriyor, dalgalanan tül çıplak kollarına, bacaklarına ve yüzünü kapattığı ellerine değiyordu. Oturduğu yerden kalkarak hırsla tülü tutup ileriye doğru itti. Tül, asılı olduğu kornişin üzerinden dalgalar halinde birbirine çarparak pencerenin yarısına kadar açıldı ve durdu. Kırlangıç seslerinin çocuk seslerine karıştığı bir akşam üstüydü.

Pencere korkuluklarının üst demirlerine sarılmış mor salkımlı sarmaşığın kokusu odayı dolduruyordu. Başka zaman olsa, elini pencereden dışarıya uzatır ve mor salkımı avucunun içine alarak dakikalarca, koklaya koklaya, tıpkı bir çocuğu sever gibi uzun uzun severdi. Avucunun içinde tuttuğu salkımı içeri doğru çeker, incitmemeye, kırmamaya çalışarak burnuna bastırır, bir müddet koklar, öperdi. Fakat şimdi öyle olmadı. Umursamadı. Yüzüne bakmadı. Ruhunu bunaltan tüm bu hisler o nu kör etmişti. Her şeye karşı bir körlüktü bu. Eliyle çekyatın kolundan destek alarak, ayaklarını hasta bir insan gibi yerde sürüyerek, kendini çekyatın üzerine bıraktı.

Açık olan pencereden giren rüzgar, saçlarını uçuruyordu. Bakışları bir müddet karşı duvarda bulunan kütüphanede gezindi. Gözleri okuduğu kitapları arıyordu. Bulutların ardından kurtulan güneşin ışığı pencereye vuruyor, pencere korkuluklarının, çerçevesinin, yarıya kadar açık bulunan tülün ve kendisinin, rüzgardan uçan saçlarının gölgesi, baktığı kütüphaneye yansıyordu.

Gözlerini kapattı. Fakat aklındakileri bir türlü kapatamıyordu. Hiçbir şey düşünmemek istedi. Bu gibi durumlarda düşünmek istemediğimiz şeyler nasıl sırasıyla aklımızın içinde büyük bir savurganlıkla dolaşır ve bizleri her hangi bir zamanın acı hatıralarından diğerine savurursa, şimdi ona da tıpkı aynısı oluyordu. Şahit olduğu her kötü anı, iyilerini gölgede bırakacak kadar yoğun ve karmaşık birbiri üstüne biniyor, nefesini kesiyordu.

Manasını kaybetmiş duygularla yaşamak ne kadar acıydı? Daha fazla direnmek nasıl bir şey olurdu. Her şeyin bir rüya olduğunu o kadar çok isterdi ki. Düşünceleri, az önce yaşadıklarını gözlerinin önüne getirdikçe hayret ediyor ve bir türlü kendini suçlamaktan, azarlamaktan, nefret etmekten alıkoymuyordu. Ne çok sorular geçiyordu zihninden. Durduramadığı, cevap bulamadığı sorular. Gözlerinin önünden kalkan sis perdesi her şeyi bütün çıplaklığı ile önüne sermiş, görmesini sağlamıştı. Kör olmayan gözlerini körelten duygularına anlam veremiyordu.

Bu kutu gibi, sıvaları dökülmüş, pencereleri demir parmaklıklı, çatısı neredeyse çökecek olan eve bir kuğu gibi gelmişti. Beyazlar içinde. Mutluydu, çok mutluydu. Dışarda ki demir kapının sürgüsünü açarak, etrafındaki otların sağa sola saçıldığı kaldırım taşları üzerinden yürüyerek ve şimdi neredeyse menteşelerinden kurtulup düşecek gibi duran dış kapının kilidini kendi açarak girmişti bu eve. Bu ev, onun hayallerinde, en güzel masalların, en gizemli hikayelerin geçtiği , her odasının çok ayrı alemlere açıldığı rengarenk dünyası olacaktı. Bu herkesten ve her şeyden uzak dünyada mutlu olacağını düşüyordu. Tavan döşemeleri çürüyen ve yer yer birbirinden koparak sarkan, duvarları rutubetli, kapıları duvara tutturulan kasalarından kurtulup düşecekmiş gibi sallanan bu evdeki hiçbir eksiklik gözüne kötü görünmüyordu. Yıllarca kullanılmış, sağlam bir tarafı yok denecek kadar az olan bu ahırdan farksız ev onun hayalinde görünenden çok daha farklıydı. Bu farklılığın sebebini defalarca düşünmüştü. Uzaktan bakıldığında ‘’terk edilmiş’’ görünen bu gecekondunun onda bıraktığı intibanın sebebi neydi? Başka zaman bahçesine bile girmeye tenezzül etmeyeceği, dış cephesinde ki sıvaları aşınarak döküldüğü, dökülen sıvaların arasından görünen tuğlaların koca bir yarayı anımsattığı ve pencere ahşaplarının kararmaya başladığı bu müstakil evin ona çocukluğunu hatırlattığını çok sonra fark edecekti. Fakat, sevginin onaramayacağı, iyileştiremeyeceği hiçbir şeyin olmadığına inanarak tüm bu eksikliklerin üstesinden geleceğini düşünüyordu. Buna her şeyden daha fazla emindi. İnancı ve sevgisi, yıkılmak üzere olan kulübeyi onarmaya, zamanın üzerinden geçip eskittiği, kararttığı ne varsa iyileştirmeye, yenilemeye yeteceğini biliyordu.

Varlıklı bir aileden gelmişti. Babasından kalan servet iyi kötü yaşamlarını idame ettirmeye fazlasıyla yetiyordu. Özel okullarda öğrenimini görmüş, iyi bir üniversiteye gideceği sırada evleneceği bu adamla tanışmışlardı. Kısa bir süre içinde aşık olmuş ve ailenin bütün ısrar ve karşı gelmelerine rağmen hiç kimseyi ama hiç kimseyi dinlemeyerek evlenmeye karar vermişti. Akrabaları evleneceği adamı çevrede araştırıp soruşturduklarında, duyduklarına inanmak istememişlerdi. Hepsi, gözü, gönlü kör olmuş bu kızcağızı, Selma’yı saplandığı çamurdan çıkarıp almak istemişlerdi. Dayıları, amcaları, kuzenleri ve çevresinde ki herkes günlerce ikna etmeye çalışmış fakat bir türlü muvaffak olamamışlardı.

