Foruma hoş geldin, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Düşünce Platformumuza Hoşgeldiniz!

Düşünce Platformumuz bilgi ve düşüncenin en özgür adresidir!
Güne, gündeme ve yarınlara dair söyleyeceğim var diyenlerin, günlük koşuşturmaca içerisinde zihin jimnastiği yapmak isteyenlerin özgürlük meşalesi ~ FORUM KALEMİ ~

Özgün Konu Bizim Yazarlık Hallerimiz

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
26.07.2022
spesifikay



‘Dünyaya bir daha gelirsem , aşık falan olmayacağım, ya da mükemmelliyetçi bir ruhla birlikte olmayacağım’ diye diye kendi kendine konuşarak ortalığı toplamaya çalışan kız , eline aldığı kırlentin elinin avucuyla sertçe tozunu alıyor , sinirden olmadık işler çıkarıyordu. Annesi mutfakta koca bir leğen hamur yoğurmuş almış olduğu siparişleri yetiştirmeye çabalıyordu. Kadın ‘Kızzzz nerdesin , gelsene , yetişmeyecek , akşama değin bitmesi lazım keçelerin , çabuk gel ‘ diye bağırdı . O sırada mutfak kapısında beliren Ayşe , sinirden birden gülmeye başladı . ‘’İlahi anne , ne keçesi kete olmasın onlar, hiç güleceğim yoktu , yine kavga ettik Kerim’le , hırsımdan ortalığı dip bucak dökecektim, sayende keyfim yerine geldi.’’ deyip annesinin yanına çömeldi.



Ayşe çok tez canlı bir kızdı. Bu huyu eline sakarlık diline ise laf canbazlığı verirdi. Tam sakarlıkta denilemez aslında insanlara zarar veremediğinden bütün enerjisini eşyalara verir bazen bir bardağı yahut tabağı hışımla duvarlara savurur ortalığa dağılan cam parçalarıyla bütün öfkesi dağılır, sakince söylene söylene döküntüleri temizlerdi. Eğer o an herhangi biri akıl vermeye kalkışırsa ağzına geleni sayar , susmak bilmezdi. Annesi hayret ederdi soluksuz makineli tüfek gibi konuşan kızına. ‘Ay fena olacağım gözünü seveyim tamam kızım yeter ki sus aaa ‘ der masuscuktan bayılır gibi kendisini çekyatın üzerine bırakıverirdi. Ayşe annesinin tansiyon hastası olduğunu bildiği için korkar , hemencik susuverirdi.





Kimi zaman da böyle sinirlenip öfkelendiği burnundan soluduğu vakitlerde daldan dala atlar ne dediğini anlatamaz, aklını toparlayana kadar kendisini işe verirdi. Abisi Ali kardeşinin huyunu bilir ‘Yine kim tavuklarına kişt dedi bakim senin diye ‘ iyice damarına basar Ayşe’yi deli ederdi. Ayşe abisi nişanlısı ile aynı yaşta olduğundan üstelik asker arkadaşı olduklarından abisini bir köşeye sıkıştırır , nişanlısıyla aralarında olup biteni anlatıp abisinden akıl alırdı. Hoş burnunun dikine giden bir kızdı , kolay kolay kimse ikna edemezdi onu. Tecrübelerden ders çıkaracağına bile bile hataya düşerdi. Yanlışta olsa yaşayarak bizzat şahit olarak öğrenmek isteyenlerdendi.





Kerim öksüz ama çok zeki bir delikanlıydı. Üniversiteyi yüzde yüz burslu kazanmış , çocukluğundan beri kendisine bakan amcasına daha fazla yük olmamak için sabahlara kadar çalışıp istediği bölümü üstelik ücretsiz kazanabilmeyi başarmıştı. Ali Kerim’in amcasında kaldığı süre içerisinde yaşadığı zorlukları biliyordu. Askerde can ciğer ahbap olduklarından nöbet tuttuklarında devriyeleri değişir aynı bölgede aynı vakitlerde nöbet tutarlardı. Görev sırasında birbirleriyle dertleşir vatan hasreti , sıla ve özleme dair tüm duygularını bir nebzede olsa hafifletmeye çalışırlardı.





Kerim sayısal derslerde çok başarılı olduğu için , amcasının çocuklarının derslerini zoraki olarak yapmak durumundaydı. Üstelik yengesi kendi çocuklarının ödevi bittikten sonra köylere elektriğin henüz verilmediği, akşamları ispirtodan gaz lambalarının ışığında oturulduğu o zamanlarda , çok fazla gaz gidiyor diye lambayı söndürüp kilere kaldırarak kilitler Kerim sabah namazına kadar mum ışığında ders çalışmak zorunda kalırdı. Anneden babadan mahrum kalmanın büktüğü omuzları gördüğü muamele karşısında ezikliğini iyice depreştirirdi. Acılarını , kederlerini gözyaşlarını içine akıtarak saklardı. Başarıya adadığı hırsıyla okulunda ‘zehir ‘ lakabı almayı sağladı.



‘Helal olsun be Kerim yine en yüksek notu sen almışsın, oğlum ne ile besleniyorsun bize de söyle de bizde nasiplenelim ‘ diye her sınav sonunda Kerim’in başına üşüşürlerdi. ‘Az laf, çok iş ‘ deyip aralarından sıyrılır giderdi Kerim. Kendisini kitap okumaya verdiğinde yahut ders çalıştığında yanında top patlasa duymazdı. Hiç bir kavagaya karışmaz , hiç kimseyle oturup kalmaz, oyunlarda kimse onu gurubuna almaz , zaten sayısal derslerde çözemedikleri soruları sormak dışında kimse Kerim’le muhatap olmazdı. Başı sıkışan Kerim’i kütüphanede ders çalışırken bulacağını bilir , eğer kütüphanede yoksa boş bir sınıfta çocuklara ders anlatırken görürdü.



Köy okulunun arka bahçesinde iki büyük taşa sıkıştırılmış direklerden kaleler oluşturulmuş, hafta bir gün sınıflar arası küçük çaplı futbol müsabakası yapılırdı. Ortaokul son sınıflar bahçede futbol oynarken , Kerim’in amcaoğlu telaşla yanlarına gelip ‘Heyyy ahali beni dinleyin , bizim zehir matematik örtmeniyle tartışıyor , koşun koşun ‘ diye ortalığı velveleye verdi. Oldukça hararetli bir maçın ortasına denk gelen bu çağrı bütün oyuncuların dikkatini celp etmeye yetmişti. Sırtlarından, alınlarından aşağı akan terlere , kuruyan dudaklarına aldırmaksızın maçtaki tempolarını bozmadan sınıfa doğru koşmaya başladılar. Grup halinde merdivenlerden çıkan öğrencilerin koridorda çıkardığı gürültü koğuş inzibatının talimini andırıyordu. Bir kaç adım sonra sınıfının kapısından içeriye bir gurup öğrenci girdi ve tahta da matematik öğretmenine işlem anlatmaya çalışan Kerim’e gözlerini sabitleyip dinlemeye başladı.



Öğretmen polinom sorusunun cevabını yanlış yapmıştı. Kerim bu soruya itiraz ediyor , öğretmenine tane tane işlem hatasının olduğu yeri söylemeye çabalıyordu . Ama öğretmen ısrarla sorunun cevabının doğru olduğunu söylüyor , kendisinden küçük bir genç tarafından uyarılmayı , hatasının bulunmasını hazmedemiyor , inkar ederek olayı örtbas etmeye çalışıyordu. Çıkan gürültüler okulda yankı yapınca , okul idaresinden Rıfkı Bey kapıda belirip ‘ Ne oluyor yahu , bina başımıza çökecek sandık, bu gürültüde nedir ?’ dedikten sonra durumu öğrendi. Branşı matematik olan okul muavimi Kerim’in haklı olduğunu söyleyince tartışma sona erebilmişti. Çocuklar birden ‘ya ya ya şa şa şa Kerim Kerim çok yaşa ‘ deyince öğretmenin yüzü kızarmış , Rıfkı Bey’in de diline düşmüştü o günden sonra .





Kerim ve Ali’nin küçüklük maceraları her nöbetin baş köşesinde yerini alırdı. Ali gülmekten yerlere yatarken Kerim yaşadığı bütün anılarda sahipsizliğin, anne babadan yoksun büyümenin hüznünü tavırlarına yansıtırdı. Alay komutanı Kerim’in mütevazi duruşunu çok beğenir ,evlat sahibi olamamanın burukluğunu ‘Len Kerim oğlum olsa senin kadar sevemezdim , herhalde ‘ diyerek gidermeye çalışır , onu tıpkı bir babanın sevgisiyle sever , kollardı . ‘Mektepliye karışan karşısında beni bulur , ilişmeyin sakın çocuğa mıntıka temizliği yaparsınız ona göre ‘ diye buyurgan konuşur , gözlerinden kederin aktığı bu delikanlıyı teskerisini eline verene kadar gözetirdi.





Ayşe evlendiklerinde şehirde yaşamak istiyordu , köy hayatını sevmiyordu. Halbuki artık köylerin şehirden bir farkı yoktu. Bütün evlere elektrik ve su gelmişti. Derme çatılara güneş enerjisinden çalışan makineler takılmış , sıcak su helalara kadar kullanılır hale gelmişti. Kerim baba yadigarı bu topraklardan ayrılmak istemiyordu. Mezun olmasına son bir yıl kalmıştı ve hiç bir masrafı olmadığından okul dışında çalışıp kazandığı parayı biriktirerek , köyde ki babasının arazisine ev yapmayı planlıyordu. Arazi Ayşe’nin ailesine de sadece beş kilometre uzaklıktaydı . Ama Ayşe inat ediyor ‘şehirde yaşamazsak nişanı atarım’ diye oğlanı daraltıyordu. Bulduğu her fırsatta da abisine şikayet ediyor , arkadaşını ikna etmesi için ona yalvarıyordu.



Ali ; ‘Haklı çocuk , ne diye inat ediyorsun ki , pırlanta gibi çocuk , sana bir fiske vurmaz , bak Fatma’ya -Fatma Ayşe’nin en samimi arkadaşı,sırdaşı dostuydu- şehirli çocukla evlendi de noldu , kocası içki kumar masalarından kalkmıyor , her gün kızı dövüyormuş, ha Kerim temiz çocuk , şehire de gitse duruşunu bozmaz , korkarım sen şirazeden kayar , çocuğu bezdirirsin alimallah ‘ deyip kahkaha atmaya başlardı . Parmaklarını avuçlarına kapatıp yumruk haline getiren Ayşe Ali’nin omuzuna sert bir darbe vururken ‘Ya sen ne biçim abisin böyle , bir ayağımız şehirde olsa fena mı olur yani , ikimizden başka kimi var annemlerin , bir ayağım zaten burada olacak , nolur abi yardım et ,ikna edelim ,ne istersen yaparım ‘diye gerdan kırarak konuşurdu. ‘Valla ikna falan etmem , aferin çocuğa iyi yapıyor , atıyorsan at nişanı , ben de gider Recep emminin kızı Hatçe’yi ona istemezsem namerdim’ deyip yine gülerdi. ‘Seni anneme şikayet edeceğim , istikbalimle de oynuyor hele bak vicdansız seni .’ deyip abisinin yanından ayrılırdı.





‘Kız neye daldın hamur yumuşadı iyice ocağın altını yakıversene ‘ diye bacağına oklavayla hafifçe vurdu annesi. Ayşe yuvarlanan bezeleri açıp içine harcını doldurduktan sonra keteleri dizdiği tepsiyi sağ eliyle yukarı doğru kaldırıp tezgahın yanında ki masanın üzerine koydu. Kırmızı çakmakla yaktığı ocağın gözü göz kırpar gibi bir iki kapanıp açıldıktan sonra orta ayarda yanmaya başladı . Keteden kalan hamurları bazlama olarak pişireceklerdi. Yanan ocağa tavayı yerleştirdikten sonra keteleri pişirmek üzere fırın tepsisine aldı. ‘Ne yapalım sağlık olsun , nişanlısını Hatçe’ye kaptırdı dedirtecek göz var mı bende ?’ derken yüzünde gayri ihtiyari tebessüm belirmişti. ‘Kızzz ne sırıtıyorsun hadi tava yandı ya, çabuk tut elini ‘ diyen annesinin sesiyle bazlamayı kızgın tavanın üzerine koydu. Hamurun kokusu bütün odayı sarmıştı.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
Öğretmen atamaları için listenin açıklanacağı gün erkenden kalkmış, sakal tıraşı olmuş, gömleğimi, kravatımı takmış, televizyon karşısına oturmuştum.

