Foruma hoş geldin, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Düşünce Platformumuza Hoşgeldiniz!

Düşünce Platformumuz bilgi ve düşüncenin en özgür adresidir!
Güne, gündeme ve yarınlara dair söyleyeceğim var diyenlerin, günlük koşuşturmaca içerisinde zihin jimnastiği yapmak isteyenlerin özgürlük meşalesi ~ FORUM KALEMİ ~

Güncel Öykülerim

Ayhan Yalçın

Yeni Üye
Ayhan Yalçın
Katılım
27 Ağu 2021
Mesajlar
97
Tepkime puanı
539
Puanları
93
Yaş
41
Konum
Kocaeli
Burç
Balık
Hobim
Fotoğraf Sanatı. Edebiyat.
İsim
Ayhan Yalçın
Meslek
Yazar, Fotograf Sanatçısı (Kocaeli Şehir Tiyatrosu)
Memleket
Kocaeli
Cinsiyet
Takım
lIr3ry
Yazmakta olduğum öykü, masal, deneme, şiir ve senaryo sinopsisleriyle ben de buradayim.

Kitap için dizgisi yapilmakta olan eserlerimin ön okumaları, eleştiri, öneri ve yorumlarınız için paylaşımlara düzenli olarak devam edeceğim. Yazmakta olan ve yazmaya gönül vermiş tüm kalem dostu üyelerimizin "yazmaya dair" (mekan, zaman,kurgu) sorularını özellikle bekliyorum.

Sevgiler. 🎉🎉


FB_IMG_1642594738612.md.jpg
 

Ayhan Yalçın

Yeni Üye
Ayhan Yalçın
Katılım
27 Ağu 2021
Mesajlar
97
Tepkime puanı
539
Puanları
93
Yaş
41
Konum
Kocaeli
Burç
Balık
Hobim
Fotoğraf Sanatı. Edebiyat.
İsim
Ayhan Yalçın
Meslek
Yazar, Fotograf Sanatçısı (Kocaeli Şehir Tiyatrosu)
Memleket
Kocaeli
Cinsiyet
Takım
lIr3ry
TREN GARI

O’nun hikayesini bir tek, tombul yüzlü, kısa boylu, gözleri baygın, her an uyumaya ve esnemeye hazır, ağır -ağır hareket eden Gar Memurun dan başka hiç kimse bilmiyordu.

Ön cephesinde ,büyük yuvarlak tek penceresi bulunan, saçakları akant ahşap oymalı, Fransa'nın güneyinden kesme taş kontörlü, köşeleri kilit taşlı, basık kemerli, dik çatılı, pencere kanatları çift camlı küçük Gar binasın da mütemadiyen bir çok ülkenin izlerini görmek mümkündü.

Formu ve cephe karakterleriyle geleneksel mimariden çok farklı yapılan bu binalar, Anadolu’nun çeşitli coğrafyaların da yörenin kendi kültürünü barındıran imgeleri de saklıyordu duvarların da, fakat sadece duvarlarında değil, payandaların da, sövelerin de, tavan işlemelerin de bu izleri görmek mümkündü.

Bu imgeler de ,destanlar, anılar, şiirler, fotoğraflar, hatıralar gizlidir. Küçük ve mütevazi istasyonlar ayrılıklara, kavuşmalara ne kadar çok şahitlik etmiştir kim bilir. Belki de biraz hüzün, biraz mutluluk kokmalarının sebebi bundandır.

Önün de durduğum Küçük Gar Binası’nın yanın da, bir şemsiye gibi etrafı saran ulu çınar ağacının altın da oturan zayıf, yanık yüzlü ,kahverengi ceketli ,kadife pantolonlu Çoban Hayri, bir tek bu mevsimlerde ortaya çıkardı.

Bazen yere bağdaş kurup, sırtını çınar ağacının kalın gövdesine yaslar, doğuya doğru ,gün kararıncaya dek uzun uzun bakardı.

Üst üste sigara yakar, üst üste dumanı ciğerlerine çeker, gün ağırınca ve bazen de karanlık bastırıncaya dek yerinden kımıldamaz, eğer kalkacak olursa aniden kalkar ,ceketinin üst cebinde ki kenarları beyaz işlemeli, kırmızı mendili burnuna bastırır ,uzun uzun kokusunu içine çeker ve sessizce giderdi. Onun gidişinde, ruhunu başka bir yere hapsedenlerin ağırlığı vardı.

Bazen ;Tren garının biraz uzağın da, rayların mıcır taşları bitiminin biraz gerisin de ,çimenlerin üzerine oturur, avucuna aldığı taşları teker teker baş parmağı ve işaret parmağı arasında tutar, evirir ,çevirir, dikkatle inceler, gökyüzüne doğru kaldırır bakardı. Sanki bir şeyler görüp okuyormuş gibi dudaklarını kımıldatır ve sonra da yavaşça yere bırakırdı...

Avuçlarına aldığı taşlar bittiğin de , ileri doğru eğilerek bir avuç daha mıcır taşı alır, aynı şeyleri tekrar-tekrar güneş batıp, karanlık bastırıncaya dek devam ettirirdi. Yalnızca Tren, büyük bir gıcırtıyla Gar’a yaklaşırken ayağa kalkar, inen yolcuları görmek için istasyona doğru heyecanla bir kaç adım atar , bekler ve Tren gitmek için hareket ettiğinde ,kenarları beyaz işlemeli ,kırmızı
mendili cebinden çıkarır , burnuna bastırır ,uzun uzun kokusunu içine çeker ,geri dönerek kaldığı yerden aynı şeyleri yaşamaya devam ederdi.