Selma, tüm bu insanların onu ikna etmek için söylediği her şeyi ‘’kıskançlık’’ ‘’çekememezlik’’ olarak algılıyor, inadında büyük bir kararlılıkla ısrar ediyordu. Evlenmek istediği kişiyle ilgili söyledikleri hiçbir şeye inanmıyordu. ‘’Siz bi tanıyın, anlattıkları gibi biri değil, çok iyi kalpli, beni babam gibi seviyor’’ diyordu. Nihayet ailenin erkekleri kızın üzerindeki baskının dozunu biraz artırınca, daha fazla baskıya ve tehdide dayanamayan Selma bir gece, odasındaki çalışma masasına küçük bir not bırakarak kaçmıştı. Notta; ‘’Benim mutlu olmamam için hepiniz boşuna uğraştınız, sizi affetmeyeceğim. Ben mutlu olmaya gidiyorum’’ Yazıyordu.

Onun kaçamayacağını, buna cesaret edebileceğini düşünmüyorlardı. Dayıları, amcaları, kuzenleri o nu günlerce ,haftalarca aramış, fakat onunla ilgili hiçbir haber alamamışlardı. Bu belirsizlik, tüm bu insanların gün geçtikçe içlerine korku salıyor ve çıldırtacak hale getiriyordu.

Kaçtığı erkeğin sarhoş babasının evladının kızı kaçırdığından haberi bile yoktu. Derme çatma kulübesinin önünde tek bacağı eğri bir sandalyenin üzerine oturup karşısındaki manzarayı izlerken şarap şişesini kafasına diken, saçı sakalı birbirine karışmış adamın önünde beyaz bir araç durmuş ve araçtan inen bir grup insanın kendine doğru geldiğini görünce elinin tersiyle ağzını silip ayağa kalkmıştı. Ayakta duramıyordu. Tek elinde şarap şişesini tutan bu adam, diğer eliyle oturduğu sandalyenin sırtını yasladığı fakat kumaşı sökülerek kirden simsiyah olmuş sarı süngerin üzerine parmaklarını gömerek sımsıkı tutunuyor, dengede durmaya çalışıyordu.

‘’Oğlun nerede’’ diye bağırdı gençlerden biri. Sarhoş adam, bir müddet boş, bomboş bakan gözlerle karşısında duran bu tanımadığı insanlara baktı. Aralarında tanıdık bir sima yoktu. Zor gören gözlerini kısarak dikkatle bakmaya çalıştı fakat o an da her şeyin aşağı yukarı ve sağa sola kaydığını, hiçbir şeyin sabit, olduğu yerde durmadığını fark etti. Sesler bile, gördüğü görüntüler gibi kulağına düşe kalka ve alçala yüksele geliyordu. Bir cevap verilmesi gerektiğini düşünerek birkaç kez dişsiz ağzını bir şey söylemek için açtı, fakat hiçbir şey söylemedi. Eliyle destek aldığı sandalyenin kirden kararmış süngerini bırakmasıyla sağa sola sallanması bir oldu. Bir adım öne kayan adımları, birkaç adım geriye giderek, tekrar oturduğu sandalyenin kirli süngerinden destek almak için uzanan elinin dengesini bozmasıyla, bir çuval gibi sandalyesine oturması bir oldu. Başı öne doğru, göğsüne düştü. Gözleri kapalı nefes alırken, kolunu güçsüzce, ağır ağır yukarı kaldırdı ve karşıda bulunan fabrikaları işaret ederek ‘’sabah işe gitti’’ diye seslendi. Kararmış dudağının sol köşesinden akan salya, ileri uzattığı kolunun hizasına kadar uzanıp bir müddet sallanarak kopmuş, geri kalan kısmı hızla yukarı çekilerek dudağının kenarında toplanmıştı. Başını düştüğü göğsünden kaldıramıyordu. Gençlerden biri öfkelenerek bağırmaya başladı, yerden aldığı taşı adama savuracağı sırada yanında bulunanlar onu sakinleştirerek geldikleri araca doğru ite ite sürükledi. Oğlunun birkaç gündür evine uğramadığını bilmeyen bu adam, şimdi, burada yaşadıklarını belki de hiç hatırlamayacak ve oğlunun gece eve gelip, gündüz işe gittiğini düşünerek yaşamına kaldığı yerden devam edecekti.

Polise ihbar etmelerine rağmen hiçbir haber alınamamıştı. Haftalarca ve hatta aylarca nerede olduklarını, nereye gittiklerini hiç kimse bilmiyordu. Belirsizlik ne kötüydü. Bu gibi durumlarda zihinlere adeta hücum eden en kötü olasılıklar saatlerin ve hatta dakikaların durmasına, günlerin geçmemesine sebep oluyordu. Hiç kimsenin beklemekten başka çaresi yoktu. Ve bir gün Selma evi aradı ve telefona ablası çıktı. Önce kızan, sonra öfkelenen ablasının gönlü çok özlediği bu ses karşısında yumuşadı ve telefonun diğer ucunda duyduğu kardeşinin varlığı karşısında içinden binlerce kez dua etti. Uzun uzun konuştular. İkisi de telefonu kapatmak istemiyordu. Aradan geçen iki ay’ a yakın zaman, ne kadar uzundu. Daha çok Selma konuşuyordu. İyi olduğunu, mutlu bir evlilik yaşadığını ve çok uzakta olduğunu söylüyordu. Yakın bir zamanda geleceğini ve eşi ile annelerinin elini öperek barışacağını söylüyordu. Sesi neşeli geliyordu. Şarkı söyler gibi. Konuşma uzadıkça uzuyordu ve Selma ‘’Annemi çok özledim, onunla da görüşeyim’’ dediğinde derin, uzun bir sessizlik oldu. Ablası cevap vermiyordu. Selma ablasının telefon avizesini bırakmadığını ablasının alıp verdiği nefesinden anlaya biliyordu. Birkaç kez ‘’abla’’ diye seslendi. Ablası kekeleyerek ‘’efendim’’ demiş ve susmuştu. Az önce şarkı söyler gibi konuşan ve anlattığı her şeyin sonuna gülüşüyle bitiren Selma’nın içine korku düştü. ‘’Annem’’ diye seslendi. Ablası, annesinin sağlık durumunun iyi olduğunu fakat senden haber alamayışının sol tarafına felç düşürerek yatalak olduğunu bir çırpıda söyledi. Selma, kulağına tuttuğu avizeyi kulağından geri doğru çekerek, sanki o an eline çok korktuğu bir böcek konmuşta aniden tiksinmiş gibi yere attı.

Böyle hayal etmemişti. Babası öldükten sonra sol yüzüne felç indiği ve yüzünün bir tarafının sürekli asık olduğunu geldi gözlerinin önüne. O an da ağzından çıkan kelime, telefonun gövdesine kablo ile bağlı olan avizenin duvara sallanarak vuran sesine karıştı. ‘’Annecim’’

Telefonun karşısındaki ses birkaç kez ‘’alo’’ diye bağırmış, karşıda bir şeylerin düştüğünü ya da kırıldığını duyarak tedirgin olmuştu.