Bu kez açıklanan listede adımın olacağını umuyordum. Gerçi, diğer ve ondan önce ki bir çok atama listesi açıklanırken de bu hisleri taşıyordum. Fakat, sanki bu kez açıklanacak listede benim de adımın olacağına dair içime oturan o heyecan, sabırsızlığıma sebep oluyor, oturduğum koltuğun üzerinde arkama yaslanarak bekleyemiyor, sürekli kalkıyor, odanın içinde geziniyor, balkona çıkıyor ve ardından heyecanla tekrar koltuğa oturup ellerimi dizlerime koyarak bir müddet televizyon ekranına bakıyor yine kalkıyordum.

İnsanın kaderinin, birilerinin dudaklarının arasında olması ne gülünç bir esaretti. Orta okul sıralarında öğretmen olma isteği beni buralara kadar sürüklemişti. Bu yolculuk zordu, fakat öğrendiğim ve edindiğim deneyimler bana çok şey kazandırmıştı… Aklımda kalan daha çok finaller, sınavlar ve kışın bir türlü ısınmayan o lanet olası evdi. Ne diye o bütün kışın rüzgarını, pencere aralarından, kapı altlarından, derin çatlakları bulunan duvarlardan içeriye alan eve yıllardır çakılıp kaldığımı mezun olurken sorgulamaya başlamıştım.

Sahaflardan topladığım el yazması kitapların bir gece tavandan sızan yağmur suyunun altında ıslanıp yapraklarının birbirine yapıştığına şahit olduğum o gün bile, o evden çıkmak istemeyişimi büyük bir hayret ve şaşkınlıkla karşılıyorum. Benim için her biri ayrı ayrı önem arz eden kitaplarıma karşı kıskançlığımı pekala her kes bilirdi. Fakat o an da, sanki can çekişmekte olan kalın ciltli eski kitaplarımı güneş gören bir yere taşıyıp kuruması için dizmek ne büyük bir hataydı, saatler sonra birbirine kaynayan sayfaları yırtılarak açılıyordu.

Ev sahibimiz ermeni asıllı yaşlıca bir kadındı. Çok nadir uğrar, uğradığında bütün odaları gezer, kapıları, pencereleri, duvarları, elektrik prizlerini tetkik eder, her geçen gün eksilen mutfak dolaplarının kapaklarını gördüğünde ellerini beline koyarak ‘’yıkacaksınız evi tepenize’’ diye söylenir, başkada bir söz söylemeyerek burnundan soluyarak çıkıp giderdi. Salonun orasında siyah bir ejderha gibi duran soba, o soğuk kış gecelerinde içine attığımız ne varsa aniden öğütür, boru eklerinden odanın içine dumanlar savurarak yanar ve yandığı gibi sönerek soğumaya başlardı. Bizler soğuğun katlanılmayacak hale geldiği bu gibi durumlarda mutfak dolaplarının kapaklarını söker yakardık.

Spiker kalabalık bir salona ‘’atama listelerimizi açıklamadan önce sayın Milli Eğitim Bakanımızı Konuşmalarını Yapması Üzere Sahneye Davet Ediyorum’’ dedi. Tekrar oturduğum koltuktan kalktım. Bu konuşma bitene kadar çay demler, kahvaltı yapar, bir takım dergilerin makalelerini okur ve hatta dışarda küçük bir yürüyüş yapabilirdim. Tezgahın üzerindeki çaydanlığa su doldurup ocağa koyarken kulağım televizyonda ki sesteydi.

Seslendiği insanlar, bin bir zahmet ve emekle okullarını bitirmeye çalışan öğrencilerdi. Yeri gelip bisküvi ile karınlarını doyuran ve mütemadiyen bir çok kez o nu bile bulamayan insanlardı. Buna ben de dahildim. İstisnaların defalarca kaideleri alt üst ettiği, emeğin, hırsın, azmin, mücadelenin ve bir çok kez savrulmuşluğun, yeniden toparlanıp savaşmaya hazırlanmanın mücadelesiydi. Karşılı yıllarca beklemek, beklemek ve yine beklemekti.

Kızına sınav harcını yatırmak için tarladan kavun toplayıp semt pazarında, güneşin altında hava kararıncaya dek tahta bir iskemlenin üzerine oturup, yere serdiği kavunları gelip geçen insanlara ‘’taze kavun’’ diye bağırmaktan utanan Şefika’nın babası da şimdi bu ekrana bakıyordu.

Ayaklarına giydiği sarı çizmelerle, yerden kürekle kazıdı hayvan pisliğini el arabasına doldurarak dışarıya taşıyan ‘’Ahmet’in, ellerinde ki derin çatlakların içi kirden simsiyah olmuş babası da bu ekrana bakıyordu.

Güneşin altında, birbirine dolanan on iki metrelik inşaat demirlerini el makasıyla belli ölçülerde kesmek için ayıklamaya çalışan, tuttuğu demirin sıcaktan elleri yanan ‘’Hakkı’’nın babası da şu an da, ekran başındaydı.

Ve evlatlarını okutmak için mesailerine mesai katan nice babalar, anneler, dayılar, teyzeler, abiler, kardeşler, eşler nefeslerini tutmuş, elindeki bir takım kağıtların yerlerini değiştirerek uzun uzun nutuklar çeken, biraz sonra yirmi bin sözleşmeli öğretmen atamasını gerçekleştirecek olan Milli Eğitim Bakanını dinliyorlardı.

Biraz sonra sahneye başka bir kürsü çıkarıldı. Üzerinde kırmızı bir buton vardı. Kamera açıları sahneye getirilmekte olan bu kürsüye odaklanmışlardı. Kürsü büyük bir titizlik ve nezaketle sahnenin tam ortasına konuldu. Bizlerin kaderini, geleceğini tayin eden bu kürsünün üzerine sahnenin üstünden güçlü, parlak bir spot ışık yansıtıldı. Milli Eğitim Bakanının bitmek bilmeyen siyasi konuşmalarının ardı arkası kesilmiyordu. Ocağın üzerinde kaynamakta olan çaydanlığı unutmuştum. Ne kadar süredir suyun kaynadığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Oturduğum koltuktan kalkıp çayımı demledim, önümdeki masaya kahvaltılıkları dizdim ve evin anahtarını yanıma alarak ekmek almak için dışarıya çıktım. Dışarıda hava, bulutlu ve serindi. Fırına girdim, önümdeki cam tezgahın içinde ki kuru pastalara, tatlılara ve tepsiler içinde böreklere bakarken karşımdaki odun fırınında ekmek hamuru açan beyaz önlüklü adamın dükkanın sağ köşesinde bulunan televizyona baktığını fark ettim. Elleri, beyaz mermer tezgahın üzerine açtığı hamurun üzerinde kalmış, dikkatle Milli Eğitim Bakanının söylediklerini dinliyordu. Benim ona baktığımı fark edince işine koyuldu. Ben arkamdaki raflardan iki taze ekmek alarak dilimlenmesini rica ederken ‘’siz de evladınız için atama bekliyorsunuz sanırım’’ dedim. Yüzüme bakmadan önünde ki hamurla meşgul olurken ‘’hayır, kendim için’’ dedi. Ekmeğin ücretini ödeyerek Fırından çıktım ve eve gitmek için binanın kapısından geri dönerek caddede gezinmeye karar verdim.

Yanından geçtiğim dükkanların içine, açık olan televizyon var mı diye bakıyordum. Neredeyse bütün esnafın bu açıklamaları izlediğini, yürüyüş yolunda banklar üzerine oturup telefon ekranına bakan ve adeta izlediği ekrana odaklanmış insanların çokluğu karşısında şaşkınlığımı gideremedim. Eve döndüm. Eve dönerken sağımdan solumdan geçen, hızla yolunu başka bir tarafa sapan, omzuma çarparak yürüyen tüm bu insan kalabalıklarının atama bekleyen öğretmen adayları olduğunu zannetmek bütün ümitlerimi alt üst etmişti.

Hızla merdivenleri çıkarak kapıyı açtım ve içeri girdim. Kravatımı çıkarıp koltuğun üzerine savurdum. Pantolonumu ve gömleğimi çıkarıp daha rahat şeyler giydim ve kahvaltı yamak için koltuğuma oturdum. Milli Eğitim Bakanı yapılan yollardan, köprülerden, tünellerden bahsederken televizyonu kapattım.

Rita Chepurchenko dinlemek daha keyifli olacaktı. Ben mezun olalı henüz iki yıl olmuştu, ya o fırıncı? Henüz saçımın sakalımın ağarmasına epey bir zaman olduğuna göre, birkaç yıl daha beklemekten bir şey olmazdı…

Dayanamayıp tekrar Televizyonu açtım. Devlet erkanından bir çok kişi, az önce sahneye taşıyan ve üzerinde kırmızı butonun bulunduğu masanın etrafını sarmış, hepsi ellerini üst üste koyarak yavaş yavaş, dışarda, sokakta, evinde ve belki de telefonu çeksin diye daha yüksek bir dağa tırmanan insanların küçük bir kısmının geleceğine ışık tutmak, diğerlerinin hayallerini ertelemek, sevinçlerini kursaklarında bırakmak adına kırmızı butona basıyorlardı.



27.07.2022

Ayhan Yalçın
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
27.07.2022
spesifikay


Serçe kuşlarının daldan dala sevinçle uçarak şarkı söylercesine ötüştüğü , ağaç tomurcuklarının baharın müjdecisini verircesine birer birer açtığı bir Cuma günüydü.

Elif çoktan uyanmış , elini yüzünü yıkayıp kahvaltısını ettikten sonra heyecanla çantasını hazırlamaya koyulmuştu. Her Cuma arkadaşlarıyla uzun teneffüs saatinde biriktirdikleri koleksiyonu okul bahçesinin banklarına itinayla dizerler tıpkı bir gösteri şöleni düzenleyerek aynısından bir kaç tane olan koleksiyon parçasını farklı bir parça ile değiş tokuş ederlerdi. Elif kokulu kağıt biriktiriyordu. En sevdiği arkadaşı Sebahat’ın peçete koleksiyonu vardı. Sebahat’ın annesi başka evlere gündeliğe gittiği için kızına oralardan oldukça farklı neredeyse kimsenin bulamadığı peçeteler getirirdi. Öyle imrenirlerdi ki koleksiyonuna ‘Biz satın aldığımız halde bu kadar güzelini bulamıyoruz Sebahat , ne kadar şanslısın , lütfen şu papatyalı peçeteyi bana verir misin ?’ diye gözlerine kestirdikleri peçeteye sahip olabilmek için kızın başına üşüşürlerdi.

Okul civarında ki bütün kırtasiyeler sanki sözleşmiş gibi her cuma yeni bir kokulu defter çeşidi getirir, Elif tam koleksiyonunun son parçasını da tamamladığını düşündüğü an tezgahta gördüğü yeni çeşitlerle en baştan bütün bedenini saran bir heyecanın içerisinde bulurdu kendisini. Bir yandan da koleksiyonuna yeni parçalar bulabilmenin mutluluğunu yaşardı. O kadar seviyordu ki , barbie bebeklerine gösterdiği özeni kağıt parçalarına da gösteriyor , şeffaf bir dosyanın içerisinde küçükten büyüğe doğru sıralıyordu. Kalpli , dikdörtgen , kare üzerinde en güzel çiçeklerin, tavşanların , çizgi film karakterlerinin , artistlerin ve daha bir sürü figürlerin yer aldığı rengarenk tıpkı bir jelibon gibi kokan kağıtlara baktıkça minicik gözleri sevinçle parlıyordu.