Bazen de, gar binasının karşısın da kalan boş ve terk edilmiş vagonların ziftlenmiş, tozlanmış ve kırılmış ahşap döşemelerine aldırmadan, kapı girişine oturur, ayaklarını aşağı sarkıtır, ileri - geri yavaş yavaş sallar, Rayların üzerindeki oturduğu bu vagonda uzaklara seyahat ediyormuş hissine kapılırdı. Bazen elini gözlerine siper ederek uzaklara, fakat uzaklara bakar, öylece dalıp giderdi.

Biraz sonra kapı menfezinden tutarak ayağa kalkar, birden yere atlayıp, arkada ki diğer vagonun kapı basamağından sıçrayarak içeri girer, tozlanmış, pencereyi avucuyla siler , şaşırmış ve sanki ilk kez görüyormuş gibi tuhaf tuhaf etrafı izler ve birden kendine geldiği an da, kenarları beyaz işlemeli ,kırmızı mendili cebinden çıkarır , burnuna bastırır ,uzun uzun kokusunu içine çeker ve hayali yolculuğunu kendi iç dünyasın da gerçekleştirmeye devam ederdi.

O nu, buraya yakın olan ilçe de hiç kimseler tanımazdı. Hakkın da uydurulan hikayeler ,yerel gazetelere haber olmuştu. Kime sorsam, birbirinden farklı cevaplar alır olmuştum.

-‘’Delidir o, deli....’’
-‘’Aman uzak durasın beyim, Anası Babası bunu zalimliğine dayanamamış, memleketi terk etmiş’’
-‘’Heee o’mu, bırak Allahasen ,kendi başına oralarda dolanıyor işte, aç sefil. Düşmüş bir sevda peşine, deli divane olmuş.’’
-‘’Şu bizim Gar’daki delikanlı mı? Hikmet hoca dediydi, vakti zamanın da; Namazın da Niyazındaymış, alkole alışmış, Allah da belasını vermiş. Kul azmayınca Hak bela yazmaz derler. ’’
-‘’Benden duymuş olma emi, Hızır’dır o Hızır’’
- ''Ahh beyim ne sen soor, ne de ben söyleyeyim''

Gazete küpürlerin de ya da insanların dilin de anlatılanlar, Sonbahar mevsimini alabildiğine kucaklayıp ,küçücük bir Tren garın da, sadece bu mevsim, Sonbahar da bekleyen Çoban Hayri’nin yaşadıkları değildi. Bunu çok iyi biliyordum. O’nun yaşadıkları; bitmek tükenmek bilmeyen özlemin ve sıla hasretinin gönlüne ağır gelip taşması, artık hayal ile gerçeği ayırt edemeyecek kadar mevsimin hüznüne tepeden tırnağa bulanması, bu taşkınlığın; ruhunu, zihnini, ziyasını, bilinç altını ve sabrını parçalara ayırıp , boğazını düğümlemesi, nefessiz kalmasıydı.

Oysa ki nefesi ; kenarları beyaz işlemeli ,kırmızı mendili cebinden çıkarıp ,burnuna bastırıp ,uzun uzun kokusunu içine çekmesiydi.

Gar Binası’nın giriş kapısının hemen yanında bulunan banka oturup o nu izlemiştim bir müddet. Bir parça karton kağıdın üzerine oturmuştu. Sırtını Çınar ağacına yaslamış, kollarıyla dizlerini sarıp karnına doğru çekmiş ,çenesini dizlerinin üzerine koymuş, karşındaki uçsuz bucaksız boşlukta belli belirsiz bir yere doğru , sanki görünmez fakat kendi zihin dünyasın da izlediği bir şeye bakar gibi kıpırtısız, sessiz bakıyordu.

Yağmur usul usul çiselemeye başlamıştı. Gar’ın ışıkları ve gar meydanının her iki tarafından uzayıp giden , beyaz granit taş işlemeli meydanın sokak lambaları da yanmıştı. Gar meydanı şimdilik boş ve sessizdi. Hemen karşımız da bulunan eski, camları kırık , yorgun ve terk edilmiş vagonlar, bastırmakta olan karanlıkta belli belirsiz görünmekteydi.

Çınar ağacının yaprakları usul usul Gar meydanına dökülüyordu. Biraz önce esmeye başlayan rüzgar ,yaprakları sağa sola savuruyor ve ağacın dibin de oturan Çoban Hayri’yi üşütüyordu.

Tanımadığım Şehirlerin kalabalıkları arasın da kaybolmayı severdim. Bu kalabalıklar ,beni başka mevsimlere, başka iklimlere, başka duygulara sürükler, bu sürükleniş yine kendime doğru akar ve bu yolculukta ben ; bir çok kere sokakların, caddelerin ve şehirlerin birer ruhu olduğuna inanırdım.

Yeni ve ilk olan her şeye dair içimizde oluşan heyecan, ben de tutkuya ve hisse dönüşürdü. Belki de bu yüzden, gittiğim bütün Anadolu kasabalarının ben de bıraktığı intiba farklı bir alemdi. Yabancı simalar, bilmediğim sokak araları, ilgimi çekerdi. Değil miydi ki, bütün insanların olduğu gibi bütün şehirlerin de birer hikayesi mutlaka vardı.

Tesadüf müdür bilinmez, geri dönmek için geldiğim bu Gar’da, dinlediğim Çoban Hayri’nin hikayesi, bir şehrin hikayesi olmasa da, yıllar sonra bir şehre ağıt olacak, Türkü olacak, buruk bir yaşanmışlığın hikayesiydi.

