MODERN RİTÜEL DELİLİK ÇAĞI!
Artık biri evlenince “Allah mesut etsin” diyemiyoruz. Önce kahveye ne konmuş, düğünde hangi dans grubu sahne almış, kına gecesinde gelinin helikopterden mi sarkıtıldığı gibi detayları öğrenmemiz gerekiyor.
Zira sıradan bir nikâh, sade bir düğün, klasik bir kına gecesi, günümüz sosyal medyasında “beğeni” almıyor. Hal böyle olunca da, merasim dediğin şey düğün değil, resmen bir akıl sağlığı testi hâline geliyor.
Geçen gün bir habere rastladım: gelin hanım, isteme merasiminde kahveye tuz değil, tuz ruhu koymuş.
Damadın niyeti dünya eviydi, ama doğrudan öbür dünyaya gitti.
Eskiden tuzlu kahve bir gelenekti, artık bir sabotaj. Oğlunu evlendirmek isteyen bir baba, damat bohçasıyla birlikte acil sağlık ekibi de hazırlamalı. Aman kızım “farklı” olsun diye kahveyi kostik soda ile servis etmesin.
Bir de şu kına geceleri…
Bir dönem “Yüksek yüksek tepelere” ile ağlanırdı. Şimdi gelin, kına gecesine gladyatör zırhıyla geliyor. Arka planda duman makineleri, lazer gösterisi, DJ kabininde teyze oğlu…
Bir de “gelin çıkışı” var, sanki düğün değil; Tarantino filmi galası. Biz, elinde kına tepsisiyle ağlayan mahalle kadını istiyoruz.
Öyle efektli girişlere değil.
Sünnet düğünlerinde de iş çığırından çıktı.
Geçen ay bir düğüne gittim, çocuk 5 yaşında ama üzerinde 7 kiloluk pelerin, kafasında Osmanlı miğferi, elinde bluetooth bağlantılı asa.
Teyzesi canlı yayın yapıyor, babası drone uçuruyor, anne ise gelinlik giymiş.
Yahu oğlan sünnet oluyor, sen neden gelin oldun abla?
Yeter ki farklı olsun…
Modernliğe kurban edilen çocukluklar, şovsuz geçen bir çocukluğun mahzun özlemi…
Restoranlara gelelim. İnsan dışarı çıkar, sade bir kuru fasulye, bir pilav, bir de ayran ister değil mi?
Ama garson geliyor, kafasında denizci şapkası, elinde dumanlar çıkan bir tabak, tabağın üstünde halay çeken sushi dilimleri…
O pilav neden yanıyor kardeşim?
Neden üzerine Hindistan cevizi döküyorsun?
Bir de üstüne “Şefimizin sürprizi!” deyip, tabağa konfeti sıkıyorlar.
Halbuki bizim şefin sürprizi, pilava nohut koymasıydı.
Tüm bunların temelinde ne var biliyor musunuz? Fark edilme çabası.
Sıradanlıktan, sadelikten, sakinlikten ölesiye korkuyoruz.
Çünkü birileri bize sıradan olanın kıymetsiz, sadeliğin yetersiz olduğunu öğretti.
Oysa sıradan olan güzeldir.
Tüm garipliklerin ortasında, sade bir çayın, kuru bir pilavın, samimi bir tebessümün ne kadar kıymetli olduğunu fark edemeyen bir nesle dönüştük.
Ne olur artık durun!
Kına gecesi yapacaksanız, kına yakın. Drone değil.
Sünnet düğünü yapacaksanız, oğlanın acısını azaltın; gösteriyle artırmayın.
Restorana gidince şov değil, pilav getirin.
Gelinlik giymeyin çocuğunuzu sünnete götürürken, kimse sizi "trend" olmamanız yüzünden yargılamaz.
Hepimiz biraz klasikleşelim.
Huzurlu, sade, anlamlı.
Belki bir gün, kimseye fark ettirmeden, fark edilmenin aslında ne kadar yorucu olduğunu anlayan bir toplum olabiliriz.
Ve belki o gün, sessiz bir restoran köşesinde, kimsenin garip davranmadığı, sadece kuru pilavla doymanın huzurunu yaşadığımız bir sofrada, birbirimize şöyle deriz:
“Ne güzel, hiçbir şey farklı değil.”