Oda kapısının aralığından, üzerinde uzun mavi çiçekli penye geceliğiyle duran annesi mamur gözleriyle kızına şefkatle sordu; ‘Bugün sınavın var mı ?’ Elif işittiği soru karşısında daldığı hülyanın tesirinin izlerini mimiklerinde taşıyarak , kaşlarını yukarı doğru kaldırmış , omuzlarını da havalandırarak ‘Hayır annecim, sınavım yok’ demişti. Annesi tam içeriye doğru gideceği sırada ‘Annecim , bu günde okula Sebahat’le beraber gidebilir miyim ?’ dedi usulca. Geçen hafta Cuma günü ilk defa arkadaşını evinde ziyaret edip okula birlikte gitmişlerdi.


Sebahat hemen iki sokak ötelerinde okuldan bir sokak mesafede beş katlı bir binanın kapıcı dairesinde oturuyordu. Elif binaya girip merdiven basamakları aşağı doğru inerken basamakların hiç bitmeyeceğini sanmıştı. O kadar çok aşağıya inmişti ki karşısına çıkan daireyi gördüğünde hayreti iki katına çıkmıştı. Metrekaresi oldukça ufak tek göz bir odaydı Sebahat’ın kaldığı ev. Üstelik iki kardeşi ve anne babasıyla toplamda beş kişi aynı odada uyumak zorunda kalıyordu. Oval bir alçılı bölmenin ardında anca iki kişinin sığabileceği adına mutfaktan ziyade kiler denebilecek minicik oda daha vardı. İki gözlü ocak ancak sığabilmişti. Duvarda dört katlı beyaz boyaları soyulup dibindeki tahtası görünen , raf kenarlarından aşağıya doğru tahtanın çirkin görüntüsünü yok edebilmek için serilmiş kelebek desenli muşamba sarkıyordu.



Ocağın sağ tarafına yanlamasına sığdırılmış büyük mavi tüp üzerine annesinin çeyizinden olduğunu düşündüğü bembeyaz kuğu desenli bir dantel vardı . Etrafını kırmızı bir kurdele ile fiyonklamıştı. Tüpün iki karış üzerine arkadaşının babası ekstra iki katlı bir dolap yapmış. Dolabı Elifle beraber boyamışlardı. Altın sarısı simli boya ile boyadıkları tahta sandukayı duvarda asılı görünce gözlerine inanamadı Elif. Sebahat oyuncak sepeti yapıyor sanmıştı. Duvarları basık , gün ışığından yoksun olduğu için epey bir karanlık , pencere diplerinin yeşilimsi küf kabarcıkları oluşturduğu , dışarıdan içeri girenin burnuna keskin bir nem kokusu bırakan bu tek göz odada yaşamasına rağmen Sebahat ,okulda oldukça güler yüzlü , sevecen , neşeli bir kızdı. Ablasıyla aynı odayı paylaştığı için şikayet ettiğine çok utandı Elif o gün. Bir daha da asla ablasıyla kavga etmedi. ‘Hadi bize bahçeden biraz yeşillik toplayıp getirin’ demişti arkadaşının annesi. ‘Bahçe mi?’ diye gözlerini nasıl irice açarak şaşkınlığını ifade etmişti Elif.



Bu tek göz odanın binanın arka tarafına açılan kocaman bir betondan bahçesi vardı. Yüksekçe istimlat duvarının arasında kalan bu upuzun bölmeye Sebahat’ın annesi küçük masa ve sandalyeler yerleştirmiş, toprağın olduğu kısma da biber, salatalık, domates ve tam karşısına renk renk çiçekler ekmişti. Elif en çok mor menekşelerin kokusunu beğendi. Eğilip , eteğini usulca toplayarak içine doğru çeke çeke kokladı.


Yeşillikleri toplarken ,küçücük bir kapıdan cennete açılan masalsı bir yolculukta olduğunu hayal etmişti. Kim derdi ki bu köhne rutubet kokan tavanı dökülmesin diye ahşap tahtalarla örülmüş , tahta kurularının ısırıklarıyla çoğu geceler uyuyamayan , soğuk kış gecelerinde odada yer olmadığından mutfak demeye bin şahit isteyen ufacık mekana kestane sobasını anca sığdırabilip , ayakların buz kestiği o uzun günlerde ısınabilmek için birbirlerine sıkıca sokulup yorganların altında yatan bu ailenin sonsuzluğa kapı açtıkları kocaman bir bahçeleri olduğunu . Kimse tahmin edemezdi. Ama vardı işte . Büsbüyük bir bahçe vardı , hem de iki beton binanın ördüğü duvarların tam ortasında , sanki iki dağdan şarıldayan bir şelale gibi insana huzur veren güzel bir bahçe. Elif burnuna gelen keskin koku ile daldığı düşten sıçradı ;


‘Aaa soğan kavurması kokuyor.’ dedi heyecanla. ‘Evet, annem yumurtayı soğan kızartmasının üzerine kırarak pişirir. Sen hiç yedin mi ?’ diye sordu Sebahat. ‘Hayır yemedim, benim annem biberi kızartıp , domatesleri pişirdikten sonra üzerine yumurta kırıyor. ‘ diye cevap verdi Elif. ‘Biz domates ve biberi çiğ tüketiyoruz, babam öyle daha sağlıklı olduğunu söylüyor, köyde tarlalardan domates toplarken , elimize gelen ufak domatesleri şalvarlarımıza silerek parlatır , hasır şapkalarımızın altından güneşe doğru selam vererek bir güzel yerdik.’ dedikten sonra birlikte gülüşerek içeri geçtiler.

Elif o gün yediği yumurtalı soğan kavurmasının lezzetini de hiç unutamamış, okuldan eve döndüğünde arkadaşını , annesini kaldıkları evi bir bir önce annesine , sonra ablasına anlatmıştı. Sonra bir gün sınıf öğretmeninin Sebahat’a hediye ettiği bot aklına geldi. Teneffüs saatinde öğretmeni kimseye hissettirmeden bir paket vermiş , ertesi gün ayağında botları görünce en yakın arkadaşı olduğu için öğretmeninin hediyesi olduğunu anlatmıştı. Durumu iyi olan bir kaç aile birleşip bot almışlardı. O zamanlar amcası iflas ettiği için babası maaşının bir kısmını amcasına veriyor dolayısıyla bazı masraflardan kısmak zorunda kalıyorlardı. O kış ayakkabı alamamıştı Elif’e babası onun için.

Ayakkabıları da su kaçırıyor, okuldan eve gelene kadar çorapları sırılsıklam oluyordu, banyoda ayakkabı fırçasıyla iyice temizlediği ayakkabısını gazete kağıdın üzerine koyarak sobanın dibinde kurutuyordu. Hatta bir gün gazetenin tarihine bakmayı unutmuş o günün gazetesi üzerine ayakkabılarını kuruması için altına sermişti gazeteyi . Babası günün gazetesini bulamayınca oldukça sinirlenirdi. Öyle korkmuştu ki dayak yiyeceğini sanıyordu . Kanepenin bir köşesine gizlice saklanmış öylece bekliyordu. Halbuki Elif babasından bir fiske dahi yememişti. Ama babası öfkelenince o kadar yüksek sesle bağırırdı ki korkudan ödü kopardı Elif’in. Ayaklarını karnına doğru çekip çömelerek saklandığı kanepe arkasından birden ortaya çıkmış, koşup babasının ayaklarına sarılmış ‘ özür dilerim babacım yanlışlıkla ayakkabım kurusun diye altına sermişim , haftalık harçlığımdan kesebilirsin , lütfen babacım dövme beni’ diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

Erdem Bey kızına ayakkabı alamadığı için bir kez daha içi burkulmuştu. Kızının başını okşarken ‘ üzülme kızım canın sağolsun , ama bir daha ki sefere tarihine bak olur mu? , bir sürü gazete var , alt tarafı bir kağıt parçası senden kıymetli mi? , ama illa bir ceza istiyorsan olur haftalığından keserim ‘ demiş fakat kızının haftalığını eksiksiz vermişti.


Annesi ; ‘Peki gidebilirsin , ben bir şeyler hazırlamıştım onları da çantada koy , arkadaşının annesine ver olur mu? Yakanı takmayı da unutma’ dedi. Elif elini boynuna doğru götürdüğünde yakasını ütü masasının üzerinde unuttuğunu anladı. Allah’tan ütünün fişini çekmişti. Her sabah yakasını ütüleyip öyle takardı. Ütü masasının üzerinden uçlarında çiçek kabartmasının bulunduğu beyaz yakayı alıp boynuna takarak düğmesini ilikledi. Sonra annesinin hazırladığı paketi çantasına yerleştirdi. Ayakkabılarını giydikten sonra ‘Allahaısmarladık annecim ‘ diyerek evden çıktı.


Kaldırım taşlarının çizgilerine basmamaya özen göstererek okul yoluna doğru ilerlerken aklından kırtasiyeye ‘acaba bu hafta hangi çeşit kokulu kağıtlar geldi ki ‘ diye geçirip , tatlı tatlı düşünüyordu.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
28.07.2022 / Ayhan Yalçın


Sessizce kapıyı açarak odasına girdi. Masanın üzeri her zaman olduğu dağınıktı. Yarım kalmış çay bardağının içine sigara izmaritleri atılmıştı. Ağzına kadar izmaritlerle dolu olan kül tabağının yarısı küllerle birlikte masanın üzerine dökülmüştü. İçerisi sigara dumanı kokuyordu.

Kalın fon perdeyi çekerek pencereyi açtı. Dışardan gelen temiz serin hava odanın içine girdi. Masanın üzerinde ağzı açık bir zarfın içinde mektup vardı. Zarfı eline aldı. Zarfın üzerinde herhangi bir alıcı adresi yoktu. İçindeki kağıtları çıkararak masasının üzerine bıraktı. Mürekkep şişesinin içine bırakılmış ve masanın ucunda duran kalemi geri itti. Sandalyeyi çekerek oturdu. Önünde üst üste dizilmiş dergiler ve gelişi güzel katlanmış gazete ekleri vardı. Birkaç kitap, sayfaları açık olarak ters çevrilmiş durumdaydı. Uzanıp ters çevrilmiş kitaplardan birini aldı ve altı çizili satırları okudu;

‘’hiçbir şeyi ile pişmanlık duymayacağınız bir hayat yaşayın. Geri dönüp baktığınızda yaşadığınız bütün anılar hatalarla dolu olsa da ‘’ben yaptım’’ değin. Aksini iddia etmeniz neyi değiştirir ki? Kimseye, ne şekilde olursa olsun hesap vermeyeceğiniz ve hesap sormayacağınız bir ömrünüz olsun. Sevin, çok sevin, fakat körü körüne değil, görerek, hissederek, dokunarak yaşayın. Bir gün her şey sizinle birlikte toprağa karışıp yok olacak. Yok olacaksınız. Bu gün içinizde dinmeyen fırtınaları harekete geçirip her şeyi birbirine kattığını zannettiğiniz rüzgar duracak. Son nefesinizi verirken gözlerinizin önünden geçen bir film şeridi ömrünüzde son gördüğünüz şey mutlu anılarınız olacak.’’