‘’Kaç mevsim gözlerim yolda , seni beklerim
Gelip geçenlerde seni ,hep seni dilerim
Bir haber, bir mektup, bir ses ver
Ben seni her mevsim, her sonbahar beklerim’’


Haydar Paşa dan kalkan Tren, bu küçük Gar’da bir süre bekler, buğulu ve Siyah çerçeveli pencerelerini açan yolcuların meraklı , şaşkın, yorgun bakışları arasında yoluna biraz sonra devam ederdi.

Çok geçmeden, Anadolu’dan gelmekte olan yolcu Tren kompartımanlarının buğulu camları ardında belli belirsiz simalar, silik yüzler, karartılar, hareketlenmeler görünürdü. Sessiz olan Gar meydanı, bir an hareketlenir ve bir süre Tren'in raylar üzerinde çıkardığı ses uzaklaştıkça aynı sessizliğe tekrar gömülürdü.

Doğuya ve Batıya doğru hareket eden Trenler ,istasyon da durduğunda Çoban Hayri ayağa kalkar, ulu çınar ağacının bir kaç adım ilerisin de inen yolculara hayretle uzun uzun bakardı. Bu bakışta kaybettiği lüzumlu bir şeyi arayanların heyecanı, korkusu, tedirginliği, çaresizliği vardı. Ve bu bakışlarda, her şeye rağmen tükendiğini kendi benliğine bir türlü inandıramadığı umudu vardı.

Ne düşünürdü, ne hissederdi, neler geçerdi aklından?
.........

Uzun bir sessizliğin ardından Tren Garı Memuru elin de bir bardak çay ile yanıma gelmiş, ‘’içer misiniz beyim’’ demişti.
Teşekkür ederek , iri parmaklarıyla tuttuğu çay tabağını alıp Çoban Hayri'yi işaret etmiştim.

-Kimdir bu delikanlı, buraya sıklıkla uğrarım, Sonbahar ayların da bütün gününü buralarda geçirdiği söylenir, doğru mudur?
Gülerken gözleri iyice kapanan Gar Memuru yanıma oturmuştu. Bacak bacak üstüne atmış, gömleğinin cebinden sigarasını çıkararak bana uzatmış ''teşekkür ederim kullanmıyorum'' dedikten sonra kendi sigarasını yakarak dumanı içine çekip bırakmış ve iri başını Çoban Hayri'den tarafa çevirerek ;
-Neden öğrenmek istersiniz beyim?
Demişti.
-Merak ettim!
-Merak edilecek bir şey değil.
-Dilenci mi?
-Hayır, değil.
-Peki neden sadece bu mevsimde bekler?
Uzun uzun gözlerime bakmış, sanki bir şey söyleyecekken aniden vazgeçmiş gibi ,gözlerini kaçırarak,
-Neden bu kadar merak ediyorsunuz?
demiş ve aramızda uzun bir sessizlik olmuştu.

Merakımı bastıramayarak ;
- Belki yardımım dokunur. Eğer tedavi ettirilmesi gerekiyorsa...
Birden lafımı kesti, ve ;
-Aşk’ın tedavisi var mıdır beyim? dedi ve sustu.

Çok fazla ısrar etmenin doğru olmayacağını biliyordum. Sustum. Avucumun içinde tuttuğum küçük çay bardağını sıkıyor elimi ısıtmaya çalışıyordum. Tam bir saat sonra Haydarpaşa’ ya gidecek olan Trenin gelmesini bekliyordum. Bu sessiz istasyon da bizlerden başka hiç kimse yoktu.

Gar memuru yanımdan ağır ağır kalktı, binaya girdi. Çoban Hayri sanki daha çok küçülmüş, daha çok kamburu çıkmış ve iki büklüm olmuştu.

Neydi bu aşk hikayesi?

Az sonra çoban Hayri'nin önünden yavaş yavaş gecen gri bir köpek karşısın da durmuş, kulaklarını dikmiş ,uzun uzun bakmış ve kuyruğunu sallayarak yoluna devam etmişti. Gar binasının içinden gelen cızırtılı bir Türkü sesinin haricin de ,etraf sessizdi
Gar memuru elin de bir bardak çay ile önümden ağır ağır ,ayaklarını yere sürterek geçip, Çoban Hayri'nin yanına gitmişti. Eğilip çay bardağını çoban Hayriye doğru uzattığın da, ne bir kımıldama, ne de en ufak bir tepki vermişti.

Tekrar, ayaklarını sürte sürte, gelip yanıma oturmuştu. Elinde ki çay bardağını oturduğumuz bankın kenarına koymuş ,yeleğinin cebinden çıkardığı köstekli gümüş saatinin kapağını açarak saate bakmış, kapağını kapattığı saati cebine koymuştu.
-işte böyle beyim
demişti, sesin de merhamet ve hüzün vardı.

‘’-İşte böyle, Çoban Hayri derler, rahmetli babası ile tanış idik. Yoncalı Köyün de yaşarlar, ilçenin sınırları dışında ,epey uzaktadır köy. Bu oğlanı nişanladıydık, askere yolladıydık. Hemen arkamızda ki postahaneye nişanlısı her hafta sonu uğrar, mektup bırakıp giderdi. Gelen mektup var ise oturduğumuz bu banka oturur, zarfı açar, saatlerce yarım sayfalık mektubu okuyup dururdu. Ayağa kalkar, bir kaç adım atar, kendi kendine güler, mektubu kalbine bastırırdı. Ah o günler daha dün gibi aklımdadır. Fakat kızcağız heyecanla banka oturur tekrar mektubu okur, tekrar okur ve ayağa kalktığını unutup tekrar banka oturur, tekrar mektubu okurdu. Mektubu okurken, onu izlerdim. Gözü kimseyi görmezdi. İki satırlık mektupta ne bulurdu bu kadar çok okuyacak anlamazdım beyim. Hoş bizim aklımız sarmaz değil sevda işlerine ya, lakin bunların ki bir başka imiş.