Selma, duvara vurarak sallanan avizeyi korkuyla eline alıp, telefonu kapatmıştı. Gözleri bir noktaya takılarak sürekli dalıp gidiyordu. Hayaline gelen Annesinin güzel yüzünü bir türlü aklından çıkaramıyor ve buna sebep olmanın acısı bedeninde inanılmaz bir ağırlığa sebep oluyordu. Kapının eşiğine oturarak dizlerini karnına doğru çekmiş ‘’Annecim’’ diye seslenerek başını dizlerinin arasına gömüp ağlamaya başlamıştı.

Eşiyle birlikte ziyaretine gidecek, helallik isteyecek ve barışacaklardı. Hangi yüzle Annesinin karşısına çıkacağını, onun yüzüne nasıl bakacağını düşünüyordu. Oysa mutluluğunun peşinden gitmişti. Mutlu olacaktı. Haber vermeyi sürekli ertelemesinin sebebi bu duruma alışmalarını istemesiydi. Kaç kez eli telefona gitmesine rağmen ‘’yarın ararım, henüz erken’’ değip ertelemesinin tek sebebi buydu. Erkenden aramanın yanlış anlaşılacağını düşüyordu. Fakat bir annenin evladından ayrı kalamayacağını bilmiyordu. Bunun nasıl dayanılmaz ve iç burkan, huzursuz eden, ıstırap veren bir duygu olduğunu henüz bilmiyordu.

Her şey bu haberi aldıktan sonra başladı.

Bir sabah, bahçeden sesler duydu ve perdeyi aralayıp baktığından bir çok polisin bahçe kapısından eğilerek sessizce evin etrafını sardığını gördü. Çok korktu. Hiçbir anlam veremedi. Eşi birkaç gündür eve gelmiyordu ve iş seyahatinde olduğunu söylemişti. Gördüğü bu korku dolu manzara karşısında ne yapacağını bilemedi. Nereye gireceğine, hangi odaya saklanacağına, saklanması mı gerektiğine bir türlü karar veremedi. Mutfağa yürüdü sessizce, masanın altına korkuyla girerek ellerini başının üzerine kapattı. Neydi bu şimdi? Neler oluyordu? Bahçeden fısıltılar halinde sesler geliyordu. Kapı ziline uzun uzun basıldı. Kalkıp kapıyı açmak ve neler olduğunu sormak istedi. Korktu. Zil bir kez daha uzun uzun çaldı. Birkaç kez kapıya tekme atıldı. Çıkan ses daha fazla korkmasına sebep oldu. Bir ses ‘’aç kapıyı’’ diye bağırdı. Ardından birkaç kez kapı kapı şiddetle vuruldu ve büyük bir gürültü ile yere düştü. Çıkan ses bütün evin içinde yankılandı. Selma; masanın altında kendinin de kontrol edemediği bir titreme nöbeti geçirmeye başladı. Dışardan içeriye sürekli birileri giriyordu. Ayak sesleri çoğalıyor, odalarda geziniyorlardı. Yaklaşan adımlar biraz sonra uzaklaşıyor ve tekrar yaklaşıyorlardı. Yakınından bir nefes sesi işitti. ‘’Ne yapıyorsun orada’’ diye bağıran bu ses karşısında korkuyla bir ka kez çığlık attı. Ellerinin başının üzerinden kaldırmıyor, etrafına bakamıyordu. Titriyordu, korkudan bütün bedeni sarsılırcasına titriyordu. Evin içinde dolanan bütün adımlar durmuş, başka odalarda olanlar çığlığın geldiği tarafa doğru bakıyorlardı. Masanın altına doğru eğilen polis memuru ‘’Tamam kızım, korkacak bir şey yok’’ diye teskin etmeye çalışsa da , Selma, sebebini bilmediği müthiş bir korku ve heyecan içinde olduğu yerden kalkmak, etrafına bakmak istemiyordu. Burada küçülmek, küçüldükçe kaybolmak ve bir toz tanesi olarak havaya, yokluğa karışıp fark edilmeden kaçmak istiyordu.

‘’Bütün odaları arayın’’ dedi bir ses. Dolap kapaklarının, çekyatın, bir takım yere düşen eşyaların sesi geliyordu. Masanın altına doğru eğilen Polis memuru ‘’Selçuk eşiniz mi oluyor’’ dedi. Selma, korkuyla ‘’evet’’ dedi, fakat sesi duyulmadı. Hıçkırığa benzer bir sesti bu. Polis memuru ‘’hadi kızım korkma, çık dışarıya, emniyettesin, problem yok, eşin ile ilgili birkaç soru soracağız, bize yardımcı olmalısın, hem kendin hem de eşin için’’ dedi. Kollarını başından kaldırarak eğilip kendisine bakan polis memuruna; ‘’Selçuk, ona, ona bir şey mi oldu, neden arıyorsunuz onu?’’ diye seslendi. Yüzündeki şaşkınlık ve korku sesine yansıyordu. Kaşları çatılmış, çenesi seğiriyor ve alnı kırışık bir vaziyette iki büklüm, sanki suçüstü yakalanmış bir mahkum gibi bakıyordu. Polis memuru ‘’Hadi hanım kızım, çık artık oradan, korkma, çık rahat rahat konuşalım’’ diyerek elini uzattı. Selma, kendisine uzatılan bu eli tutmaya mecbur kalmışçasına elini uzattı, ince ve güzel parmakları buz gibiydi. Polis memurunun avucunun içindeki parmakları titriyordu. Kendini dışarıya doğru sürüyerek çıktı ve sandalyeyi çekerek oturdu. Etrafına bakamıyordu. Sebebini bilmediği tuhaf bir duygu ile utanıyordu. Bir eve polis memurunun gelmesi ayıplanacak bir şey miydi? Fakat o böyle düşünüyordu. Kendini bir suçlu gibi hissediyordu. Polis memuru tezgahın üzerinde yıkanarak ters çevrilen bardaklardan birini alarak musluktan doldurmuş ve önüne koymuştu. Selma ince parmakları ile bardağı kavramış ağzına götürmüştü. Elleri titriyordu, öyle ki içtiği su dudaklarının kenarından üstüne dökülüyordu. Bardağı yarısına kadar bitirip masanın üzerine bıraktı.