Kitabı burada okumayı bırakarak tekrar masanın üzerine aynı şekilde bıraktı. Kül tabağından yayılan o iğrenç izmarit ve kül kokusu genzini yakıyordu. Ayağa kalkarak kül tabağını aldı, dışarı, uzaklara sallamak istedi. Kapıdan çıkarak mutfağa girdi ve ağzına kadar dolu olan çöpün üzerine dökerek, çöp kovasının kapağını kapattı. Çöpü de dökmek gerek diye geçirdi içinden. Tezgahın üzerindeki bulaşıklara baktı. Daha fazla bakmak istemeyerek odaya girdi. Çok iş vardı. Bu küçücük odası ile mutfak onun yaşam alanıydı ve biraz daha ziyaretine gelmese her şey birbirine karışacak, odası mutfağa, mutfak odaya taşınacaktı. Tekrar masanın başına oturdu ve zarfın içinden çıkardığı mektubu parmaklarının arasına alarak açtı. Onun el yazısıydı. Mürekkeple yazmıştı. Karşısında duran daktilonun haznesinde yarım kalmış bir kağıt asılıyordu, uzanıp kağıdı kaldırarak okudu ‘’Bütün samimiyetimle itiraf ederim ki, o cinayeti ben işledim’’ bu kelimeleri okuduktan sonra yüzündeki hayret korkuya ve endişeye dönüştü. ‘’Nasıl yani’’ diye seslendi. Kağıda doğru eğilerek okumaya devam etti ‘’1. Sahne 2. Perde. Aysel mahallenin manavı önünden geçerken çırağa selam verir ve konuşmaya başlar…’’ derin bir nefes aldı. Bu bir tiyatro oyunuydu. Yüreği ağzına gelmişti. Bir tavuk kesemeyecek adamın cinayet işlediğini ve bunu itiraf etmek için savunma yazdığını düşünmüştü. Tekrar koltuğuna yaslanıp iç çekerek mektubu eline aldı. Tam bu sırada kapı vuruldu. Bekledi. Kapı vurulmasından ziyade bir şeyin sertçe yere düşmesini andıran ses, tekrar duyuldu. Evet, kapı vuruluyordu. Yerinden kalkıp dışarı çıkarak holden geçip dış kapıyı açtı. Kapının önünde duran adam karşısına çıkan bayanı görünce şaşırdı. Gergin ve sinirli yüz hatları yumuşadı ve kekeleyerek ;

‘’özür dilerim hanımefendi, beyefendi evdeler mi?’’ Bunu söyleyen adam ellerini önüne bağlamış başını sol tarafa eğmişti. Sanki büyük bir kabahat işlemiş gibi konuşuyordu. ‘’buyurunuz ben yardımcı olayım’’ dedi. ‘’eee şey, nasıl desem, ben sonra geleyim’’ dedi. Geri dönecekken ‘’lütfen, istirham ederim buyurunuz’’ dedi kapıyı açan bayan. ‘’ben ev sahibiyim’’ diye söze başladı karşıdaki kel başlı, uzun çeneli ve gözlüklü adam ‘’uzun zamandır kirayı ödemiyordu beyefendi, ne zaman kapısını çalsak açmıyor, arkadan anahtar deliğinden izleyip gitmemizi bekliyordu, kira parasını almaya geşmiştim’’ tüm bu sözleri söylerken utanıyor, sıkılıyor, sözlerin sonuna doğru çıkan nefesi alçalıyordu. Kadın ‘’bekleyiniz lütfen’’ dedi, tekrar içeri girdi ve elinde deri pahalı bir çantayla geri döndü. ‘’Kaç para borcu vardı’’ diye sordu. Ev sahibi gözlerini tavana dikerek kafasından hesaplar yaptı ve karşısındaki genç, güzel bayana dönerek ‘’ yirmi beş lira efendim’’. Ev sahibi karşısında bulunan bayanın kırmızı kısa eteğine, aynı şekilde kırmızı tişörtüne utanarak bakıyor, göz ucuyla kusursuz fiziğini izliyordu. Bayan çantasından çıkardığı küçük bir cüzdanın içinden bir deste dolar çıkardı ve içinden çektiği otuz doları ev sahibine uzattı ‘’üstünü diğer kiralara sayarsın’’ dedi. Ev sahibinin ince kara parmakları titreyerek dolara uzanmış ve almıştı. Bunların kaç Türk lirası yaptığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Elinde tuttuğu para bakarak öylece kalan ev sahibinin yüzüne kapıyı sertçe kapattı. Ev sahibi şaşkınlık içinde binanın dış kapısına yürürken arada arkasına bakıyor ‘’ulen ammadan kadın be, bu sefil adam nereden bulmuş böylesini’’ diye geçiriyor içinden geçiriyordu.

Çantasını oturma odasındaki koltuğun üzerine bırakan kadın tekrar odaya girmiş ve mektubu eline almıştı. Bu kez okuyacaktı. Ne olursa olsun. Parmakları arasındaki mektubu açtı ve okumaya başladı…

‘’Sevgili kadınım, sence de çok olmadı mı gideli. Bana en fazla bir yıl sonra geri döneceğim dedin, keşke ben de gelseydim. Seni özledim. Yazdığım film senaryosu kabul edilmedi. Başka bir ajansla görüştüm benden şimdilerde çokça popüler olan Arabesk içerikli bir senaryo istediler. Allah aşkına yazamıyorum. Baştan sonra bir dram yazamıyorum. Bilirsin benim yazacağın eserlerin hiciv dolu olması gerekir, aksi takdirde ben bu eserlerime devam edemem. Seninle birlikte yazmakta olduğum ev yarım kalan ‘’Ayın Gölgesinde Yarım Kalan Kadeh’’ isimli çalışmayı bitirdim. Birbirine aşık olan bir gencin hikayesi sonrasında nasıl bir kan davasına dönüştü aklım almıyor. Artık sen gelmeyeceksen ben geleceğim. Gecen gün Güneş gazetesinden aramışlar beni, evde olmadığım için not bırakmışlar. Kültür sanat köşesinde yazmamı istemişler. Henüz bir cevap vermedim. Lösemili çocuklar vakfı için yazdığım tek kişilik oyun şu an da bütün şehir Tiyatrosunda sahnelenmekte, eğer birkaç içinde gelebilirsen birlikte izlemeye gideriz. Bana sürekli partilere kaydolmam ve siyasete girmem hakkında telkinlerde bulunan arkadaşlarım vardı. Bir yazarın tarafsızlığından, sanatın siyasetin dışında çok farklı bir alan olduğundan, bir sanatçının her hangi bir yalanı yaratarak ona inanıp diğersi gün ‘’hayır efendim bu düpe düz bir yalan’’ demeyi beceremeyen insanlar olduğunu anlattığımda bana ‘’siyaset demokrasidir, özgürlüktür’’ nutukları atmışlar ve iki gün önce siyasi görüşlerinden dolayı içeri girmişlerdi. Anlatacak çok şey birikti. Odama kapanıp günlerce gecelerce yazıyor, yazıyorum. Yazdıklarımı yırtmak ve yeniden yazmak bende alışkanlık haline geldi. Sen olsaydım hepsini saklar, biriktirir, arşiv yapar ve değerlendirirdin. ‘’

Mektup burada bitmiş ikinci sayfaya geçmişti. Sanırım bu mektubu göndermiş olsaydı mektup İngiltereye ulaşana dek kendisi buraya gelecek ve okuyamayacaktı. Sahi neredeydi bu adam. Geleceğini sürpriz yapmak için söylememişti. Mektubun diğer sayfasını okumak için eline aldığında kapının kilidi dışardan çevrildi ve kapı açıldı. Bir takım poşet seslerinin ardından kapı kapandı. Oydu. Ayağa kalktı. Heyecanlanmış ve yüzü kızarmıştı. Elindeki mektubu masanın üzerine bırakarak antreye fırladı. Kapının önünde ellerinde poşetlerle karşısında gördüğü eşine koşarken adam şaşkınlıkla ellerindeki poşetleri yere bıraktı. Domatesler, biberler, elmalar, soganlar, patatesler holün dar koridorunda yuvarlanıp etrafa saçılırken sarılmışlar, sımsıkı sarılmışlardı…
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
28.07.2022
spesifikay


Çocuk gözleri ağlamaktan kızarmış bir şekilde odanın kapısını yavaşça açtı. Kızının yatağında bir süredir uyanmış olan anne , duvara dönük başını kapı yönüne doğru çevirip baktığında oğlunun yaşlı gözlerini gördü. Yüreği ansızın burkulan kadın , kollarını açarak göğsüne sokulan çocuğa kayıtsız kalmadı ‘Noldu kuzum, niye ağladın?’ diye sıkıca sarıldı. Çocuk annesine yeni kavuşmuşcasına sesini çıkarmadan bir süre öylece durdu. Boynuna sıkıca sarılan yavrusunun ruh dünyasında neler olduğunu anlamaya çalışan anne , babasının yanından getirilen çocuğu gözlemlemeye çalışıyordu.



Çocuğun minik ellerini usulca kendinden uzaklaştırırken yanaklarına kocaman öpücükler konduran anne ‘Seni evde bırakıp gittim mi sandın ?’ dedi oğlunun gözlerinin içine bakarak. Araf hiç sesini çıkarmadan evet anlamında başını önce yukarıya kaldırıp sonra aşağıya indirdi. Ağlamamak için kendini tutarak yutkunan kadın , oğluna bir kez daha sıkıca sarılarak ‘Hiç seni bırakıp gider miyim ? Sana haber vermeden gider miyim oğlum?’ dedi. ‘Hadi güzelce yüzünü yıka hazırlanalım gezmeye gideceğiz , sana sürprizim var ?’ dediğinde ‘Ne sürpriz mi , senden iyi anne mezarda olur ?’ deyiverince az önceki kasvetli hava birden bire yok olmuş anne oğul gülmeye başlamışlardı.



Araf annesi ve babası ayrıldıkları için babasının yanında kalıyordu. Kendisinden yaşça küçük bir tane daha erkek kardeşi vardı . Üç kardeştiler. Ablası annesiyle birlikte yaşıyordu. Kuzeniyle buluşmaya giden kızının odasını temizleyip havalandıran anne , gün kararıp güneş bütün aydınlığını ve sıcaklığını geceye teslim ettiğinde tek kişilik çekyatın üzerine yorgun bedenini dinlemek üzere bırakmış , öylece uyuyakalmıştı. Sabah annesinden erken uyanan Araf , bütün odalara bakıp annesini bulamayınca korkmuş , evde yalnız kaldığını düşünüp son bir umut ablasının odasını kontrol edince annesini bulmanın endişeyle karışık heyecanını yaşamıştı.



Hevval tek kız olmanın kendisinde var ettiği bütün şımarıklıkları bariz bir şekilde acımadan kardeşlerine yansıttığı için erkek kardeşleri odasına adım atmaktan oldukça çekinirlerdi. Küçük kardeşi Araf’a göre daha korkusuzdu. Dayak yiyeceğini bilse bile ablasının arkadaşlarıyla buluştuğu kendisinin annesini ziyaret ettiği günlerde mutlaka odaya girmenin bir bahanesini bulur ablasını gıcık ederdi.



Hava sıcaklığının günün ilerleyen vakitleri boyunca artarak çoğaldığı , insanların bunaltıcı sıcaktan serinleyebilmek için mütemadiyen su tükettiği bir yaz günüydü. Banu arkadaşlarıyla planladığı pikniğin hazırlıklarına başlamadan önce sık sık telefonundan saati kontrol ediyordu. Araf yanına geldiğinde saat daha sabahın altısıydı. Oğlu banyodan çıkana değin mutfağa giderek çay demlemek üzere akşam çitileyip hazır halde ocağa bıraktığı çelik parlak demliğin büyük parçasına su doldurmak üzere içme suyunun yer aldığı arıtma musluğunun önüne tutarak doldurmaya başladı. Su dolu demliği ocağın orta bölümüne elektirikli çakmağın iki defa çınlayarak yanmasının ardından kaynamaya bırakırken demliğin üst ve daha küçük olan parçasına ocağın hemen sağında ki dolabın üst rafından çıkardığı çay kutusundan , iki kup ölçüyle çay doldurup , buzdolabının orta rafından komşusunun memleketinden getirdiği tarçın tomurcuğu şiseni alıp bir tutam tarçını da ekledikten sonra , kaynamak üzere ocağa yerleştirdiği büyük demliğin üzerine koydu.



Araf yüzünü yıkadıktan sonra oturma odasında tabletini eline almış oyun oynuyordu. Banu elini yüzünü yıkadıktan sonra Araf’ın yanına geldi. Ve şahit olduğu manzara karşısında gözlerine inanamadı. Kanepenin baş ucundaki yastığa uzanarak oyun oynayan Araf’ın ayakları ileri doğru uzanmış vaziyette duruyordu. Ayaklarının alt kısmında topuklarına doğru yer yer çizikler , soyulmuş derisinin kabuklaşmış köşeleri çizgi darbelerinin ayağın hassas kısımlarında oluşturduğu kızarıklıklar gözüne çarpmıştı. ‘Aman Allahım nolmuş bu çocuğa ‘ diye geçirdi içinden. Oğluna farkettirmeden ayak ucuna oturup ayaklarını havalandırarak kucağına aldı. ‘ Biraz konuşalım mı ?’ deyip oğlunun gözlerinin içine baktı. Oyununu bırakan çocuk , bakışlarını annesine çevirdi. Gözlerinde hüznün ve kederin bıraktığı izler annenin gözünden kaçmamıştı.