Kızın babasının hali vakti yerindeydi, Çevre köylerden ziraat makinalarını kiralamak için gelirlermiş. Bu fakirin babası ise eski duvar ustasıydı, bu garın gördüğün çevre duvarlarını ördürtmüştüm ona.

Burnundan derin bir nefes alıp veren Gar Memuru, başını çevirip istifini bozmayan ve öylece bekleyen Çoban Hayri ye bakmıştı. Tekrardan arkasına yaslanmış, bankın kenarına koymuş olduğu çay bardağını eline alarak bir yudum daha içmiş ve bardağı yerine bırakmıştı.

-İnsan dediğin bu hayatta nedir beyim? Doğum ve ölüm arasın da yaşanılan ömre neler sığmaz ki? Burada, kucaklaşıp giden kaç yiğit, kaç eli kınalı ,gittiği yerden gelmedi. Bu yukarda gördüğün istasyon saati kaç sabırsız, kaç sabırlı göze dakikaları ile eşlik etmiştir. Ahh bir bilsen. Ben bilirim. Kavuşanlar da oldu tabi ki, sarılıp dakikalarca ayrılamayanlar da.
Nice bekleyenler vardır burada, gelirler ve sonra umutsuzca giderler. Fakat hiç biri Çoban Hayri gibi değildir. Sonbaharın tam da bu günlerin de en az üç hafta bekler de bekler. Ne bekleyiştir bir bilsen beyim. Kaç kez tutup kolundan;
-‘’ulen etme yiğidim, kıyma kendine, yaşın genç, Allahın izni ile yeni bir sayfa açarsın kendine, yeni bir hayat kurarsın’’
donuk donuk gözlerime bakar, düşünceli düşünceli etrafta dolanır ve biraz sonra bu sözlerin tesirinden kurtulup ,cebinde ki kırmızı mendili burnuna bastırarak kokusunu içine çekerken gelen Tren’in açılacak kapısı önün de bekler ve inen insanları izlerdi.

Kim bilir kaç kişinin yüzünü benzetirdi sevdiğine değil mi beyim? Ben bilirim, Bilmem mi sevda işlerini hiç. Sabah büyük bir sevinçle , üstü başı düzgün, burada koridor boyunca öğlene kadar bir aşağı bir yukarı dolanıp durur. Evden onun için de bir tas çorba ile, öte beri getiririm. Konuşturamazsın ha, Nuh der de Peygamber demez. ‘’Hıhı, evet, hayır’’ dan başka söz çıkmaz ağızcığından. Konuşmayı bilmemesinden değil beyim, konuşmayı sevdiğine, özlediğine sakladığından tüm bunlar. Ben bilirim, Bilmem mi sevda işlerini hiç.?

Öğlen yerse akşam katiyen hiç bir şey, bir lokma dahi yemez ha, öldürsen yediremezsin. Öğleden sonra dolanması bitince beklemenin şekli de değişir, kendince zaman geçirmek için meşgaleler ararken, bazen kendini kaybeder. Bir gün ,hemen sağ tarafımızdaki yuvarlak istasyon saatine hiç kımıldamadan saatlerce bakmıştı da, ‘’yav bu çocuk ayakta can mı verdi’’ değip, yerimden sıçramış, yanına gitmiş ve korkarak ayakta cansız bir heykel gibi duran Çoban Hayri ye dokunmuştum.

Hiç istifini bozmadan bana bakmış, cebinden çıkardığı kırmızı mendili burnuna bastırıp derin derin nefes alıp ,şimdi oturduğu Çınar ağacının dibine oturup, akşama kadar oturduğu yerden kalkmamıştı. Ben bilirim beyim, ben sevda işlerini bilirim.
Bilmem mi hiç, biz de sevdalandık vakti zamanın da...’’

Gar’ın, ilçe ye doğru uzanan kıvrımlı yolundan iki çocuk birbirleriyle yarış edercesine bize doğru kahkaha atarak koşuyorlardı. İkisinin de elinde büyük bir sepet vardı, taşımakta zorlanıyorlardı. Arkada kalan küçük çocuk, sepeti yere bırakmadan sağ elinden sol eline alıyor, öndekine yetişmeye çalışıyordu. İkisi de aynı boyda ve neredeyse ikisinin de kıyafetleri aynıydı.
Soluk soluğa süren yarış tam önümüzde son bulmuştu. Sepetlerin de pişmaniye vardı.
Gar Memuruna soluk soluğa ;
-Emmi, pişmaniye satalım mı? demişti.

Gar memuru çocuklara sert bir ses tonuyla;
-Olur, ama şimdi ses çıkarmak yok ha. Uslu uslu, buralar da gezinin. Raylara çıkmayın. Ama yolcuları da sıkboğaz etmeyin, vagonlara çok yaklaşmayın
diyen Gar Memuru , yarım kalan çay bardağının için de soğuyan çayını ileri doğru savurmuştu.

Çocuklardan biri , yere bıraktığı sepeti küçük elleriyle kaldırarak, birden Gar Binasının girişine doğru arkasına bakarak koşmaya başlamış, bunu gören diğer bir çocuk ise ''Sayılmaz, sayılmaz, ben senden önce geldim'' diye bağırarak, sepetini kaldırıp ağır ağır, yalpalayarak arkadaşının yanına doğru gitmişti.