Evin odalarında sürekli polisler geziniyor bir şeyler aranıyordu. ‘’Eşiniz en son ne zaman geldi’’ diye sordu Polis memuru. ‘’Üç gün önce’’ diye cevap verdi Selma. Başı önde, sesi kısık çıkıyordu. ‘’Peki nereye gittiği hakkında herhangi bir malumatınız var mı’’ dedi? Selma, karşısına sandalye çekerek oturan polis memurunun ellerine sarılarak ‘’Selçuk, ona ,ona bir şey mi oldu ne olur söyleyin, biz yeni evlendik henüz, yeni taşındık buraya, burada hiç kimseyi tanımayız, bilmeyiz, ne olur söyleyin’’ diye yalvarırcasına konuştu. İçini döker gibi. O an da bütün duygularını baskılayan korkuyu dışa vururcasına Polis memurunun ellerini sıkıyor, tuttuğu bu elin bütün korkularını yeneceğini düşünerek ondan merhamet dileniyordu.

Polis memuru ellerine uzanan bu küçük ve soğuk elleri merhametle karşıladı ‘’bak kızım, eşiniz uzun zamandır fiziki takibe takılan bir şahıstı, dört ay önce buraya geldiği bilgisini verdiler ve bizlerde burada takibe devam ettik, nasıl olduysa üç gün önce ortadan kayboldu. Selma ‘’neden, neden takip ediyorsunuz’’ diye bağırdı. Polis memuru, karşısındaki kızın hiçbir şeyden haberi olmayan saf, temiz ve kandırılmış bir kız olduğunu anlamakta gecikmedi. Ona bir çok şeyi anlayacağı şekilde nasıl izah edeceğini bilmiyordu. ‘’Bu evlilikten ailenizin haberi var mı ‘’ dedi. Selma bu söz karşısında utanarak ‘’var, ama razı olmadılar, kaçtım’’ dedi. Diğer polisler halıların altına, baca deliklerinin içine, yorganların arasına, yastık kılıflarının içine, kitapların arasına, yer döşemelerinin aralık olan kısımlarına ellerindeki fenerleri tutarak bakıyor ve bir şeyler arıyorlardı. Bütün eşyalar birbirine girmişti. Her şey odaların ortasına dağılmış, bakılmadık, ellenmedik, kontrol edilmedik hiçbir şey bırakılmamıştı. Elbise dolabında ne kadar kıyafet varsa yatağın üzerine atılmış, cepleri kontrol edilmişti. Çorapların içlerine varırcasına her şey didik didik edilmişti.

‘’Bir uyuşturucu bağımlısı ile evlenmişsin kızım, sadece bağımlısı değil, satıcısı, ile. Üç gün önce İstanbul’dan gelen yüklü miktarda eroyini Anadolu’ya taşımak üzere teslimat gerçekleştirdi eşiniz. Bir miktarını bu eve ya da diğer eve sakladığını düşünüyoruz.

Polis memurunun söylediklerini henüz hazmedemeyen Selma ‘’diğer ev’’ kelimesini duyunca ‘’diğer, diğer ev dediniz’’ dedi kekeleyerek. ‘’Evet kızım’’ dedi Polis memuru ‘’diğer ev, diğer eş, haberin yok mu’’ ? Bu sözler karşısında Polis memurunun sarıldığı ellerine başını uzatarak iç çeke çeke ağlayan Selma, uzun bir müddet böylece kalmıştı. Bütün korkularını, bütün hayal kırıklıklarını, bütün acılarını dışa vururcasına, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Her şey bitişti, ailesinin, çevresinin söylediği her şeyin aslında büyük bir hakikat olduğunu, her şey bu kadar çıplak ve göz önündeyken neden tüm bunları görmek istemediğini düşünerek kendine kızıyordu. Söylenen her şeye şiddetle karşı gelişindeki acizliği düşünüyordu. Karşısına çıkarak bu evliliğin mümkün olmayacağını söyleyen dayılarının yüzündeki korkuyu ve ifadeyi şimdi daha iyi anlıyordu. Ablasının etrafında çırpınmasını, her dakika nasihatler verip, haberlerdeki kadın cinayetlerinden örnekler göstermesini bir türlü anlamıyordu. Fakat şimdi, bütün bu üst üste kurulan yalanların ve aldatılmışlığın sonunda anlamadığı ne varsa aklına geliyor, aklına gelen bütün ayrıntıları hatırladıkça iç çekiyor ve alnı polis memurunun elinin üstünde, ağlıyor, vücudu içindeki bütün bulantıyı dışarı kusarcasına sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Evde hiçbir şey bulunamamıştı. Polis memuru, Selmayı da yanına alarak karakola giderken diğer polisler evin çevresini arıyorlardı. Birkaç meraklı komşu bahçeyi çevreleyen göğüs hizasındaki duvardan başlarını uzatarak meraklı gözlerle ne olup bittiğini izliyor kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. İfadesine başvurulan Selma’nın ailesi aranmıştı. Selma’nın ‘’kayıp’’ listesinde olduğu, arandığı kimliği kontrol edildiğinde fark edilmişti. Bir ölü gibi hissizdi. Bekleme salonunda önüne konulan bir bardak çayı unutmuş, başı geride, kolları aşağı doğru sarkmış düşünüyor, düşünüyordu. Önünde ki çayı alan başka bir Polis memuru ‘çayınızı tazelememi ister misiniz’’ diye sormuş, karşısındakinin baygın, hissiz, katı bakışları karşısında, onun hikayesine tanıklık eden biri olarak, büyük bir yeis içinde yanından yavaşça uzaklaşmıştı.

Oysa neler hayal etmişti. Her şeye, herkese sırtını dönerek, farkında olmadan kendini attığı bu karanlık zindan da neler hayal etmişti. Bu her şeyden, herkesten uzak eski de olsa mütevazi kulübenin etrafını çiçeklerle süsleyecek, en sevdiği renklere boyayacak, kapının önüne üzüm asmasından bir çardak yapacak, çocuklarıyla işte o arka bahçedeki meyve ağaçlarının arasında oynayacak, işte şuradaki çimenlerin üzerine uzanarak gök yüzüne, bulutlara bakacaktı. Annesini, ablasını ve akrabalarını o üzüm çardağı altında ağırlayacak, sıvaları dökülmüş duvarları onararak çocukları ile birlikte bu duvarlara gökkuşağı ve manzara resimleri çizecekti.