‘Anlat bakalım , abinle neler yaptınız ? Kaç gündür yoksun çok merak ettim , hem de özledim ?’ diyen kadın içten tebessümü ve şefkatli sesiyle oğlunun iç aleminde neler olup bittiğini öğrenmek istiyordu. Abi dediği Araf’ın amca oğluydu. Anne ve babasını kaybeden Yasin uzun bir süredir babasıyla birlikte onların yanına yerleşmişti. ‘Bir şey yapmıyoruz ki , ben uyandığımda kardeşimi de alıp evden gitmiş oluyor , tableti de oynamam için bana bırakıyor .’ dedi çocuk bir çırpıda. Neden uyandığında korktuğunu şimdi daha iyi anlamıştı kadın. Demek ki evde tek başına bırakılıyor , baba işe gidince abi de ufaklığı alıp gezmeye çıkıyordu. Daha fazla üstelemedi. Ansızın çocuğu sıkıştırmak ters tepebilirdi. Önceden planlanmış bir piknik gezisinin üzerine denk gelmesi harika bir tesadüf oldu diye düşünmekten kendini alamadı kadın. ‘Biliyor musun , Yasemin teyzenlerle pikniğe gideceğiz, üstelik Kübra teyze ve çocukları da gelecek. Ben şimdi köfte yoğuracağım , hadi sende üzerini değiştirip bana yardım et bakalım .’ deyince Araf ‘Neeee köfte mi , senden iyi anne mezarda olur.’ deyince Banu bu sefer buruk bir şekilde gülümsedi.



Mavi yoğurma kabına akşamdan dolabın üst bölmesine çözülmesi için çıkardığı kıymaları şeffaf poşetinden çıkarıp , üzerine kırdığı iki yumurta , eklediği köfte baharatları yaklaşık bir su bardağı öğütülmüş ekmek kırıntılarınıda katarak , sağ eline geçirdiği siyah naylon eldivenle harcı yoğurmaya başladı. Parmaklarının arasında birbirine karışan malzemeleri izlerken oğlunun ayağında gördüğü manzarayı aklından silmeye çalışıyor , ‘ne olursa olsun sebebini mutlaka öğrenmeliyim?’ diye tahayyül ediyordu.



Mesire alanı otobüs güzergahının son durağında yürüme mesafesindeydi. Banu alana yalnızca bir kaç durak geride oturuyordu. Şehrin merkezinde oturan iki arkadaş buluşup kendi özel arabasıyla gelecekti. Banu çayı iki buçuk litrelik siyah başlıklı gri çelik termosa süzerek aktardıktan sonra kapağını sıkıca kapattı ve üzerinden ittirilerek doldurulan kapağın kapalı gösteren düğmesini sola doğru kaydırdı. Piknik çantasına yerleştirilmesi gereken eşyaları birer birer mutfak kapısının hemen solundaki turuncu örtü serili mutfak masanın üzerine bıraktı. Bacak vidaları gevşemiş masa ağırlığın etkisiyle sağa sola yalpalıyor , gıcırdayan vida başlıkları kulağı tırmalıyordu. ‘Bir ara vidaları iyice yerine oturtmak lazım’ diye içinden geçirdikten sonra masanın üzerindeki eşyaları gözleriyle süzüyor , eksik bir şey kalmaması için dikkatlice piknik çantasına yüklüyordu.



Banu hazırladığı piknik çantasını ve termosu antredeki vestiyerin dışkapıya yakın kısmına bıraktıktan sonra odasına giderek giyinmeye başladı. Pudra pembesi kol çantasının içerisinde otobüs kartının olup olmadığına da son bir kez daha baktı , evin anahtarlarını komidinin üzerinden alarak çıtçıtlı çantanın ikinci bölmesine koydu. Seri hareketlerle evin odalarını gezinip Araf’a çıkmak üzere seslendi. Civarda hırsızlık olayları artmıştı. İster istemez evi iyice gözden geçirmeden çıkmamak huy olmuştu .Ayakkabılarını giyindikten sonra malzeme poşetini eline alan Banu , çay termosunu Araf’a vererek dış kapıdan çıkıp , kapıyı bina içerisinden kilitledi.



Banu’nun taşıdığı poşet oldukça ağırdı. Araf seri adımlarla önden gidiyordu. Annesi birazcık daha yavaş olmasını söyledi . ‘Ben yaşlı bir kadınım oğlum sana yetişemiyorum’ dediğinde ‘evet sen yaşlandın artık ‘ diye annesine takılan Araf ansızın manevra yaparak ‘şaka diyorum annecim , gencecik kadınsın sen ‘ dediğinde Banu gülümsüyordu. Sokağın durağa çıkan tarafı oldukça dik bir rampaydı. Araf rampayı çıkarken de hiç zorlanmıyor elindeki termosu salayarak koşar adım tepeye doğru yol alıyordu. ‘Oğlum dikkat et , termos devrilirse zarar görür , beni bekle’ diye seslendi Banu arkasından. Araf adımlarını yavaşlattığında tepeye çoktan varmıştı . Bu sırada iki otobüs peşpeşe geçip gitti önlerinden. Banu usulca ‘Gördün mü otobüsü kaçırdık benim yüzümden ‘ dedi. Araf yolun karşı tarafından bineceklerini sandığından ‘aa bu taraftan mı binecektik’ dedikten sonra , ‘anne telefonundan bakar mısın kaç dakikası kalmış ‘ diye üsteledi. Piknik çantasını ve termosunu durağın bankının köşesine bıraktılar. Annesi çantasından çıkardığı telefonundan otobüs saatine baktı. Gelecek otobüsün daha on beş dakikası vardı.



Araf ‘anne hadi otobüs gelene kadar oyun oynayalım’, dedi.Banu ‘Tamam, ne oynayalım ‘deyince , beşli bom oynamaya karar verdiler. Rakamları ritmik hızlı bir şekilde birden başlayarak sayacaklar , her beş ve katında ilgili sayı kime gelirse ,sayıyı değilde ‘bom’ deyip rakam söyleme sırası rakibe geçecekti. Tam 25 sayısında Banu ‘bom ‘ demesi gerekirken çok seri bir şekilde söyleştikleri için Araf ‘yirmi dört’dedikten sonra ‘yirmibeş’ dedi ve ays yandım , hızlı söyleyince ben hep karıştırıyorum, sen kazandın.’ dedi.



Bankın üzerinde bir kaç oyun oynadıktan kısa bir süre sonra çantasından çıkardığı telefonuna bir kez daha bakan Banu , otobüsün elli saniye içerisinde geleceğini gördüğünde Araf yolun postane ve okul tarafına bakan yönünden kırmızı körüklü otobüsün bulundukları yöne doğru geliyor olduğunu gördü. Anne oğul ellerine aldıkları paketlerle sevinç, heyecan ve mutluluk eşliğinde otobüse binebilmek için yol kenarına doğru ilerlediler. Sabahın erken saatlerinde güneş yüzlerini hafifçe okşuyor , rüzgar havada ki kuş seslerine karışıp güneşin sıcaklığını törpülüyordu.


28.07.2022
spesifikay
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
29.07.2022
spesifikay



Pazara gidebilmek için havanın iyice kararmasını bekliyordu. Gün boyu koşuşturmaktan zayıf bedeni yorgun düşmüş, morarmış gözleri her an bayılacakmış gibi kısılıyor , ağaç dallarında rüzgardan sağa sola savrulan yapraklar gibi vücudu her an dengesini kaybedecekmişcesine yalpalanıyordu. Mesafe çok uzak değildi ama ayaklarında derman yoktu. Ay sonuydu ve cebinde kalan son parasıyla haftayı geçirebilmek için tezgahlar kaldırılmadan evvel en düşük fiyata alabileceği ne varsa almalıydı. Hatta iki haftadır izbe yerlere dökülmüş patates ve domates yığınlarından sağlam ürünler seçerek bir kaç gün daha idare edebilmeyi başaracak kadar malzeme topluyordu.



Evden çıkmadan önce uyuttuğu çocuğunun durumunu son defa kontrol etmek için ağır adımlarla koridorun sonundaki kahverengi kapının önüne doğru gitmeye başladı. Yorgunluktan başı dönüyor , kulakları çınlıyordu. Her an yere düşmemek için koridorun duvarlarından destek alıyordu. Bir kaç adım daha attıktan sonra odanın kapısına güçlükle varabildi. Kapının tutmaktan boyaları aşınmış metal sapını avuçlarının arasına alıp ses çıkarmamaya özen göstererek aşağı doğru indirdi. Aralanan kapıdan bitkin yüzüne gelen eflatun gece lambasının kırmızımsı yayılan ışığı gözlerini kısmasına neden olmuştu. Karyolası kırılan çekyatın yaylı yatağını odanın zeminine sermiş, kızını elyaf koruyucu üzerine örtülü külkedisi figürlü çarşaf takımın içerisinde uyutmuştu. Gece lambasının odayı kaplayan ışık hüzmeleri kızının yüzünü gökyüzünde parlayan yıldızlar kadar aydınlatıyordu. Yastığın köşesine kadar gelen başı sağa dönüktü. Yastıktan aşağı sarkan kestane rengi saçları ise yansıyan ışığın etkisiyle mora çalıyordu. Derin uykuda ki sevimli kız, minicik parmaklarını kapatınca, çarşaf altından görünen elleri yumuk yumuk kalıyordu.



Çocuğun uyuduğuna emin olduktan sonra usulca kapıyı örttü.Pazara gitmek için odanın bitişiğinde ki askılıktan sarı ceketini alıp koridorun sonuna doğru yürüdü. Beline kadar uzanan siyah saçları ceketin altında kalmıştı. Boynunun arkasına uzattığı elleriyle saçlarını kucaklayıp yukarıya doğru kaldırarak sırtından aşağıya sarkıttı. Evden çıkmadan evvel anahtarını ceketinin sağ cebine koydu. Pazar arabasının tekerleri ağır malzeme taşınmaktan vidaları iyice gevşemiş, düz yolda bile sürülürken birden bire durarak bir ip gibi makaraya dolanmışçasına sıkışıp kalıyordu. O zamanlarda duraksayan arabanın verdiği güçlük adımlarını yavaşlatıyor , eğer henüz malzemeleri almamışsa demirlerini birleştirip kapatarak bir süre el çantası gibi aracı kollarında taşımak zorunda kalıyordu.



Hava karanlıktı ama gökyüzünde henüz yıldızlar yoktu. Çıplak gözle görünen beyaz bulutlar etrafı biraz daha aydınlatıyordu. Bu sefer pazar arabasının tekerleri sorun çıkarmadan kavisli yollarda akıp gitmişti. Öyle yorgundu ki sanki pazar arabası halini anlamışçasına ve acımışcasına bir akardan serbestçe akan su gibi yerdeki taşlara çarpmasına rağmen takılmadan gidiyordu.





Pazara vardığında tezgahlar yavaş yavaş kaldırılıyordu. İnsan kalabalığı yine de azalmamıştı. Tanıdık bir yüz ile karşı karşıya gelmekten ürpererek tezgah üzerinde kalan ürünlere dikkatle bakmaya başladı. Bu karanlıkta fazla bir seçeneği olmamasına rağmen hiç değilse kızı için daha taze ve sağlam ürünler bulabilmeyi ümit ediyordu. Peronlar halindeki pazarın ikinci kısmına girmişti. Çünkü bu peron diğerlerine göre daha fazla aydınlıktı . Önüne gelen salatalık tezgahında gözlerini gezdirirken ‘Buyur abla kaldıracağım birazdan kaç kilo vereyim’ diyen sesle irkildi.



