Foruma hoş geldin, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Düşünce Platformumuza Hoşgeldiniz!

Düşünce Platformumuz bilgi ve düşüncenin en özgür adresidir!
Güne, gündeme ve yarınlara dair söyleyeceğim var diyenlerin, günlük koşuşturmaca içerisinde zihin jimnastiği yapmak isteyenlerin özgürlük meşalesi ~ FORUM KALEMİ ~

Tarih Osmanlı’da İşçi Hakları

SiyahSancaktaR

FK Üyesi
Ceddi Osmanlı
Katılım
7 Kas 2020
Mesajlar
10,553
Çözümler
1
Tepkime puanı
13,914
Puanları
113
Yaş
40
Konum
Istanbul
Burç
Yengeç
Cinsiyet
Medeni Hal
JkcUDD
Isparta’dan Mürsel Saltur soruyor: “Osmanlı döneminde işçi hakları kavramı var mıydı? Grev hakkından söz edilebilir mi?”

Hemen şunu söyleyeyim: Osmanlı insanı, “İşçinin alın teri kurumadan ücretini ödeyiniz” fermanını “kul hakkı” ile bütünlemiş bir anlayışta idi.
Bu yüzden işçilerin hakkı yenmez, hakları ketmedilmezdi.

Bu anlayışın hayata bir yansıması olarak dünyada ilk “toplusözleşme” Kütahya’da imzalandı. Bu sözleşme ile çini işçilerinin hakları teminat altına alındı.

Kesin olarak şunu söyleyebilirim ki, toplusözleşme ve grev hakkı, sanıldığı gibi bize Avrupa’dan geçmiş değildir.
Birçok padişahın fermanlarından anlaşıldığına göre, işçiler tarih boyunca zaman zaman ücretlerinin artırılması isteğiyle “grev” yapmışlar ve hedefledikleri hakları almışlardır.

21 Haziran 1587 (15 Recep 995)’de Sultan Üçüncü Murad’ın, Mimar Sinan’a hitaben yazdığı fermanda, işçi gündeliklerinin on iki akçeden on altı akçeye çıkarılmış olduğu halde, işçinin memnun olmadığı şöyle anlatılıyor:

“...Mehmed Paşa, bina eylediği camide, işleyenlere (işçiler ve ustalar) ferman-ı şerifim üzerine yövmiye (gündelik) on altışar akçe ücretlerin verirken, ziyade talep idüp (daha fazlasını isteyip) ‘virmezsenüz işlemezüz’ (ücretimiz artırılmazsa işi bırakırız anlamında) deyu taallül ve niza (gürültü) iderler imiş. (Böyle bir bahane ile gürültü çıkarırlarmış) Gereği gibi tembih eyleyesün kim, ferman-ı şerifim üzre on altışar akçe ücretlerin aldıktan sonra taâllül ve niza etmeyeler...” (O devrin on altı gümüş akçesi, bugünün yüz milyon lirasına eşittir: Demek ki, o devirde bir işçinin maaşı üç milyar lira civarındaydı ve bu parayı beğenmeyip greve gidiyorlardı)

Şimdi Sultan Birinci Ahmed devrine bakalım…

Edirne’de inşa edilen handa çalışan işçilerin gündelikleri artırılmış, (ustalar için 24 akçe, amelelere 20 akçe ve çıraklara 18 akçe yevmiye) fakat çalışanlar yeni ücretleri de beğenmeyerek işi bırakmışlar, herhangi bir şekilde zorlanmaktan çekinmeleri sebebiyle de Edirne civarında bulunan Enez Kasabası’na gitmişler.

Bunun üzerine Padişah, Edirne Kadısı’na 06 Haziran 1609 (03 Rebiülevvel 1018) tarihli bir ferman göndermiş.

“Han-ı mebzur bina olunmayub muattal kalmışdur=Han inşaatı yarım kalmıştır” diye yakınan Padişah, ustalarla işçilerin derhal getirtilmesini, ücretlerin yeterli olduğunun anlatılmasını, şayet “bina emini” ve “bina kâtibi” tarafından ücretlerde keyfi kısıntılar yapılmışsa, bunun mutlak surette engellenmesini emrediyor.

Sonuç: Pek çok insanî ve vicdanî hak gibi, işçi haklarının da başlangıç noktası bu topraklardır.

Öyle olmak zorunda: Çünkü Osmanlı’nın hayat nizamı “insan merkezli”ydi. Kur’anî bir bakışla hayata bakar, Kur’anî baktığı için de her insanda (inancı, kıyafeti, düşüncesi, milliyeti ve toplumsal konumu ne olursa olsun) “eşref-i mahlükat”ı (yaratılmışların en yücesini) görürdü.

İşte bu yüzden hem insandan insana, hem de devletten insana değer verir, insanın huzurla yaşamasını hedef alırdı. Osmanlı Devleti bu yüzden “önder”di, bu yüzden “örnek”ti, bu yüzden “büyük” ve “başarılı”ydı...

Şimdinin sözde “modern” yöneticileri ise insanı incitmek için, (okuyabilme ve çalışabilme şartını baş açmaya bağlamak gibi) her şeyi yapıyor.
Geçmişimiz “insan merkezli” olduğu halde, ideolojik saplantılarımız yüzünden, aynı “insan merkezli” yapıda geleceğimizi bir oluşturamıyoruz. Sonuçta “önder” olamıyoruz, “örnek” olamıyoruz, “büyük” ve “başarılı” olamıyoruz.

Biliyorsunuz, günümüzde haklı olan değil de güçlü olan davayı kazanıyor, maalesef. Adliye hikâyeleri bunun örnekleriyle dopdolu…
Haklı olan güçlü olacağına güçlü olan haklı sayılıyor…
Tabii düzenin çivisi git gide çıkıyor.

Oysa bu topraklarda, bize “diktatör” olarak tanıtılan padişahlar döneminde, haklı olan güçlüydü. Mahkeme karşısında padişahla sıradan “vatandaş”ın hiçbir farkı yoktu.

Fatih’le Rum Mimar İpsilanti Efendi’nin duruşması buna şahittir.

Yavuz Bahadıroğlu
 

AsyA

Forum Kalemi
Öylesine...
Katılım
1 May 2020
Mesajlar
14,443
Çözümler
1
Tepkime puanı
38,509
Puanları
113
Öyle olmak zorunda: Çünkü Osmanlı’nın hayat nizamı “insan merkezli”ydi. Kur’anî bir bakışla hayata bakar, Kur’anî baktığı için de her insanda (inancı, kıyafeti, düşüncesi, milliyeti ve toplumsal konumu ne olursa olsun) “eşref-i mahlükat”ı (yaratılmışların en yücesini) görürdü.
'Osmanlı da hayat nizamı 'insan merkezli' ydi.' ifadesini okuduğumda 'Kuran gibi, Kuran da insan merkezli' cümlesi geçti içimden. Devamında da aynı şeyi farklı kelimelerle okudum :)
 

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın yada üye olun!

Forumdan daha fazla yararlanmak için giriş yapın veya kayıt olun!

Kayıt ol

Forumda bir hesap oluşturmak tamamen ücretsizdir.

Şimdi kayıt ol
Giriş yap

Eğer bir hesabınız var ise lütfen giriş yapın

Giriş yap

Tema düzenleyici

Tema özelletirmeleri

Grafik arka planlar

Granit arka planlar