Hikmet Kızıl
Artık biri evlenince “Allah mesut etsin” diyemiyoruz. Önce kahveye ne konmuş, düğünde hangi dans grubu sahne almış, kına gecesinde gelinin helikopterden mi sarkıtıldığı gibi detayları öğrenmemiz gerekiyor.
Zira sıradan bir nikâh, sade bir düğün, klasik bir kına gecesi, günümüz sosyal medyasında “beğeni” almıyor. Hal böyle olunca da, merasim dediğin şey düğün değil, resmen bir akıl sağlığı testi hâline geliyor.
Geçen gün bir habere rastladım: gelin hanım, isteme merasiminde kahveye tuz değil, tuz ruhu koymuş.
Damadın niyeti dünya eviydi, ama doğrudan öbür dünyaya gitti.
Eskiden tuzlu kahve bir gelenekti, artık bir sabotaj. Oğlunu evlendirmek isteyen bir baba, damat bohçasıyla birlikte acil sağlık ekibi de hazırlamalı. Aman kızım “farklı” olsun diye kahveyi kostik soda ile servis etmesin.
Bir de şu kına geceleri…
Bir dönem “Yüksek yüksek tepelere” ile ağlanırdı. Şimdi gelin, kına gecesine gladyatör zırhıyla geliyor. Arka planda duman makineleri, lazer gösterisi, DJ kabininde teyze oğlu…
Bir de “gelin çıkışı” var, sanki düğün değil; Tarantino filmi galası. Biz, elinde kına tepsisiyle ağlayan mahalle kadını istiyoruz.
Öyle efektli girişlere değil.
Sünnet düğünlerinde de iş çığırından çıktı.
Geçen ay bir düğüne gittim, çocuk 5 yaşında ama üzerinde 7 kiloluk pelerin, kafasında Osmanlı miğferi, elinde bluetooth bağlantılı asa.
Teyzesi canlı yayın yapıyor, babası drone uçuruyor, anne ise gelinlik giymiş.
Yahu oğlan sünnet oluyor, sen neden gelin oldun abla?
Yeter ki farklı olsun…
Modernliğe kurban edilen çocukluklar, şovsuz geçen bir çocukluğun mahzun özlemi…
Restoranlara gelelim. İnsan dışarı çıkar, sade bir kuru fasulye, bir pilav, bir de ayran ister değil mi?
Ama garson geliyor, kafasında denizci şapkası, elinde dumanlar çıkan bir tabak, tabağın üstünde halay çeken sushi dilimleri…
O pilav neden yanıyor kardeşim?
Neden üzerine Hindistan cevizi döküyorsun?
Bir de üstüne “Şefimizin sürprizi!” deyip, tabağa konfeti sıkıyorlar.
Halbuki bizim şefin sürprizi, pilava nohut koymasıydı.
Tüm bunların temelinde ne var biliyor musunuz? Fark edilme çabası.
Sıradanlıktan, sadelikten, sakinlikten ölesiye korkuyoruz.
Çünkü birileri bize sıradan olanın kıymetsiz, sadeliğin yetersiz olduğunu öğretti.
Oysa sıradan olan güzeldir.
Tüm garipliklerin ortasında, sade bir çayın, kuru bir pilavın, samimi bir tebessümün ne kadar kıymetli olduğunu fark edemeyen bir nesle dönüştük.
Ne olur artık durun!
Kına gecesi yapacaksanız, kına yakın. Drone değil.
Sünnet düğünü yapacaksanız, oğlanın acısını azaltın; gösteriyle artırmayın.
Restorana gidince şov değil, pilav getirin.
Gelinlik giymeyin çocuğunuzu sünnete götürürken, kimse sizi "trend" olmamanız yüzünden yargılamaz.
Hepimiz biraz klasikleşelim.
Huzurlu, sade, anlamlı.
Belki bir gün, kimseye fark ettirmeden, fark edilmenin aslında ne kadar yorucu olduğunu anlayan bir toplum olabiliriz.
Ve belki o gün, sessiz bir restoran köşesinde, kimsenin garip davranmadığı, sadece kuru pilavla doymanın huzurunu yaşadığımız bir sofrada, birbirimize şöyle deriz:
“Ne güzel, hiçbir şey farklı değil.”
Hikmet Kızıl