Evde o na yardımcı olan Polis memuru ailesiyle görüşmüştü. Karakolda Selma’yı biraz olsun toparlanması ve kendine gelmesi için uzun bir müddet misafir etmişlerdi. İkindi sonrası polis memuru eve gidip gitmek istemediğini sorduğunda ‘’eşyalarımı toplamak istiyorum, buradan gitmek istiyorum’’ dedi. Bunları söylerken içinde hissettiği kin, dişlerini sıkarak, tane tane, kesik kesik fakat kararlı, istikrarlı bir sesle söylemesine sebep olmuştu. Polis memuru onu evine kadar bıraktı. Bahçe duvarından meraklı bakışlarla içeriyi izleyen komşular yoktu. Etraf sessizdi. Bahçe kapısını açtı, içeri girdi. Evin dış kapısı yüz üstü, bir ceset gibi evin içine doğru devrilmişti. Korkuyla masanın arkasına saklandığı o anı hatırladı. İçi ürperdi. Keşke her şey o an da hissettiği koku ile kalsaydı. Kapının üzerine basarak, donmuş, her şeyini yitirmiş bakışlarla içeri girdi. Her şeyden tiksiniyordu, kendinden, bu küf ve rutubetli odalardan, tavanı akan çatıdan, üzerinde yürüdükçe gıcırtılar çıkaran taban tahtalarından. Burun kanatları şişerek derin bir nefes aldı, bir müddet içinde tuttuğu nefesini kesik kesik dışarı verdi.

Neyi beklediğini bilmiyordu. Her şeyi ateşe vermek, arkasına bakmadan gitmek istiyordu. Dayısının gelmekte olduğunu söylemişti Polis memuru...

Üzerinde müthiş bir ağırlık hissediyordu. Bu ağırlık, yıkılan, parçalanan ve sonra etrafa dağılarak bir çok parçasının kaybolduğu hayallerinden başka hiçbir şey değildi. Çünkü bu kutu gibi ev, onun bütün hülyalarını sığdırıp kapılardan ,pencerelerden taşarak dışarıya döküldüğü mutlu, sadece mutlu hayalleri ile doluydu.

Fakat şimdi tüm bu hayallerin, sanki birer birer açık duran pencereden kaçarcasına uçup hiçliğe karıştığı bu ev; çirkin, siyah ve kirli bir gecekonduydu. Duvarlar, zeminden yukarıya doğru rutubetlenerek çıkıyor, rengi solmuş odanın duvarları karanlık bir zindanı hatırlatıyordu. Tavanın ahşap kaplaması bir çok yerden karararak çürümeye başlamış ve bir kanser gibi etrafına yayılmıştı. Gözlerini her tavana dikişinde kararan ahşap tavan daha çok karanlığa gömülüyor, baktıkça içini karartıyordu.

Zihni onu; düşünmekten yorulduğu her şeyi tekrar tekrar düşünmeye zorluyordu. İnanmak istemediği tüm bu olaylar karşısında küçülen bedeni, bu pis kokan eve sığmıyordu.

Akşam üzeriydi. Kapının önünde beyaz bir araç durdu. Arkasında polis aracı vardı. Beyaz araçtan aşağı inen insanlar Polis memurunun yönlendirmesi ile bahçe kapısından girmişlerdi. En önde yürüyen beyaz gömlekli şişmanca bir adam ‘’canım kızım, ben geldim’’ diyerek yerde uzanan kapının kenarlarına basarak odalara bakıyor, dağılan, etrafa saçılan eşyalara hayretle bakıyordu. Arkasından gelenler kendini takip ediyordu. Beyaz gömlekli adam, sesine mutlu bir ton katmaya çalışarak ‘’canım kızım , ben geldim’’ diye bağırıyor, odaları geziyordu. Mutfağa doğru ilerlerken arkasından onu takip eden yeğenlerine bir şey söyleyeceği sırada gözü yan odada asılı duran bir şeye takıldı. Birkaç adım geri gelip baktığında, beyaz gelinliğini giyen yeğeninin kendini yatak odasında tavana astığını gördü.

Hızlıca gidip bacaklarından kaldırarak etrafındaki insanlara boynundaki ipliği gevşetmelerini emrediyordu. Yatağın üzerine çıkan genç bir çocuk ilmeği gevşetti ve Selma henüz soğumamış bedeni ile dayısı ile birlikte yatağın üzerine düştü. İp boğazının derisini kaldıracak sıkmıştı. Nabzına baktı, nefes alıyordu. Selma’nın dudakları kımıldıyor, bir şey söylemek istiyordu. Herkes telaşla etrafta ne yapacağını bilmez bir halde koştururken dayısı kulağını Selma’nın dudaklarına yaklaştırmıştı.

Aralık, güzel dudaklarından, kesik kesik şu sözler işitildi.

Beni affet ‘’o beni babam gibi sevmişti’’
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Sarı Bisiklet



Henüz bu mahalleye taşınalı iki hafta olmuştu. Geldiği köyün tarlalarını, derelerini ve ormanlarını aratmayan bu mahalleye ne için taşındıkları konusunda hiçbir fikri yoktu. Zaten hiç kimseyi de tanımıyordu.

İki katlı müstakil bir evin alt katına taşınmışlardı. Bu ev, mahalle bakkalının eviydi. Evin daha çok arkasına doğru uzanan büyük arazi, insan boyunu neredeyse aşan mısır ve Ayçiçek tarlasıydı. Mısırlar sarı püsküllerinden yavaş yavaş çıkmaya başlamış ve ay çiçekler; henüz olgunlaşmaya başlayan gövdelerini güneşe doğru çevirmeye başlamışlardı. Tarlaların ortasından geçen, pek de uzun olmayan bir yol, evin kapısı önünden sokağa çıkıyordu. Sokak tam da burada ikiye ayrılıyor, sol tarafa çıkan yol hafif bir rampayla düzlüğe çıkıyor ve uçsuz bucaksız ekin tarlaları arasından dağın eteklerinde kayboluyordu. Sağ taraftan geçen, yol kenarında ki evlerin önünden geçerek ilerde dere ile buluşuyor ve derenin kenarından, dere boyunca uzanıp gidiyordu.

Mahallenin tek bakkalı Hafız İhsan’nın bakkalıydı. Herkes bakkala gitmek için bu yol üzerinden geçiyor ve geri dönerken bu yol üzerinden geri dönüyordu. Küçük selim , sokağı ikiye ayıran kendi evinin biraz ilerisinde, tek şerefeli caminin yanındaydı. Cami ve bakkalın etrafı boş araziydi. Şimdilik bu arazilerde daha çok mısır, ayçiçeği ekiliyordu. Ekili olmayan yerlerde, mahallenin üst tarafındaki yörük köylerinden gelen çobanlar hayvan otlatıyorlardı.

