Türkiye’de uyuşturucu operasyonlarıyla beraber muhafazakârlara yönelik tartışmalar daha da hız kazandı. Muhafazakâr sosyolojik çevrede büyük bir çürüme de yaşandığı gerçek. Bunu köylülükle açıklayanlar, ahlak dinden gelmez şeklinde yorumlayanlar veya bireysel iman yetersizliği şeklinde değerlendirenler var. Her üç ana görüş de mevcut sorunu açıklamak için yetersiz. Birincisi, Türkiye’de şehirli elitlerin kibirli anlatısını temsil ediyor. İkincisi seküler bakış açısını yansıtıyor. Üçüncü görüş de yine modernliğin bireyi merkeze alan ve grubun kimlik inşasındaki önemini yok sayan yönünü temsil ediyor.
Peki o hâlde muhafazakârların ve dindarların sosyolojik çürümesi neden yaşanıyor?
Genel Toplumsal Çürüme
Türkiye’yi konuştuğumuz için genel toplum yapısına bakmamız gerekir. Çünkü tartıştığımız muhafazakâr çürüme bu yapıda meydana gelmektedir. Elbette bunun küresel boyutu da bulunmaktadır. Ancak biz Türkiye muhafazakârlığını tartışıyoruz. Türkiye, genel toplum olarak büyük bir hareket ve dönüşüm yaşamaktadır. Bu, hem küresel dünya ile olan etkileşimiyle yakından ilgilidir hem de kendi içyapısıyla. Bu dönüşüm toplumu derinden sarsıyor. Onu bambaşka bir alana taşıyor.
Toplumsal dönüşüm; ailede, kültürde, inançta ve gündelik hayatta yaşanıyor. Kolektif anlam dünyası tamamen farklılaşıyor. Düğünler, eğlenceler, geziler, üniversite hayatları bambaşka hâle geliyor. Üniversitelerde partnerlik yayılıyor. Geç evlilik ve serbest cinsel hayat normalleşiyor. Eğlence ve düğünlerde mahremiyet sınırları delik deşik hâle geliyor. Plaj hayatı doğuyor. Buna plaj toplumu diyorum. Çünkü üç tarafı denizle kaplı olan ve bundan dolayı da deniz turizmine çok uygun bir ülkeyiz. Deniz turizmi tarihsel mirasla da birleşerek plaj toplumunu üretiyor. Dünyanın en büyük plaj toplumu meydana geliyor. Bunun için her çeşit imar kolaylığı ve hatta talan kolaylığı sağlanıyor. Devasa otel kompleksleri kuruluyor. Burada eğlenceye, hazza, ekstaziye entegreli bir hayat doğuyor.
Bütün toplumsal kesimler plaj toplumuna katılıyor. Orada hayatlar yeniden üretiliyor. Herkes dünyeviliğin tadına varıyor. Muhafazakârlar da zenginleşme, serbestleşme, özgüven ve erişebilirlik imkânları ile beraber bu plaj toplumuna katılıyorlar. Başlangıçta Kapris Otel ile bu katılım var iken, bugün artık yüzlerce otel, onlarca konsept ile bu küresel haz topluluğuna katılıyorlar. Buradaki yaşama ve giyim tarzı önce plaj şehirlerine, sonra da bütün topluma yayılıyor. Özellikle sosyal medya ile üretilen görüntüler ile hem meşrulaşıyor hem de yaygınlaşıyor.
Mahremiyet kökten değişiyor. Özel alan, gizlilik, kapalılık, örtük olan gittikçe azalıyor. Kadın-erkek ilişkilerinde, çalışma ofislerinde, iş yerlerinde mahremiyet kalkıyor. Herkes “bebeğim”, “aşkım” ve “canım” diye bir dil geliştiriyor. Zaten gençler ve yetişkinler artık kadınlı erkekli rahat ortamlarda yaşıyorlar. Sosyal medya, mahremiyeti parçalayan bir faaliyet işlevi görüyor. Her şeyi konuşma, gösterme normal hâle geliyor. Fuhuş sunumu bile yayılıyor. Fuhuşla birleşen imgeler güzel beden olarak pazarlanıyor.
Para, güç, makam gibi dünyevi olgular belirleyici hâle geliyor. “Önemli bir insan” dediğimizde artık aklımıza gelen; zengin, tepedeki makamlarda yer alan veya çok şöhretli olan kişiler oluyor. Gençler de “önemli adam” olmak istiyor. Bunu da hemen istiyorlar. Olgunlaşmadan, emek vermeden, beklemeden… Bundan dolayı uyuşturucu satıcılığına, mafya işlerine, çete faaliyetlerine, ayak kaydırmalara, gerekli olan neyse onu yapmaya yöneliyorlar.