‘’-Ya beyim böyle işte. Bu çoban Hayri 'ki çocukluklarından beri severler birbirlerini. İsterler. Bütün köy bir araya geldi de, kızın babasını zor ikna ettilerdi. Kızın babası ısrarlara dayanamamış da ‘’tamam’’ demişti. Lakin isteksiz bir ‘’tamam’’ dı bu. Yıllarca kızıyla konuşmayan bu adam, kızına kötü davranmaya da başlamıştı. Öyle ki , kızcağız babasından bıkmış usanmıştı...

Yakup derler, serseri mi , sarhoş mu , ne dersen de. Bunun da o kıza sevdalı olduğu çıkmaz mı? İki de bir kıza ‘’seni isteteceğim, vermezse kaçıracağım’’ diye haber uçururmuş. Başı bağlı bir kız’a denilir mi bu laflar beyim. Lakin serserinin ,sarhoşun lafına kim itibar eder. Bir kaç kez tartaklayıp bırakmışlar Yakup’u...

Kız annesine söyler, annesi ise kocasına ,fakat kimse ciddiye almazmış. Bu sarhoşun, bu ayyaş adamın kızı kaçıracak ne cesareti, ne de imkanı varmış. Fakat beyim hiç kimsenin cesaret edeceğini zannetmediği bu züppe, kızı kaçırmış. Hemide bir akşam üstü, köyün çeşmesi başında su dolduran kadınların arasından çekip almış . Nereden bulduysa, arabanın arka koltuğuna atıp basmış gaza. Kızın babası kahrolmuş.

Derler ki, kızına onca zulüm yapan Baba, günlerce içini çeke çeke ağlamış. Yemeden, içmeden kesilmiş. Helak olmuş. Zelil olmuş. Etrafa adam salmış, jandarmaya haber vermiş de , bütün köy koca araziyi günlerce tüfeklerle, av köpekleriyle gezmiş lakin hiç bir şey bulamamışlar. Aradan günler geçmiş ki, kara haber köye ulaşmış.

Zavallı kız, Yakup un belinden silahı çekip, hiç tereddüt etmeden silahı kendi alnına dayayıp tetiği çekmiş. Muhtarın silahıymış dediler, silahı muhtarın oğlundan almış, sonra da korkudan kızı yol kenarına bırakıp kaçmış.

Kızının öldüğünü duyan babası kahrolmuş. Günlerce yas tutan köy, bu olayın tesirini yıllarca atlatamamış üzerlerinden. Köy Camisinin imamı derdi ki ‘’bir kalabalık, bir kalabalık, ben ömrüm de böyle kalabalık bir cenaze namazı görmedim’’...

Çoban Hayrinin Babası, ‘’ben evladıma ne diyeceğim’’ diye diye kendini harap etmiş ve bir gece yattığı yataktan kalkamamış. Zaten durumu da pek eyi sayılmazdıya rahmetlinin, da hakkın rahmetine kavuşuvermiş.

Doğrulup yuvarlak istasyon saatine bakan Gar Memuru, elini dizime koyup ‘’işte böyle beyim’’ demişti, ağır ağır kalkarken,

‘’-Her geçen gün akıl sağlığını kaybeden Çoban Hayri, Sonbahar da tezkeresini alıp geldiğin de kendisini karşılayacak olan sevgilisini bekler de bekler böyle. Kızcağız son yolladığı mektup ta; ‘’geleceğin Sonbahar da, ben olacağım yanın da’’ demiş. Bu yüzden, kızın ölümünü kabullenmeyen Çoban Hayri, istasyona yaklaşan her Trenin kapısı önün de heyecanla onu bekler durur.’’

Biraz sonra gelen ve Haydarpaşa’ya gitmekte olan Tren büyük bir gürültü ile istasyona yaklaşmış ve durmuştu.

‘’-Pişmaniye, pişmaniye, taze pişmaniye’’ diye bağıran çocukların ,küçük elleri ,kompartıman pencerelerinden uzanan ellere pişmaniye yetiştiriyordu.

Ben, açılan çift kanatlı Trenin kapısın dan içeri girmiş, Çoban Hayri yi görebileceğim boş pencere kenarı arayarak tıklım tıklım dolu koridor boyunca yürümeye devam etmeye çalışıyordum.

Bütün yaşamının en güzel yıllarını ömrünün sonuna saklayan yorgun, uyuklayan işçilerin, emekçilerin arasından boş bir pencere kenarına gidip, pencerenin buğusunu sildiğim de, Çoban Hayri nin tam karşım da, kenarları beyaz işlemeli kırmızı mendilini burnuna bastırarak, keskin gözleriyle bana baktığını görmüştüm, göz göze mi gelmiştik?

Tren hareket ediyordu. Bakışın da dalgın, hüzünlü, acı çeken kalbinin dayanılmaz çaresizliğini görmüştüm. Bir’i elini uzatsa, o an uzanan parmakları tutup gelecekmiş gibiydi. Gördüğüm, fakat görmek istemeyip aklıma getirmekten çekindiğim çaresizlik, tükenmekte olan sabrının sınırları mıydı? Yoksa ben mi böyle zannediyordum? Az önce dinlediğim hikayenin tesiriyle mi bunları düşünüyordum.

Pencerenin buğusunu silip bakmaya devam ederken Tren yavaş yavaş hareket ediyor, Çoban Hayri gittikçe uzaklaşıyordu.