Selim, henüz yedi yaşlarında bir çocuktu. Bu sene okula yazılacaktı. Annesi Halime sultan, köyde ilk okul olmadığı için buraya taşındıklarını söylemişti. Fakat işin aslı böyle değildi. Taze evli çiftin ilk çocuklarıydı Selim. İri siyah gözleri, sık saçları, tombul yüzü ve diğer mahalledeki çocuklarda pek görünmeyen utangaç, çekingen ve durgun bir yapısı vardı. Mahallede oyun oynayan çocukların arasına karışmıyor, uzaktan izliyordu. Bunu ilk fark eden mahalle bakkalı Hafız ihsan olmuştu. Cami’nin şadırvanından abdest aldıktan sonra bakkalına giderken, bakkalın yanındaki araziden çocuk seslerinin geldiğini işitti. Seslerin geldiği tarafa yöneldi, bir grup çocuğun kendi aralarında tartıştıklarını gördü. ‘’Neden kavga yapıyorsunuz’’ diye bağırdı. Birbirlerini itip kakan çocuklar bu söz karşısında aniden susup sesin geldiği tarafa baktıklarında, hafız bakkalın kendilerine tekrardan ‘’Neyi paylaşamıyorsunuz’’ diye seslendiğini işittiler. Aralarından küçük bir çocuk elinde plastik kırmızı bir topla çimenlerin arasından koşarak hafız bakkalın karşısında durdu, diğerleri de arkasından yürüyerek o nu takip ediyorlardı ‘’Biz maç yapmak için takım kuracağız, Sefa sürekli mızıkçılık çıkarıyor’’ diye bağırdı. Sefa, çocukların içinde en büyükleriydi. Hafız bakkal Sefayı yanına çağırarak, neredeyse kendi boyu kadar bu çocuğa ‘’güzel güzel oynayın emi, yaramazlık yapmayın, topu bağa bostana kaçırmayın’’ dedi. Sefa başını aşağı yukarı salladı ve hepsi birlikte az önce tartıştıkları çimenliğe doğru koşmaya başladı.

Hafız bakkal, bakkalın kalın ahşap kapısını geri doğru itti, kapı menteşelerinden çıkan gıcırtı kesik kesik yarı aydınlık bakkalın içini doldurdu. İçerisi arpa, buğday ve aroma kokuyordu. Eski bir masanın üzerinde büyükçe bir fanusun içinde rengarenk sakızlar vardı. Onun yanında bulunan bakkal terazisinin tartım çubuğunun ok gibi duran kırmızı ucu, terazinin ekranında görünen rakamların yarısında takılı kalmıştı. Duvarlarda sıra sıra dizilmiş yeşile boyalı raflar üzerinde, kırmızı kavanozda salçalar, bisküviler, çikolatalar, kutuları rengarenk şampuanlar, sıvı yağlar, çamaşır suları ve rafların alınlarına çakılmış çivilere asılı sucuklar, kutu permatikler, görünmekteydi. Kutularından çıkarılmamış ürünler de rafları doldurmaktaydı. Masanın yanında ki küçük bir dolabın içinde dondurmar ve meybuzlar vardı. Masanın karşısında, bakkalın yola bakan kısmına küçük bir masa yaptırılmış, üzerine çeşitli ürünler gelişi güzel dizilmişti. Dışarda, bakkalın giriş kapısının yanında büyük bir kola dolabı ve dolabın üstüne asılan bir çengele tutturulmuş bir filenin içinde rengarenk toplar vardı. Dolabın yanında büyüklü küçüklü tüpler ve onun yanında patates, soğan çuvalları üst üste diziliydi.

Hafız bakkal, sandalyesine oturarak masanın çekmecesinden tek ortalı okul defterini çıkardı. Boynunda asılı olan gözlüklerini gözlerine yerleştirerek sayfaları çevirerek kontrol etmeye başladı. Mahallelinin borcu epey birikmişti. Canı sıkılarak defteri çekmeceye attı ve sandalyesinden kalkarak kapının önüne çıktı. Ekmek dolabını kontrol etti, ekmekçi birazdan gelmek üzereydi. Çocukların top oynadığı araziye doğru yürüdü. Bir müddet düşe kalka ve yerde yuvarlanan kırmızı topun peşinden koşan çocukları izledi. Kale diye işaretledikleri, karşılıklı duran iki büyük taşın uzağından onları izleyen başka bir çocuğa ilişti gözleri. Tanıyamadı. Çimenlerin üzerine bağdaş kurmuş, sağ elini çenesinin altına yumruk yaparak koymuş, top oynayan diğer çocukları izliyordu. Bakkalına geri dönecekken vazgeçti ve top oynayan çocuklara doğru ‘’Sefa, Sefa, hele gel bakalım’’ diye bağırdı. Sesi duyan çocuklar birden durdu ve top ayaklarının arasından çimenlerin boşluğuna doğru gidip kayboldu. Sefa koşarak gelip soluk soluğa Hafız bakkalın önünde durdu ve iki elini dizlerine dayayarak eğildi, bu sırada Hafız bakkal ‘’O çocuğu neden aranıza almıyorsunuz? Kim o çocuk’’ diye soru, Sefa istifini bozmadan başını geri doğru çevirdi baktı ve Hafız Bakkala dönerek ‘’ Çolak Selim emmi, senin kiracın’’ dedi.

O an, hafız bakkalın içinde müthiş bir burukluk oldu. Bu burukluğa sebep olan çocuğun çolak oluşundan ziyade, bağdaş kurup, sağlam elini çenesinin altına koyarak arkadaşlarını izlemesinde ki bu görüntüydü. Nedense bu görüntü ona daha çok çaresizliği, dışlanmışlığı, ötekileştirilmeyi anımsattı. ‘’Çağır bakalım hele’’ dedi. Sefa ellerini dizlerinden çekerek doğruldu ve ‘’Selim, selim gel hele’’ diye bağırdı. Selim şaşkınlıkla önce etrafına bakındı ve sonra bağdaş kurduğu çimenlerin üzerinden kalkarak kendine seslenenlere doğru koşmaya başladı. Diğer çocukların bir kısmı yorgunluktan çimenlerin üzerine oturup ayaklarını uzatmış, bir kısmı sırt üstü uzanmış ve bir kısmı da Selimin peşine takılarak Hafız bakkal ve Sefaya doğru yürümekteydiler.

Selim çimenliğin bitimindeki küçük bir yokuşu tırmanarak yolun kenarına çıktı ve başını önüne eğerek kendisine bakan Hafız Bakkala ‘’Efendim Hafız Emmi’’ diye seslendi. Hafız bakkal ‘’Sen top koşturmayı bilmez misin’’ dedi. Selim başını kaldırarak hafız bakkala baktı ve ‘’bilirim hafız emmi’’ dedi. Hafız bakkal ‘’peki neden sen de diğerleri gibi top koşturmuyorsun’’ dedi. Selim sustu. Cevap vermedi. ‘’pekala’’ dedi hafız bakkal ‘’ sen de top koşturmak ister misin’’ Selim, bu söz karşısında utanarak başını yukarı aşağı kaldırdı. Bu sırada sefa, Selimin sol elinin dipten kesilmiş parmaklarına ve elinden dirseğine kadar buruşarak kapkara olmuş derisine bakıyordu.