Kocasını iki sene önce trafik kazasında kaybeden kadın kızıyla tek başına yaşıyordu. Eşinin kanında iki yüz promil alkol tespit edildiğinden dolayı bütün kusur ona verilmiş, canından olması , arabanın perte çıkması yetmezmiş gibi ödemek zorunda kaldıkları tazminat yüzünden kocasının maaşına da haciz konmuştu. Evlenmeden önce hiç çalışmak zorunda kalmayan kadın, yıllardır kenara koydukları az bir birikimle idare etmeye çalışıyordu. Yokluğun ne olduğunu daha önce de yaşamıştı ama bu derece tükenmişlik hissettiği zamanları hatırlamıyordu.



İnsan yokluğu sadece fakirlerin idrak edeceği bir olgu zanneder. Televizyon ekranlarında haberlere konu olan çöpten kağıt toplayanlar , bir köşe başında kucağında ki çocukla ya da kapı kapı gezerek dilencilik yapanlar , camilerde mendil açarak önüne oturup bir parça ekmek için yardım bekleyenler toplumda ki yokluk kriterlerine sahip kişileri betimlerdi zihinlerde. Oysa kendisi de bir kaç aydır çöp gibi yığılan meyve sebze artıklarıyla idare etmek zorunda kalmıştı. Parasız kalmanın verdiği yokluk kimsesiz kalmanın verdiği yoklukla eş değer değildi. Öyle ya da böyle para bir şekilde temin edilebilirdi ama kimsesizlik ve onun yürekte açtığı yara yaşarken ölmekten beter bir durumdu. İnsanın nefesini kesiyordu. Bu soluksuzluk canlı canlı mezara konması gibiydi belki de. İnsan kimsesiz hayatta kalamaz diye düşünürdü ama kalabiliyormuş işte . Her ne kadar yaşamak deniliyorsa çaresizliğe , bir evlat sahibi olmak insanın yaşama sıkı sıkı tutunmasına vesile oluyordu.



Çocuğunu emanet edip çalışmak için gidebileceği bir iş imkanı da yoktu. Derdini anlatabileceği , yardım isteyebileceği kimsesi de yoktu. Gündüzleri kızıyla çalışabileceği bir iş bulabilmek için saatlerce direklerin üzerinde ki yahut duraklara asılı el ilanlarına bakar , ‘tuvalet temizlemeye bile razıyım, karın doyurabilecek kadar iş olsun yeter ‘ diye düşünerek bir umut gezinip dururdu.



‘Ne kadar vereyim hanım abla?’ sesiyle kendine gelmişti. ‘Bir kilo alabilir miyim ?’ dedi kısık bir sesle. Bozuklukları uzattıktan sonra diğer tezgahlara doğru yönünü çevirdi. Kenara ayırdığı ekmek parası dışında kalan ne kadar bozukluk varsa hepsini harcadı. Her hafta olduğu gibi bu hafta da yığılı patates çuvalları arasından ayıkladığı taze patatesleri pazar arabasının en altına yerleştirdi. Yaklaşık beş kiloya yakın patates seçebilmişti. Haftanın en bereketli günlerinden biri olduğunu düşünürken hafifçe acı bir tebessüm belirdi dudaklarında. Meyve olarak da kızının en sevdiği muzlardan yalnızca bir tane sağlam bulabilmiş bir kaç ezilmiş muzu yarı fiyatına rica minnet alabilmişti. Kızının mutluluğu söz konusu olunca , yalvarması gerekse dahi el pençe divan duracak kadar gurursuzdu.





Gıcırdayan pazar arabasının tekerlekleri , sessiz sokağın ortasında yankılanarak kulağını tırmalıyordu. Hiç bir acının sonsuza değin sürmeyeceğini biliyordu tıpkı hiç bir mutluluğun sonsuza kadar sürmeyeceği gibi. Bir gün bu zor günlerin biteceği hayaliyle sokak lambalarının altından geçerek yürüyordu. Kızının her an uykudan uyanıp evde annesini bulamayınca yaşayacağı korkunun iz düşümleri birden zihnini kapladı. Adımlarını hızlandırarak kavisli toprak yoldan geçerken havaya karışan toz zerreleri burnunu kaşındırıyordu.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
29.07.2022
Ayhan YALÇIN


Onu her gördüğümüzde korkar bir köşeye saklanırdık. Bir öğlen sonrası, mahallenin ortasında terk edilmiş bir evin bahçesinde bulunan tulumbayı çalıştırmak için uğraşıyorduk. El tulumbasının üst haznesinden su döküyor ve metal kolu aşağı yukarı kaldırarak su gelmesi için havasını almaya çalışıyorduk. Tulumbanın oluğundan akan su, dibindeki havuza dökülüyor ve sonra kesiliyordu.

Havuza dökülen suyu küçük bir kaba dolduruyor, tekrar tulumbanın üst haznesinden içine boşaltarak bu kez birkaç kişi kolu hızlıca aşağı yukarı kaldırıp indiriyorduk. Kesik kesik akan su kolun ağırlaşması ile birlikte hızlanıyor ve oluktan boşalan sıcak su biraz sonra soğuyarak havuza dökülüyordu.

Tulunbanın çalışması ile birlikte sırayla kolu aşağı yukarı kaldırıp indiriyor havuzun dolmasını sağlıyorduk. İçinde bulunduğumuz arsa etrafı geniş bir arazi ile çevriliydi. Evin üst katına çıkan uzun merdivenin köşesinde büyüyen büyük bir dut ağacı vardı. Dalları merdivenin üzerini kapatmıştı. Uzun zamandır budanmamasından dolayı dallanıp budaklanmıştı. Evin alt tarafında küçük bir yokuşun üstünde sırası ile yan yana büyüyen ve dalları birbirine karışmış erik ağaçları vardı. Köklerinin iri parmaklar gibi toprağa saplandığı armut ağacı yokuşun hemen ortasındaydı.

Gittikçe soğuyan su havuzu doldurup taşırmıştı. Hep birlikte içine atlayıp birbirimizi ıslatıyorduk. Havuzun alt zemini yosunlu olduğu için sürekli ayaklarımız kayıyor ve düşmemek için yanımızdakine tutunurken onu da suyun altına çekerek düşüyorduk. Tam bu sırada saçları üç numaraya vurulmuş, kel başı güneşte parlayan Vedat geldi ve yarı ağlamaklı bir sesle ‘’dedem hepinizi kulübenin önünde bekliyor’’ dedi.

Hacı isa dan hepimiz korkardık. Bütün mahalledeki kadınlar, genç kızlar ve delikanlılar ondan korkar, çekinirlerdi. Sürekli azarlar, bağırır ve kızardı. Pantolon giyen genç kızları azarlar, sigara içen gençlere ağzına geleni sayardı. Mahallenin sözü dinlenen ve saygı gösterilen büyüğüydü. Hepimiz korkarak havuzdan çıkmış ve çimenlerin üzerindeki elbiselerimizi giymiş yola koyulmuştuk.

Önümüzden yürüyen ve saçları henüz yeni kesilen Vedat’a bakıyor, gülüyor, dalga geçiyorduk. Saçlarının kesilmesiyle sivri kafası ve kepçe kulakları ortaya çıkmıştı. Önümüzde yürürken sürekli arkasına bakıyor ‘’ne gülüyonuz he, ne gülüyonuz’’ diyor, peltek çıkan sesi bizi daha çok güldürüyordu. Mahallenin hakim bir tepesinde gri kiremitlerle örülmüş, etrafı tek çitlerle çevrili küçük bir kulübenin önünde sandalyede oturan hacı isa, başka bir çocuğun saçlarını kırmıyordu. Zavallı çocuk hacı isa’nın bacakları arasında sesini çıkaramayarak gözlerini kapatıyor, el makasının sürekli saçlarını çekmesine ses çıkaramıyordu.

Hacı isa bizi görünce ‘’ooo geldiniz mi mahallenin haylazları’’ diye söylenmiş ‘’sıraya geçin’’ diye bağırmıştı. Hepimiz korkudan arka arkaya tek sıra haline girmiştik. Saçlarını tıraş eden çocuk bu mahalleden değildi, yabancıydı. İlk defa onu bu mahallede görüyorduk. Bizden çok daha küçüktü, arada bir açıp bizlere baktığı pörtlek gözleri ve sürekli acıdan sıktığı yüzü ile komik görünüyordu. Kendi aramızda kıkırdayarak gülüyor, önümüzdekinin ensesinin ardından başımızı kenara uzatarak traş olan çocuğa bakıyorduk. Hacı isa gittikçe çoğalan kıkırtılar ve gülüşmelerin artması ile ‘’irahat durun’’ diye bağırıyor, hepimiz sus pus olarak önümüze bakıyorduk. Bir müddet sonra can sıkıntısından birbirimizi dürterek kıkırtılar gülüşmeler tekrar başlıyordu.

Önümde Gökhan vardı. Süt kardeşimdi. Onun arkasında ben vardım. Hacı isa Gökhan’nın annesinin babasıydı, yani dedesi. Hacı İsa nın bacakları arasına sıkışan çocuğun tıraşı bittikten sonra ‘’hadi, doğru eve, anana söyle başını yıkasın’’ diye seslenmiş ve önünde duran küçük bir fırça ile tıraş makasını temizlemişti. Gökhan’a dönerek ‘’Gel bakalım sarı oğlan buyana’’ diye seslenmiş ardından yanında bulunan masanın üzerinden yuvarlak şeffaf bir yağ kutusunu alarak tıraş makasının çeşitli yerlerini yağlamaya başlamıştı. Gökhan ,Hacı isa baş ve işaret parmağına taktığı tıraş makinasını yağlarken birden arkama geçmiş ve beni ileri atmıştı. Korkmuştum. Hacı İsa ile aramda birkaç adım vardı. Geri gitsem görecekti. Baş ve işaret parmağı arasında tuttuğu tıraş makinasının haznelerini yağlıyordu. Başını çevirip bana baktı. ‘’Sana mı savdı sırayı, gel bakalım hele’’ diye seslenmiş çaresiz korkarak ve usulca bacaklarının arasına girmiştim. Parmakları arasındaki tıraş makinasını parmaklarını açıp kapatarak çalıştırıyordu. Saçlarımın ön tarafında hissettiğim tıraş makinasının soğukluğu yavaş yavaş açılıp kapanarak arkaya doğru gidiyordu. Bu sırada ‘’nerde çimdiz ola, saçların saçların ıslak’’ diye seslenmiş ve sonra ‘’daha ey, daha eyi makine rahat çalışır’’ diyerek saçlarımı kırpmaya devam etmişti. Başımın üzerinde sürekli açılıp kapanan makine arada saçlarımı çekiyor ve korkudan hiçbir şey söyleyemeyerek gözlerimi kapatıyordum. Hacı isa, alnımdan başlayarak başımın üst kısmına kadar çıkan makinanın üzerindeki kılları temizlemek için elini sol tarafa çevirip makinaya üflerken beni bacaklarının arasında ters çevirmişti. Yüzüm sıraya giren çocuklara dönüktü. Hepsi bana bakıp karınlarını tutarak gülüyorlar fakat ses çıkaramıyorlardı. Saçlarımın tam ortasından tepeye kadar düz bir oyuk açılmış olmalıydı. Tam bu sırada ensemden başlayarak yukarıya doğru çıkan tıraş makinası saçlarımı çekip kopara kopara yukarıya doğru çıkmıştı. Acıdan gözlerimi kapatıyor ses çıkaramıyordum. Gözlerimi açtığım sırada, çimenlerin üzerinde oturan Vedat’ın, elini göğsünün üzerinden aşağı indirirken ‘’ohhh’’ demesini ve diğer çocukların birbirlerinin enselerinden başlarını uzatarak bana bakıp gülüşlerini görmüştüm.