Gar Memurunun dediği gibi, yeni bir başlangıç oluşturulamaz mıydı? İkna etmek, en azından denemek için yol göstermek ve bu karanlıktan Çoban Hayri yi çekip almak mümkün değimiydi?

Elimi buğulu pencerenin üzerinden çekip olduğum yere yavaş yavaş otururken, söylediklerim karşısın da kendimden utandım.

Elimizin tersi ile bir tarafa itip, görmezden gelip, yok saydıklarımız gibi miydi sevmek?
İstediğimiz zaman bırakılan, istediğimiz zaman var olunan ve istediğimiz zaman istediğimiz ölçü de yaşanılabilen bir duygu muydu sevmek?

...............................

Yıllar sonra tekrardan Sonbaharda gediğim bu küçük Gar meydanın da, etrafta Çoban Hayriyi görememiştim. Fakat onu görmek ve ne olursa olsun onunla konuşmak, ikna etmek için gelmiştim. Ulu çınar ağacının altı boştu, etrafta yine kimseler yoktu. Gar binasının içine girdiğim de, görevlinin değişmiş olduğunu gördüm. Görevli memura;
-Sizden önce ki görevli memur arkadaş ile nasıl görüşebilirim? dediğim de, okuduğu gazeteden başını kaldırmayarak ;
-Gitti o, gitti ,tayinini istedi, Balıkesir taraflarına gitti,

-Peki Çoban Hayri? dedim ;

Gözleriyle duvarda asılı olan, köşeleri ahşap çerçeveli tabloyu gösterdi.
-Aha orada
dedi.
Bir kaç adım tabloya doğru yaklaştığım da, Gazete de, manşetten verilmiş yarım sayfalık haberin açıklaması vardı. Büyük puntolarla;

‘’Sonabahar Aşığı Kendini Tren in Önüne Attı’’
''Aşkı ile şairlere, sanatçılara, ozanlara ilham kaynağı olan ilçemizin gururu Çoban Hayri vefat etmiştir. Vefat haberi ilçemizde büyük bir üzüntüye sebep olmuştur.
yazıyordu.

Tablonun dibine doğru yaklaşarak, şaşkınlık ve hayret içerisin de tekrar okudum .

‘’Sonabahar Aşığı Kendini Tren in Önüne Attı’’ yazıyordu, haber küpürünün altın da ki kırmızı mendilin beyaz işlemelerin de kurumuş ve solmuş kan lekeleri vardı.

Mendilin yanın da ise, saman rengi kağıda el yazısı ile yazılan şu dizeler yer almaktaydı

’Beklemeyi bekletti de gönlüm, bir ses vermedin
Terk etti ruhum beni, gelmedin
Gördüm de seni , bir kerece baktın ,geçtin
Ben ayrılığı bilemedim ey gözüm, bilemedim.
Dağları terk ettim rüzgarlarına
Heybem de mektupların düştüm yollarına
Kucağımdan da mı sıcaktı toprak
Terk-i diyar ettin beni cansız dünyama.
Susmayı da susturdu hayalim de ki gülüşün, ey gözüm
Yakıştı mı bize ölüm...''



Ayhan YALÇIN
20.12.2020





3810.jpg
 

Ayhan Yalçın

Yeni Üye
Ayhan Yalçın
Katılım
27 Ağu 2021
Mesajlar
97
Tepkime puanı
539
Puanları
93
Yaş
41
Konum
Kocaeli
Burç
Balık
Hobim
Fotoğraf Sanatı. Edebiyat.
İsim
Ayhan Yalçın
Meslek
Yazar, Fotograf Sanatçısı (Kocaeli Şehir Tiyatrosu)
Memleket
Kocaeli
Cinsiyet
Takım
lIr3ry

Ayhan Yalçın

Yeni Üye
Ayhan Yalçın
Katılım
27 Ağu 2021
Mesajlar
97
Tepkime puanı
539
Puanları
93
Yaş
41
Konum
Kocaeli
Burç
Balık
Hobim
Fotoğraf Sanatı. Edebiyat.
İsim
Ayhan Yalçın
Meslek
Yazar, Fotograf Sanatçısı (Kocaeli Şehir Tiyatrosu)
Memleket
Kocaeli
Cinsiyet
Takım
lIr3ry
İlk soru benden olsun.
Bir yazara sorulacak ilk soruyu soralım.
Neden ve ne için yazıyorsunuz?

Hayırlı olsun çokça uğrayacağım bu sayfaya inşallah :)
Bunun birden çok cevabı var, hangi açıdan bakarsanız vereceğiniz cevapların şıkları da sırasıyla alt alta yazılacak ve bu şıkların sizleri götürdüğü nihai sonuç, belki de aynı olacaktır. ''Yazmak, iz bırakmaktır.''
''İnsan'' olduğum için yazıyorum.

Toros dağlarının eteklerinde, sisli bir ilkbahar sabahında yaptığımız doğa gezisi sırasında tesadüfen girdiğimiz bir mağaranın duvarlarında gördüğüm manzara beni ziyadesiyle büyülemişti. Fenerlerimizi çıkarıp ayrıntıları daha yakından görmek için mağara duvarına doğrulttuğumda hissettiğim duyguyu şimdi bile anımsar gibiyim. Fazlasıyla heyecanlanmış ve her detayına dokumak istemiştim.