Hafız bakkal karşısında duran Selime ve onun arkasına takılarak gelen diğer çocuklara ‘’hadi bakalım, kaldığınız yerden devam, amma, bağa bostana top kaçırmak, tartışmak, küfretmek yok’’ diye seslendi ve çocuklar top oynadıkları çimenliğe doğru seğirtti. Sefa da onlarla birlikte gidecekken ‘’sen dur hele’’ dedi. Hafız bakkal ellerini arkasına kavuşturarak ağır ağır, düşünceli düşünceli bakkala yürürken Sefa o nu takip ediyordu. Bakkaldan içeri girdiler. Hafız bakkal sandalyesini çekerek oturdu. Sefa, ellerini önüne bağlamış ona bakıyordu. Hafız bakkal ‘’Bak evladım, dünya hali, kimin başına ne geleceği hiç belli olmaz, neden arkadaşınızı öteliyorsunuz’’ Sefa başını yerden kaldırım cevap vereceği sırada Hafız bakkal elini yukarı kaldırarak sözünü kesti ‘’Olmaz yavrum, olmaz, o da sizin bir kardeşiniz, o da sizinle bu köyde büyüyecek, ona siz sahip çıkacaksınız. Kusurunu, eksiğini yüzüne vurursanız daha beterini Allahü teala sizlerin başına getirir maazallah’’ diye bitirdi sözlerini. Sandalyesinden doğrulup ileri doğru uzanarak ortası kremalı açık uzun gofretlerden bir avuç alıp Sefa’ya uzattı. ‘’Al bunları, arkadaşlarının arasında taksim et’’ dedi. Sefa tek avucuna sığmayıp diğer avucunu da dolduran gofretleri alarak bakkaldan çıktı ve hızla arkadaşlarının yanına koştu.

Böylece selimin mahalledeki arkadaşlarıyla ilk kaynaşması gerçekleşmişti. İlk defa Halime sultan evladının bu kadar yorgun ve üstü başı kurumuş ot ve çimen lekeleriyle eve geldiğine şahit oldu. Sarılıp öptü, kokladı. Selim, bu gün arkadaşları ile top oynadığını, iki gol attığını, hafız bakkalın onlara gofret yolladığını anlatırken bir müddet sonra yorgunluktan uyuyakaldı. Babası işten geldiğinde henüz yeni uyumuştu.

Selim henüz iki yaşındayken yer tandırının içine düşmüş, sol eli nar gibi yanan közün içine gömülerek yanmıştı. Parmaklarını kurtaramamışlardı. Acılar içinde, yıllarca süren tedavi süreci başlamıştı. Babası traktörü, tarlayı, malı, davarı ne var ne yok satmış evladının iyileşmesi için hastane hastane gezmişti. Yıllar sonra tedavisi bittikten sonra Halime sultan köye dönmek istememişti. O günden sonra tandır görmek istemiyor ve tandırda pişen ekmeği gördüğünde yaşadığı çetin, zor ve dayanılmaz o günler gözlerinin önünden geçiyordu. Tüm bu acı hatıralarla yaşanılmazdı. Eşini ikna ederek kıyıda köşede ne varsa bozdurmuş, bir çift yatak yorgan, biraz kap çanakla birlikte buraya, köylerinden oldukça uzak bu memlekete taşınmışlardı. Burada okul vardı. Şehir yakındı. Evlerde su ve elektrik vardı. Selimin babası oturduğu mühite pek uzak olmayan ekmek fırınında işe başlamıştı. İşi; evden erkenden çıkmak ve eve geç gelmek dışında ağır değildi. Şimdilik fırında ekmek pişiren iki ustanın çırağıydı ve işi çabuk öğreniyordu.

Selim, yeni tanıştığı ve kaynaştığı arkadaşları ile daha fazla zaman geçiriyordu. Utangaçlığı, kendine özgü çekingenliği etrafındaki yaramaz çocuklardan onu ayırıyordu. Mahallenin insanları, aralarına yeni katılan bu çocuğu çabuk sahiplenmişlerdi. Onda ki eksiklik dışlanmasının aksine herkesin merhametini daha fazla kazanmasına sebep olmuştu. Bir öğlen vakti evinden çıkıp boyundan büyük mısır ve ayçiçeği tarlaları arasından geçerek mahalleye çıkan selimin önünde bir bisiklet durdu. Sarı bisiklet. Bisikletin üzerindeki adam tek ayağını yere koyarak Selime doğru eğildi ve ‘’İhsan ırmak’ın evi burasımı genç, Hafız İhsan derler’’ Selim başını yukarı aşağı sallarken gözlerini bisikletten ayıramıyordu. Parlak büyük jantları, küçük siyah lastikleri, arka tekerin göbeğinden pedala kadar uzayan zinciri ve kenarları kırmızı plastik kaplama ile parlayan demir pedalları izliyordu. Mahalleye ayda birkaç kez gelen postacıydı bu. Arka sepete bağladığı koyu yeşil çantasının içine doldurduğu bir kısım evrakları ve daha çok mektupları dağıtmak için gelir, geldiği gibi geri dönerdi. Selim, hayatında ilk kez bu kadar büyük ve güzel bir bisiklet görmüştü. Birkaç adım ileri giderek bisikletin önündeki krom , yuvarlak lambaya bakmış ve ‘’bu yanıyor mu’’ demişti. Postacı bisikletin önüne doğru eğilerek tebessüm etmiş ‘’tabi yanıyor genç’’ diye seslenerek tekerleri tutan yuvarlak demirlerden birinin üzerindeki dinamoyu ucu tekere sürtecek şekilde eğerek ‘’buradan birazdan geçeceğim, bak bakalım yanacak mı’’ demiş ve elindeki zarfı Selime vererek mahallenin içine doğru bisikletini sürmeye başlamıştı. Selim, sarı bisikletin arkasından uzun uzun izlemiş ve geri dönüp hızla zarfı Hafız Bakkalın eşine vermek için koşmuştu. Geç kalırsa bisiklet gidebilir ve ışığını göremeye bilirdi. Hızla kapının önünden sola döndü ve üst binanın dışından üst kata çıkan merdivenleri ikişer ikişer çıkıp kapıya vurdu. Üst üste, hızlı hızlı vurdu. Hafız bakkalın eşi kapıyı açarken tülbentini boynundan arkaya savuruyordu. Selimi görünce ‘’Ne getirdin güzel oğlan’’ diye seslendi. Selim sağ elindeki zarfı uzatarak ‘’Sarı bisikletteki adam verdi’’ diyerek hızla geri dönüp merdivenleri indi ve sağında solunda kendi boyunu aşan ekinlerin arasından yola fırladı. Hafız Bakkalın eşi hiçbir şey anlamadı, dış kapıyı kapatıp salona giderken elinde tuttuğu zarfın sağına soluna baktığı sırada ‘’sarı bisikletli adam’’ın postacı olduğu aklına geldi ve gülmeye başladı. Pencereyi açıp dışarıya baktığında, mahalle kapısının önünde selimin yukarı mahalleye doğru bakıp ardından aşağı mahalleye bakmak hızlıca sağ tarafa koşarak yolun ortasından ileriye doğru uzun uzun baktığını görmüştü. Perdeyi çekerek çekyata oturdu ve elindeki zarfı açıp kızının yazdığı özlem dolu mektubu okumaya başladı.