Makinayı tekrar temizleyen Hacı İsa beni dizlerinin arasından çevirmeden ensemden tıraş etmeye devam ederken ilerde, çitlerin üzerinden atlayarak elinde bir sopa ile bize doğru koşan Lal Kadir’i görmüştüm. O nu her gördüğümüzde korkar bir köşeye saklanırdık. Annelerimiz bizleri lal Kadirle korkuturdu. Aramızda lal Kadirin dilinin olmadığını, o yüzden Lal olduğunu konuşurduk, ben ise ağzımın içindeki dilin olmadığını hayal ederek bunun nasıl bir şey olduğunu düşünürdüm. Onun Lal olması korkulacak bir şey değildi fakat elindeki değnekle sürekli bizi kovalaması ve çıkardığı tuhaf sesler hepimizi korkutmaya yetiyordu. Arkadaşlarımın yüzü bana doğru dönük olduğundan hiç kimse onu görmüyor, fark etmiyordu. Sağ elinde, kabuğu soyulmuş sopayı havaya kaldırarak bize doğru yaklaşırken çocukların o nu fark etmediklerini anladığında sanki birinden gizlenircesine yere sinmiş yavaş yavaş yürüyordu. Korkuyordum. Fakat Hacı İsa nın ayakları arasında olmak bana güven veriyordu. Lal kadir, yerde çimenlerin üzerinde oturan Vedat’ın üzerinden atlayarak çocukların karşısına dikildi ve elindeki sopayı havaya kaldırarak ‘’miiiim’’ diye bağırdı. Oldukça tiz ve güçlü çıkan bu ses çocukların hepsini korkutmuştu. Herkes birbirine sokulmuş kulübenin duvarına yaslanmıştı. Uzaktan duyduğumuzda köşe bucak kaçtığımız, saklandığımız yerden korkarak izlediğimiz bu ses, lal Kadir, yanımızdaydı. İçe doğru bakan, çapraz duran ayaklarında eski, bağcıkları olmayan, boyası solmuş, uçları yırtık ayakkabıları vardı. Giydiği pantolon kendisine oldukça küçüktü. Ayak bileklerinin üzerinde duran pantolonunun paçaları püsküllüydü. Belini kemer yerine mavi bir iple sarmış ve bağlamıştı. Mavi penyesinin yakası göğsüne doğru çapraz bir şekilde yırtıktı. Saçları dağılmıştı. Uzunca burnu, kalın kaşları ve sivri çenesi ona korkunç bir görüntü katıyordu.

Duvara yaslanan çocuklara bakarak başını gökyüzüne kaldırıp kahkaha atar gibi ağzını açmış fakat ses çıkmadan bir müddet öylece ağzı ardına kadar açık beklemişti. Sağ elinde ki sopayı havaya kaldırıp sol elini saçlarına götürüp sağa sola sallanarak Hacı İsa’ya bakıp ‘’mim, mim, mim’’ diye seslenmişti. Hacı İsa henüz tıraşım bitmediği halde beni bacaklarının arasından iter gibi çıkarıp ‘’ hele siz biraz daha oynayın, Kadirin saçlarını keseyim, kaybolmayın hemi, buralardan ayrılmayın’’ demişti.

Hacı İsa’nın bacaklarının arasından kurtulup kendimi arkadaşlarımın yanına atmış ve hep birlikte kaçar gibi tulumbaya doğru koşmuştuk. Henüz tulumbaya varmadan bütün çocukların kahkahalarla beni işaret ederek gülmesini, güldükçe gözlerinden yaşlar gelmesini, bağıra bağıra, haykıra haykıra gülmelerini anlayamıyordum. Hiç biri konuşamıyor, bir şey söyleyecekken lafın ortasında kahkaha atıyor, gülüyor gülüyordu. Ben neden bu kadar güldüklerini , tulumbanın yanında bulunan terk edilmiş evinin tozlu camından kendi görümde anlamıştım.

Saçımın ortasından iki makas ağzı genişliğinde bir yer, beyaz bir yol gibi tepeye çıkıyordu.
 
Son düzenleme:

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
30.07.2022
spesifikay


Balkon penceresinden gelen tıkırtıyla uyandı. Başı gerdanına kadar gövdesine göre daha koyu gri olan bir güvercin, cama gagasını vuruyordu. Yatağından doğrulup pencereye yaklaştığında güvercin yukarı aşağı sağa sola ritmik hareketlerle döndürdüğü kafasıyla ona bakıyordu. Ürkmemesine hatta uçup gitmemesine şaşırmıştı. İşaret parmağıyla tıpkı güvercin gibi cama bir kaç hafif darbeler vurduğunda evcil kuş gagasıyla karşılık verdi. Güvercinin ayaklarındaki tüylü paçaları görünce bu cesur hayvanın eğitimli olduğunu anladı. ‘Sahibi bu civarlarda olmalı’ diye düşündü.





Çatı katında oturuyordu. Mahallede güvercin besleyen arkadaşları vardı. Bazı günler kafeslerden serbest bırakılan kuşlar gökyüzünde bir kaç tur uçtuktan sonra kendi gönül rızalarıyla efendilerine geri dönerlerdi. ‘Bir insan tarafından yuvada bakılmak özgür ruhlu kuş cinsine esaret gibi gelmez miydi ? Güvercinlere gelmiyordu demek ki.’ dedi kendi kendine .



Bugün mahallede yarış yapacaklardı. Bir haftadır uğraştığı tornetini arkadaşlarına gösterebilmek için can atıyordu Salih. Mahalle bakkalının iki sokak aşağı köşesinde ki buzdolabı tamircisinden altı tane bilyeli tekerlekleri aldıktan sonra çatıda, kömürlükte sakladığı tahtalarla kendisine akülü arabaları aratmayacak konforda bir tornet yapmıştı. Uzunca kestiği tahtanın üzerine kömürlüğe kaldırılan kullanılmamış sandalye minderlerinden, hem üzerine oturabileceği hem de sırtına destek verebileceği şekilde bir koltuk yapmıştı. Torneti yokuş aşağı sürerken oyuncağın gidiş yönünü belirleyen tekerlekli bilye makenizmasıydı. Ayaklarını dayadıkları bu mekanizmayı sağa sola ittirerek yolda ilerlemesini, dengede kalmasını ve kaldırımlara çarpmamasını sağlıyorlardı. Fakat Salih beyaz plastik borulardan yaptığı direksiyon kolunu bir sopa yardımıyla önüne montelemiş ve siyah ayakkabı boyasıyla boyamıştı. Bu şekilde torneti çok daha havalı görünüyordu.





Salih’in edinilmiş bu el yeteneğinde babasının oldukça katkısı vardı. Çünkü geçen yaz oğlunu biraz zoraki de olsa marangoz ustasının yanında çırak olarak çalıştırmıştı. Çalışma karşılığı aldığı ücrete de el koymuş , fakat tatilin sonunda paranın hepsini oğluna geri vermişti. Yaz boyu babasına çok kızmasına rağmen saygısızca bir tavır takınmayan Salih parayı alırken, babasına minnet ve hafif utanç dolu gözlerle bakıp elini öpmüştü.



Yatağını topladığında güvercinin pencerede olmadığını farketti. Bu sırada içerden annesinin sesi duyuluyordu ;



‘Saliiihh oğlum kahvaltı hazır , elini yüzünü yıkada sofraya gel ‘ diyordu Hesna hanım. Odadan çıkıp mutfağa doğru yöneldiğinde sıcak bazlamanın kokusu burnuna kadar gelmişti.’üüfff harika kokuyor sultanım, hayırlı sabahlar’ diyerek annesini öpüp babasının karşısına oturdu Salih. İri parçalar halinde koparıp ağzına attığı lokmalar yanaklarını şişiyor , çayını yudumlamadan boğazından aşağı inmiyordu. ‘Yavaş oğlum acelen nedir, arkandan kovalayan mı var ? ‘ dedi babası. Tam konuşacaktı ki dolu olan ağzından sesini çıkaramıyordu , dişleri arasından ezdiği büyük parçayı yutmaya çalışırken lokma ümüğüne takıldı ve gözlerinden yaşlar boşalan Salih’i hıçkırık tuttu. Sesi boğuk boğuk çıkıyordu , babası sırtına bir kaç yumruk darbesi vururken annesi de uzattığı suyu içmesini söyledi. Suyu içtikten sonra derin bir nefes alabilen Salih ‘az kalsın boğuluyordum, sağolasın babacım’ dedikten sonra heyecanla yaptığı torneti anlatmaya başladı. Babası kahvaltıdan sonra görmek için kendisiyle kömürlüğe kadar eşlik edeceğini söyledi.





Dış kapıyı muhafaza eden kahverengi demir bir kapı vardı. Kapının hemen arkasında çatıya çıkan basamaklar yer alıyordu.Demir kapı büyük bir titremeyle sarsılarak açıldı . Salih metal kemerli terliğini giyip babasının tabanı lastikli terliklerini giymesi için yönü ayaklarına gelecek şekilde kapı eşiğine koydu. Birlikte çatı katına çıktılar. Babası Salih’in yaptığı torneti görünce gözleri parladı. ‘Heeytt be aslan parçası , ellerine sağlık , harika olmuş,’ diyerek beğenisini dile getirdi. Çatı aralığından çıkardığı torneti basamaklardan aşağı dikkatlice indirirken evlerinin önünden terliklerini çıkarıp spor ayakkabılarını giyindi.



Apartmanın arka tarafında kocaman toprak bir alan vardı , alanın sol köşesinde arabalarca kullanılmayan asfalt yol uzanıyordu. Tarlada buluştuktan sonra asfalt yolda tornetlerini süreceklerdi. Salih tarlaya doğru ilerlerken arkadaşlarının çoktan buluşma noktasına gelmiş olduklarını gördü. Hatta yanlarında yabancı bir çocuk daha vardı. Geçen hafta binaya yeni bir kaç aile taşınmıştı ‘büyük ihtimalle onların çocukları olabilir’ diye düşündü.



Arkadaşları Salih’i henüz farketmemişlerdi. Sırtları dönük , tornetlerine bakıyorlar bilyeli tekerleklerin sağlamlığını kontrol ediyorlardı. Mesut arkaya doğru döndüğünde Salih’ten önce sarı minderlerin koltuk şeklini aldığı oturak dikkatini çekti. ‘Vaaayyy şuna bakın’ dedi hayretle. Çocuklar hep birden arkaya doğru döndüler. Salih’in elindeki tornete hayranlıkla bakıyorlardı. ‘Direksiyonu bile var’ dedi Ali. Toplamda dört kişiydiler. Herkes tornetini bırakmış Salih’e doğru koşmaya başlamıştı. Salih arkadaşlarının işaretli hareketlerinden yarış aracını çok beğendiklerini bir çırpıda anladı.



‘Ulen Salih , yaman çocuksun , ne de güzel olmuş senin araç, sırayla binsek mi ne yapsak , tamam yarışın galibi sensin ‘ dedi Ali. ‘Gerçekten harika olmuş be kardeşim’ diye devam etti Hasan. ‘Merhaba arakadaşım, benim adım Mesut, mahalleye yeni taşındık’ diyerek elini uzatırken gözlerini tornetten alamıyordu. Arkadaşlarıyla selamlaşan Salih , aracı nasıl yaptığını , tahtaları tıpkı bir cetvel gibi nasıl düz kesip törpülediğini, marangoz dükkanında öğrendiği her şeyi bir bir anlattı.



Güneş evlerin çatılarından kaybolup hava kararana kadar tornetten kaydılar, bir kaç kez yarıştıktan sonra - bütün yarışların galibi Salih’in aracı olmuştu , çünkü önünde ki direksiyon ona yol güzergahında hakimiyet kazandırıyordu- sırayla salihin tornetiyle yokuş aşağı bıkana kadar kaydılar. Evlerine dağılmadan önce Mesut beslediği güvercinleri anlattığında , Salih sabah penceresine konan güvercinin ona ait olduğunu anladı. Ertesi gün güvercinleri göstermek üzere kararlaşıp yıllar sonra bile görüşmeye devam edecek bu beş arkadaş huzur içinde evlerine dağıldılar.
 

spesifikay

Aktif Üye
FK Üyesi
Kulaktan Kalbe
Katılım
28 Nis 2022
Mesajlar
831
Çözümler
1
Tepkime puanı
2,770
Puanları
93
Konum
Dünyadan Uzak
Web sitesi
www.youtube.com
Burç
Koç
Hobim
Hunharca Kitap Okumak =)
İsim
Betül Güler
Meslek
Yazar / Seslendirme Editörü
Cinsiyet
30.07.2022
Ayhan Yalçın

Yağız Efe



Büyük tepenin yamacında önü vadiye doğru bakan mağaranın girişinde bir eşkıya nöbet tutuyordu. Kahverengi, ceylan derisi kurşunluğu göğsünden çapraz geçerek sol omzuna asılı duruyor, belinde ki palaskalarda parlak sarı metal gövdesi parlayan fişekler görünüyordu.