Kadim Anadolu topraklarının milyonlarca asırdır ''insan'' izleri taşıması tesadüf değildi. Fakat gördüğüm hakikat karşısın da milyonlarca asır geriye gitmek nasıl bir duyguydu? Bu mağaraya girmişlerdi, belki burada sığınmışlar, burada yaşamışlar ve ömürlerini burada geçirmişlerdi. Bu duvarlara dokumuşlar, bu köşelerde dinlenmişler, bu düzlükte yatmışlar, bu sarkaçlara bakmışlar ve bu mağara ağzın da gökyüzündeki milyonlarca yıldızı izleyip ne olup bittiğini anlamaya çalışmışlardı.

Neolitik döneme ait olan el baskılarıydı gördüklerimiz. Ben, yanımızda bulunan Arkeolog arkadaşımızın yerinde duramayarak sürekli birilerini aramasıyla ilgilenmiyordum. Diğer arkadaşların tripodlarını kurup Fotoğraf çekmek için heyecanla kameralarını ayarlamaları ile de ilgilenmiyordum. Neolitik dönemde var olmuş ''yazmak'' duygusuyla neyi ifade etmek istedikleri üzerinde yoğunlaşıyordum. Neydi bu karşımda duran manzara, bir tür haberleşme tekniğimi, yoksa ''ben de buradayım'' dercesine sesleniş mi? Duvarda izleri kalmış bu küçük parmaklar, onun yanındaki diğer parmaklar bizlere neler anlatıyor ve ne söylemeyi istiyorlardı.

21. yüzyılımızda , Paleolitik ,Mezolitik ve Neolitik çağların var olduğunu, bu uzun ve zahmetli çağlar arasındaki yaşamın izlerini günümüze dek getiren esas husus neydi?
Belki de yazmak, bu yüzden iz bırakmaktır.

Milyonda bir ihtimal geldiğimiz bu Dünya'dan hiç bir iz bırakmadan gitmekte var değil mi? Hazindir ki; bizleri tanıyan en son insan da öldüğün de, aslında bu Dünya da yaşadığımıza dair hiç bir iz, hiç bir emare kalmayacaktır.

İnsan, kendi beden ve ruh bütünlüğünü sürekli olarak yenilemek zorunda kalan bir dünyadır. Evet, aslın da tüm bu gördüğümüz, fark ettiğimiz, dokunduğumuz, izlediğimiz , hissettiğimiz her şey bizim kendi dünyamız. Sevdiklerimiz ve tercih ettiklerimizle yaşayıp şekillendirdiğimiz Dünyamız.

Peki kendi Dünyan için de yaşadığın ve biriktirdiğin ''yaşam'' deneyimlerini, gördüklerin karşısında bireysel tutumunu, kendi bakış açındaki farkındalığı, kendi rengini, kendi iklimini, kendi mevsimini, kendi motiflerini gelecek nesillere bırakacağın kadar güzel değil mi bu hayat?
Ufkuklarını açıp, kendi deryanın derinliğinde okuyana aktaracağın her bir duygu, belki de onun yaşamında henüz solmaya yüz tutmuş binlerce çiçeğe can suyu olamaz mı?
Yazdığın şiirler, denemeler, öyküler ya da romanlar, senin dünyanın dışarıya açılan penceresi ise, sen bu pencereden bakan insanların neleri izlemesini tercih edersin.
O penceren bakanlar, bir müddet daha bakmak için duraksarlar mı, yoksa sıkılıp geri mi dönerler?
O pencereden bakan birisi, tekrar geri gelip izlemek için sabırsızlanır mı, yoksa bir daha geri gelmemek için geri mi döner?

Toros dağlarının eteklerinden, sisli vadinin ufuklarına bakarken uzaktan gelen ve mütemadiyen sürüsünü üzeri sislerle kaplı vadinin geniş çayırlarına salan çobanın çaldığı kaval sesi, ne mükemmel bir tılsımdı. Ziyası kah yükselen ve kah alçalan bu nağmeler de , bu kadim toprakların nesillerce birbirine aktarılmış ve günümüze dek gelmiş ağıtları, türküleri, söyleyişleri, neşeleri ve sevinçleri vardı. Tıpkı masalların ve efsanelerin yazısız kültürle yüzlerce yıldır günümüze gelmesi gibi.

Paleolitik ,Mezolitik ve Neolitik çağların yaşanıldığı, Tarihin en kanlı savaşlarının, dönemlerin en huzurlu yüzyıllarının yaşanıldığı, medeniyetlere ev sahipliği yapan bu kadim topraklara sen, kendi yaşamından nasıl bir tohum bırakmak istersin?

Sadece bir mezar taşı mı, yoksa sayfalar dolusu bir dünya mı?



indir.jpg
 
Son düzenleme:

AsyA

Forum Kalemi
Öylesine...
Katılım
1 May 2020
Mesajlar
14,496
Çözümler
1
Tepkime puanı
38,703
Puanları
113
’Beklemeyi bekletti de gönlüm, bir ses vermedin
Terk etti ruhum beni, gelmedin
Gördüm de seni , bir kerece baktın ,geçtin
Ben ayrılığı bilemedim ey gözüm, bilemedim.
Dağları terk ettim rüzgarlarına
Heybem de mektupların düştüm yollarına
Kucağımdan da mı sıcaktı toprak
Terk-i diyar ettin beni cansız dünyama.
Susmayı da susturdu hayalim de ki gülüşün, ey gözüm
Yakıştı mı bize ölüm...''
Ah Çoban Hayri ah fkagla1
 

Ayhan Yalçın

Yeni Üye
Ayhan Yalçın
Katılım
27 Ağu 2021
Mesajlar
97
Tepkime puanı
539
Puanları
93
Yaş
41
Konum
Kocaeli
Burç
Balık
Hobim
Fotoğraf Sanatı. Edebiyat.
İsim
Ayhan Yalçın
Meslek
Yazar, Fotograf Sanatçısı (Kocaeli Şehir Tiyatrosu)
Memleket
Kocaeli
Cinsiyet
Takım
lIr3ry
Şairle Bir Gece / 1. Mektup

'Gün batar, şair'e yeni bir gün doğar''


‘’Neymiş efendim, ‘’mutsuz bir adamın bütün bir ömrünü’’ şiir olarak yazacakmışım. Bu mümkün mü canım? Olacak iş mi? Bir adam, ya da bir hanım efendi, ya da başka biri işte, ömrünün sonuna kadar mutsuz olabilir miymiş?