Sarı bisiklet bir türlü gelmiyordu. Acaba buradan yukarıya ve oradan köylere mi gitmişti. Ama geleceğini söylemişti. Birazdan geçeceğim, bakalım yanıyor mu ışıklar demişti. Selim bunları düşünürken epey beklemiş, canının sıkıldığı ve eve gitmeye karar verdiği sırada yukarı ki mahalleden aşağı doğru titreyen küçük, sarı bir ışığın kendine doğru geldiğini gördü. Heyecanlanmıştı. Bir müddet sonra bisikletin direksiyonuna sıkıca tutunum kendine doğru gelen adamı gördü. ‘’Yanıyor, yanıyor’’ diye bağırıp, büyük bir sevinç ve mutlulukla iki elini havaya kaldırıp zıplayan selimin yanından sarı bisiklet peş peşe zil çalarak hızla geçmişti. Tıpkı bir rüzgar gibi. İlerde, bakkalın önünden geçerken elini kaldırıp selam verirken arkasına bakmış, ardından camiyi geçerek gözden kaybolmuştu.

Selim, bu günden sonra sarı bisiklet hayaliyle yatıp kalkıyordu. Annesine bu konudan bahsedemiyordu. Mahalledeki arkadaşlarının hiç birinin bisikleti yoktu. Bu konuyu arkadaşlarına anlattığında aralarında para toplayıp hep birlikte, ortak bir bisiklet almayı planlamışlar fakat topladıkları para günlerce elli kuruşu geçmemişti. Nihayet çözümü küçük bir sopayı Sefa ya götürüp ‘’bunu sarıya boya’’ demekte buldu. Sefa hiç sorgulamadı. Evden getirdiği sulu boyayı yanına alarak dereye inmişler, derenin kenarında çokta kalın olmayan değneği sarıya boyamışlardı. Bir müddet güneşin altında kuruyan değneği eline alan Selim, değneğin bir ucunu sağ elinin parmakları arasında sıkıyor, diğer ucunu parmakları olmayan elinin bileği üstüne koyarak tıpkı bisiklet sürer gibi, sağa sola dönerek mahalleye doğru koşuyordu.

Artık onun bir bisikleti vardı. Sarı değneği yanından ayırmıyordu. Kullanmadığı zamanlardan bir ucunu pantolonunun içine sokarak geziyordu. Onunla yatıyordu, kalktığında onu arıyordu. Bakkala onunla gidiyor, top oynarken çimenlerin üzerine bıraktığı sarı değneğinden gözlerini bir an olsun ayırmıyordu.

Onunla konuşuyordu. Tıpkı şimdi, çimenlerin üzerine sırt üstü yatarak, bacak bacak üstüne atıp, elinde kurumuş bir otu bazen dişlerinin arasına alıp çiğnerken, gökyüzünden akıp giden beyaz, pamuk gibi bulutları bisikletin koltuğuna, tekerine, ziline benzeterek ‘’biliyor musun? Ben büyüyünce sarı bisiklet alacağım. Sefalar, ‘’o çolak ; bisikletin direksiyonunu tek eliyle tutabilir ama diğer eliyle tutup nasıl dengede duracak, hemencecik düşer’’ demişlerdi. Ben tutabilirim, tek elimle de sürebilirim, diğer elimi bisikletin direksiyonuna sıkıca bastırırım, öyle sürerim. Hem biliyor musun, ben sarı bisiklet aldığımda her yere onunla gideceğim, seni de götüreyim mi? Okula da onunla gideceğim. Arkadaşlarım binmek isterse onlara da veririm, ama az veririm. Sonra düşüp bisikletimin bir tarafını kırabilirler. Belki okulda öğretmenler bile bisiklete binmek ister. Sence babam bisiklet sürmüş müdür. Sonra Hafız bakkal emmi? Belki sürmüşlerdir ama söylemiyorlardır. Ama ben sarı bsiiklet aldığımda gör bak ;derelerin içinden hızlıca geçeceğim. En büyük dağları aşacağım. Bir sürü insanın arasından geçip taaa dünyanın etrafından dolanacağım’’

Akşam ezanı okunmak üzereydi. Yörük çobanlar , boyunlarında çanları bulunan büyük bir hayvan sürüsünü önüne katarak mahallenin ortasından köylerine doğru ilerliyorlardı. Gök yüzündeki beyaz bulutlar kızıllaşmaya başlamıştı. Büyükçe bir dolun ay Kartepenin arkasından doğmuştu.

Çimenlere sırt üstü uzanan selim yattığı yerden doğrulmuş, yerdeki kırmızı değneğin bir ucunu sağ avucunun içinde sımsıkı kavrayıp, diğer ucunu parmakları olmayan sol kolunun üzerine koyarak hayvan sürüsünün arasına dalıyor, çıkıyor ve tekrar kesin bir manevra yaparak kuyruğunu sallayan hayvanlardan kendini korumak için sağa sola kaçarak bu eğlenceli oyununa devam ediyordu.

Tam bu sırada Selimin Babası, küçük sarı bir bisikletle caminin önünden geçip Hafız bakkalla selam vererek eve doğru ağır ağır, yorgun bir şekilde ilerliyordu.



26.07.2022

Ayhan Yalçın
 

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın yada üye olun!

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın veya kayıt olun!

Kayıt ol

Forumda bir hesap oluşturmak tamamen ücretsizdir.

Şimdi kayıt ol
Giriş yap

Eğer bir hesabınız var ise lütfen giriş yapın

Giriş yap

Tema düzenleyici

Tema özelletirmeleri

Grafik arka planlar

Granit arka planlar