İkindi rüzgarı, sedir ağaçlarından gelen uğultuyu artırıyor, büyük bir kartal kanatları açık ilerdeki vadinin içine doğru yavaş yavaş süzülüyordu. Günlerdir burada bekliyorlardı. Mağaranın içi biri yaralı altı eşkıya ile doluydu. İki gün önce şehre giden yola pusu kurmuşlar, köylerden topladıkları yolcuları aşağı indirerek iyi bir soygun yapmışlardı. Basri efe, sırtını mağaranın içinde kararmış bir taşa yaslayarak eline aldığı kurumuş ot sapıyla dişlerini karıştırıyor dalgın dalgın düşünüyordu.

Burada bir müddet daha kalmaları gerekiyordu. Jandarmanın burada kendilerini bulmasının imkanı yoktu. Eğer olur da baskın yerlerse buradan kaçmak kurtulmakta kolaydı. Mağaranın sol yanındaki büyük kayanın arkası, kendilerini sık ormanlığın içine kadar götürür ve oradan kirişi kırabilirlerdi. Yiyecekleri bir müddet daha yeterdi.

Basri efe, önünde, sert kayanın üzerinde uzanıp, arkasını kendisine dönerek uyuyan arkadaşını dürttü. Yerde yatan eşkıya uyku sersemliğiyle bir şeyler mırıldanarak önce sırt üstü sonra yüzünü Basri efeye dönerek uyumaya devam etti. Yorulmuşlardı. Bazen günlerce, gecelerce ve haftalarca yürüdükleri olurdu. Kelle koltukta yapılan bu yürüyüşlerin ne getireceği belli olmazdı. Basri efe, önünde yüzü dönük yatan eşkıyayı dürterek ‘’irecep, ola irecep o mıhtarın eniğimiydi’’ diye sordu. Recep ‘’hııı’’ diye bir ses çıkardı fakat istifini bozmadı. ‘’Ben onu neye görmedin daha evvel’’ diye seslendi.

Bahsettiği kız, Yukarı Alaca köyü muhtarının kızıydı. Henüz on dört yaşında olan kız Basri Efenin gönlüne girmişti. İki gün önce durdurdukları otobüsten yolcuları indirerek, otobüsün önünde tek sıra haline dizip sırasıyla sorguladıkları vakit o kızın ürkek, korkak ve çekingen bakışları Basri Efeyi daha nazik davranmaya mecbur bırakmıştı. Elinde , kırmızı bir yazma ile bağlanmış küçük bir bohça vardı. Basri Efe kızın önünde durarak ; ‘’ne o kız, yavukluna mı’’ derken elindeki silahın namlusunu kızın elindeki bohçaya vuruyordu. Bir müddet ses çıkarmayan kızın elinden bohçasını almaya çalışırken kız sımsıkı tuttuğu bohçayı kendine çekerek ‘’agam mahpustur, onun eşyaları’’ demiş ve Basri Efe bu söz karşısında birkaç adım geri giderek ‘’kimlerdendir senin agan’’ demiş ve karşılık alamamıştı.

Kızın sol yanında bulunan ihtiyarı tartaklayarak ceplerini karıştıran eşkıyayı geri iten Basri Efe, ihtiyarın karşısında durarak ‘’söyle hele emmi, kimlerdendir bu encek’’ demiş, ihtiyar başını kızdan tarafa çevirerek ‘’mıhtarın kızıdır’’ diye seslenmişti. Basri efe ‘’hangi mıhtarındır’’ diye sorduğunda ihtiyar önüne bağladığı ellerini çözerek, kalın çerçeveli gözlüklerini düzeltip Basri Efenin gözlerinin içine bakarak ‘’Yağız Efenin kardeşidir’’ demişti. Basri Efe o an da, sanki bir yerden acele emir almış gibi, birkaç adım geri giderek ‘’toplanın haydi, gidiyik’’ diye bağırmış ve eşkıyalar yolcuları bırakarak kaçarcasına gözden kaybolmuşlardı.

Yağız Efe Yukarı Alaca köyü muhtarının oğluydu. Hükümetin hatırı sayılır büyüklerini tanırdı. Yıllarca bu dağlarda devlet adına eşkıyalık yapmış, jandarma ya yardımcı olmuştu. Kaç efenin bu dağlardan namını silmiştir kim bilir. O dağlardayken kimse eşkıyalık yapmaya özenmezdi. Arkasında devlet, hükümet, en önemlisi de jandarma vardı. Her gittiği köyde beyler gibi ağırlanır, her ağanın hanesinde paşalar gibi karşılanırdı. Şehre yakın köylerden birinde, varlıklı ve zengin bir ağa kendisine borçlu olan bir köylüye meydan dayağı çekmişte sonra kalkıp on iki yaşındaki kızını almıştı. Zorla almıştı. Bunu duyan Yağız Efe o gece ağanın konağına baskın düzenlemişte, ağayı konağın merdivenlerinden avluya inerken tek kurşunla alnının çatından vurmuştu. Sonra da gidip teslim olmuştu.

‘’Ne kadar büyümüş bu kız, ne kadar güzelleşmiş’’ diye geçirdi içinden Basri Efe. Dişini karıştırdığı ot parçasını kenara savurdu. Tüfeğini eline aldı. Mağaranın önünde nöbet tutan eşkıyanın yanında durdu ve tüfeğin dipçiğini ileri uzattığı dizine koyarak peş peşe birkaç el ateş etti. Mağaranın içinde uyuyan bütün eşkıyalar bu ses karşısında yanlarında bulunan tüfeklerine sarılarak telaşla sağa sola savrulup yüz üstü yatarak tüfeklerini mağaranın girişine doğrulttular.

Basri efe geri dönerek ‘’uyanın ulen, uyanın, Yukarı Alaca köyünü ziyarete gidiyik’’ diye bağırmış ve eşkıyalar toparlanarak hazırlanmaya başlamışlardı. Mağaranın içinde iki nöbetçi bırakarak yola koyulmuşlardı. Hiç kimse Basri Efe’nin emrini sorgulamıyor, merak etmiyordu. Eşkıyalıkta efelerin emirleri sorgulanmazdı. Onların elbette bildiği önemli hususlara diğerlerin akılları ermezdi. Yukarı Alaca köyü yaklaşık üç saatti fakat, köy yolundan değil, ormanlık alandan gitmeliydiler. Jandarma önlerini kesebilir, hiç yoktan çatışmaya girmek zorunda kalabilirlerdi.

Uzun bir yürüyüşün ardından çıktıkları tepenin zirvesinden köy görünüyordu. Burası orman köyüydü, köy sırtını asırlık çam ağaçlarına vermiş önü meyilli bir yokuşla dereye uzanıyordu. Basri efe, yanındaki eşkıyalarla dereye inerek su içmiş, dinlenmiş ve köye doğru yürümeye başlamışlardı. Kendilerini köyün girişinde, iri ve oldukça büyük iki çoban köpeği karşılamıştı. Yavaş yavaş çoğalan meraklı gözler perde arkasından köyün içine doğru ilerleyen eşkıyalara bakıyorlardı. Köy meydanında büyükçe bir çeşmeden su dolduran genç kızlar eşkıyaları görünce kaplarını, çanaklarını olduğu gibi bırakıp kaçarken Basri Efe arkalarından bağırmıştı ‘’hele muhtarı çağırın’’…

Çeşmenin önünde bir müddet bekleyen eşkıyaların yanına doğru yürüyen muhtar içinden ‘’hayırdır inşallah’’ diye tekrar ediyor, ‘’bu adamların buraya gelmesini gerektirecek ne olabilir diye’’ düşünüyordu. Kendilerine doğru gelmekte olan Muhtarı fark eden Basri Efe, oturduğu çeşme yalağının başından kalkarak Muhtara doğru yürüdü ve ‘’sen misin bu azanın reisi emmi’’ diye seslendi. Muhtar ‘’buyur evladım’’ diye seslenmiş ve Basri Efe arkasında dikilen eşkıyanın elinden tüfeği alarak Muhtarın göğsüne dayamış ‘’evine götür beni’’ diye seslenmişti. Ellerini yukarı kaldıran Muhtar, arkasında ki eşkıyalarla evine doğru yürüyordu. Köydekiler korkudan dışarı çıkamıyor, olup biteni pencerenin, perdelerin arkasından izliyorlardı.

Evinin avlusundan içeri girmişlerdi ve Muhtar, Basri Efeye dönerek ‘’ne istiyorsun efe’’ diye seslenmişti. Basri Efe tüfeğin namlusunu muhtarın göğsüne bastırarak tetiği çekmişti. Patlayan Tüfeğin sesi avluda büyük bir gürültü koparmıştı. İçerden kadın çığlıkları yükseliyor ve evin açık kapısından yaşlıca bir kadın dizlerini döverek muhtarın ölü bedenine sarılıp ağlıyordu. Basri efe arkasındaki eşkıyalara dönerek ‘’getirin kızı’’ diye bağırmıştı. Eşkıyalar silahları ile birlikte eve girmişler, bir müddet sonra eşkıyaların kolları arasında çırpınan kızı dışarı çıkarmışlardı. İhtiyar kadın yerde sırt üstü yatan ölü muhtarın üzerinden kalkıp eşkıyaların kolları arasında çırpınan kızının beline sarılmıştı. Basri efe önce ihtiyar kadının başından tutup geri çekerken tülbenti elinde kalmış, ardından ihtiyar kadının beline sağlam bir tekme atmıştı. İhtiyar kadın iki eliyle belinden tutarak yüz üstü yere yığılmış ve yerde acı acı bağırarak kıvrınmaya başlamıştı. Etrafta hiç kimse hiçbir köylü yoktu.

Eşkıyalar Basri efe ile birlikte kızı kaçırmışlardı. Muhtar ölmüştü. Haber tez zamanda çevre köylere ve oradan şehre kadar yayılmıştı. Kara haber tez yayılır derler. Akşama doğru üç tabur jandarma köye gelmişler, bir çoğu dağlara dağılarak eşkıyaların peşine düşmüşlerdi. Onlarla birlikte bir takım iz süren av köpekleri ve köylüler de vardı. Muhtarın eşi, kapının önünde avluda yüzü kireç gibi olmuş, sessiz, ölü gibi yattığı yerde uzanıyordu. Sorulan hiçbir soruya cevap veremiyor, boş bakan gözlerle sadece bakıyor, bakıyordu.

Avlunun köşesinde, zeytin ağacının dibinde, etrafı eski perdelerle kapatılmış küçük bir alanda köyün imamı muhtarın cesedini yıkıyordu. Cesedin üzerinden dökülen sabunlu su yerdeki kırmızı toprağa oradan zeytin ağacının dibine gölleniyordu. O gece jandarma sabaha kadar köyde nöbet tuttu. Aramalar sabaha dek devam etti.

Sabaha namazından sonra çevre köylerden gelen binlerce insan, cenaze namazını için muhtarın evinde toplanıyorlardı, Yağız efe, saçlarından tuttuğu Basri efenin kesik başıyla köye girmiş, uzaktan kendine bakan kalabalığa doğru ağır ağır yürüyordu.
 

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın yada üye olun!

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın veya kayıt olun!

Kayıt ol

Forumda bir hesap oluşturmak tamamen ücretsizdir.

Şimdi kayıt ol
Giriş yap

Eğer bir hesabınız var ise lütfen giriş yapın

Giriş yap

Tema düzenleyici

Tema özelletirmeleri

Grafik arka planlar

Granit arka planlar