Hangi akılla yazılır böyle saçma bir şiir?
Ben yazamam azizim, şayet yazacak biri varsa da alnını karışlarım. Hem söyler misin, şiir yalnızca mutsuz insanlar için mi yazılır, ya da şiir i yalnızca mutsuz insanlar mı yazar?’’

Kireçli, beyaz boyası yer yer kararmış merdiven dairesinin duvarlarına tutunarak çıkarken bunları düşünüyordu şair. Bir an durmuş, elini kırışmış kahverengi ceketinin sağ cebine atmıştı. Bir süre yokladığı sağ cebinden aradığını bulamamış olsa gerek, elini iç cebine ve ardından, koltuğunun altındaki dosyayı çıkmakta olduğu merdiven basamağına bırakarak telaşla ceplerini yoklamaya başlamıştı.

Aynı cepleri tekrar tekrar kontrol ediyor, her elini cebini atışında yüz mimikleri değişiyordu. Yüzünde ki telaş ve korku artmaya başlamıştı ki, tekrar elini ceketinin iç cebine atması ile parmağı, ceketin iç cebinin delik olan kısmına takıldı. Bir an duraksadı ve elini ceketinin cebinden çıkarıp, ceketinin eteklerini yoklamaya başladı. İşte buradaydı.

Astar ile kumaş arasında kalan anahtarı çıkarmak gerekiyordu. Yüzüne dökülen saçlarını geri doğru atan şair ;
''Olmaz azizim, olmaz. Bir şair mutsuzluğun şiir'ini yazamaz. Gönül kıvrımlarınıza dek işlenmiş bu zifiri karanlığın hiç bir aydınlık tarafı olmayan hislerinizle beni anlayamazsınız. Söylediğiniz şarkılarla beni anlayamazsınız. Baktığınız kapı aralarından esen tipide kaç kişiyi dondurdunuz. Gerçeğe inanıp, hakikati göremeyecek kadar körsünüz. Kendi benliğine kör düğümler atan sizler, bir şiir'de ki özgürlüğü nasıl anlayacaksınız. Onlar ki, anlayabilenin sonsuz göğünde özgürce kanat çırpabilen beyaz güvercinlerdir, size kalsa av tüfekleriyle barut kokutursunuz bu evreni. Neymiş azizin, ayrılık şiir'i yazacakmışım. Hangi ayrılığı yazacakmışım ben, ayrılığı bile ayırabilen gönüllerin anlayabileceği bir ayrılık seremonisi var mı?''

Tüm bunları düşünürken, neredeyse ter düz olan ceketin iç benin daha derinlerinde bir kart vizite dokundu parmakları, elini biraz daha aşağı indirmeye çalıştı, işaret parmağı ve orta parmağı arasında kartviziti sıkıştırıp yukarı çekmeye başlamıştı ki, ilk etapta başarılı olamadı. Elini biraz daha içeri doğru sarkıtarak bu kez tekrar kart viziti parmaklarının arasına sıkıştırıp yavaş yavaş yukarı doğru çekmeye çalıştı. Ve kartvizit iç cebin yırtık astarına takılarak tekrar ceketle astarın arasına düştü. Merdiven basamağında neredeyse ters düz olmuş vaziyette duran şair’in bu garip halini gören kapıcı;

-Abovvv, hayırdır ne oldu sene.

Şair, elini iç cebinden çıkarmış ve merdivenlerin altında kendisine doğru bakan kapıcıyı tanımaya çalışıyordu. Merdiven dairesi dar'dı. Bir kaç adım daha yukarı çıkan kapıcı, şaire doğru saçsız başını uzatıp baygın gözlerle bakarken ;

-Neye bükülüm, sükülüm oldun sen?

Şair, şaşkınlıkla merdiven basamaklarında durup kendisine bakan, kaşlarının gözlerine döküldüğü, kısa boylu, kara kuru bu adamın az önce söylediği cümleyi anlamaya çalışıyordu. Ve üzerinde, neredeyse ters dönmüş ceketini düzelterek ;

-Pardon, bükülüm, sükülüm ne demek?

Kapıcı , şair'in kendisine bakan hayret dolu bakışlarının tesiriyle, merdiven dairesini çınlatan korkunç bir kahkaha kopardı, öyle ki ses merdiven dairesinin boşluğunda yankılanıyor ve sanki gittikçe artan bir uğultu halinde çoğalıyordu...




-

Pembe-ve-Lacivert-Sade-Moda-Kitap-Kapagi.md.png
 

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın yada üye olun!

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın veya kayıt olun!

Kayıt ol

Forumda bir hesap oluşturmak tamamen ücretsizdir.

Şimdi kayıt ol
Giriş yap

Eğer bir hesabınız var ise lütfen giriş yapın

Giriş yap

Tema düzenleyici

Tema özelletirmeleri

Grafik arka planlar

Granit arka planlar