Olgunlaşma Yetersizliği ve Ahlak Ötesi Güç İstenci
Muhafazakârın sapma eylemlerinde en önemli sorunların başında yetersiz olgunlaşma gelmektedir. İktidar ile beraber çok büyük imkânlara kavuşan muhafazakâr elitler, önemli aktörlere dönüştüler. Özellikle dindarlar, daha önce ana medyada, üniversitelerde, bürokraside dışlanırken, iktidar imkânları ile bu alanlarda roller üstlenmeye başladılar. Yetişmek; iyi bir üniversiteden diploma almak, yabancı diller bilmek ve çok zeki olmak olarak anlaşıldı. Yeni kuşak dindar gençler ve yetişkinler, iktidara sahip iken telaşla ve hızla yönetmek istiyorlardı. Zaten üniversite yıllarından itibaren pratik siyasete ve dünyayı güçle ve egemenlikle yönetme duygusu ile doldurulmuşlardı. Hatta imam hatip yıllarında…
Son on yılın siyaset tarzı, FETÖ tasfiyesi ile yeni kaynağa ihtiyaç duyuyordu. Bu boşluğu doldurmak için bu yeni kuşağın taleplerine hızla karşılık vermeye yöneldi. Onlardan tek şey istiyordu: sadakat ve itaat. En önemli duygu ve davranış beklentisiydi bu. Güvenlik zamanlarından geçiliyordu çünkü. Bu kuşak da talepleri için egemenlerin bu talebini coşkuyla karşıladı. Sadakat ve itaatle yaşamın yükünü almaya yöneldi. Ancak olgun bir zihin ve ruh değildi. Yükselmek, güç sahibi olmak ve üst ilişkilere dâhil olmak imkânı, insanın en derin gücü olan nefsine (arzularına) hitap ediyordu. İnisiyatifleri, özgür ruhları, kendilerini keşfetme yolu olarak makam ve mevkiler önemini kaybetti.
Olgunlaşma yetersizliği, kazanılan şöhret, para, makam ile sapma davranışlarına kolaylıkla yöneltti. Sahip olunanları kendinden bilmeye, ayrıcalıklarla beraber kendisini apayrı ve sorumluluk ötesine yerleştirme tutumu ortaya çıktı. Yani sıradan insanların sorumlu olduğu kuralları o, rahatlıkla çiğneyecekti. Çünkü o artık onların üstündeydi. Ahlak üstüydü; dinden gelen ahlakın da üstündeydi. Bu da ona önemli kapılar açacaktı. Mahalle değiştirdiler, hatun değiştirdiler, araba değiştirdiler, üst başlarını değiştirdiler. Erkekler heteroseksüel şehir erkeği hâline geldi. Kadınlar ise gün geçtikçe başörtüyü sorgulayan ve onun anlamından uzaklaşan tutumlara yöneliyor.
Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserindeki görüşleriyle insanı ahlak üstü bir konuma yerleştirir: güç istenci. İnsanı en fazla baştan çıkaran ahlak teorisi! Fetullah Gülen de bu şekilde baştan çıkmıştı. Teşkilatı ve kendisi için güç istemişti. Bunun için de gerektiğinde İslam ahlakı çiğnenmişti. Elbette aşırı yorum ve çarpık yorumlarla. Bu defa da güç sahibi olanlar başka dindar insanlar oldu. Onlar da güç istenci ile baştan çıkarak iyi ve kötünün ötesinde, ahlakı aşarak davranıyorlar. Çünkü ayrıcalıklı ve elit hâle gelen insanlar, yine Nietzsche’nin üstün insanı olarak kendilerini görüyorlar. Bütün elitizmlerin yanılgısı budur. Bu defa da dindar elitizm bu yanılgıya düştü.
Üstün insan hâlinde kendisini gören muhafazakâr elitizm, ahlakın ötesine yerleşerek her çeşit ahlak dışı eylemi normal görmeye başladı. Belki de şöyle demeliyiz: Bazıları ihale, rüşvet, yalan, çarpıtma alanlarında bu ahlak dışılığı yaşama dâhil oldu. Bazısı da bunu sonuna kadar götürdü. Grup seks, kokain, muta nikâhlı avratlar…
Din, elbette en temelinde ahlaktır. Kutsal kelamda yaratılışın nedeni olarak ahlak gösterilir. İnsanın iyi eylemlerde bulunanlarıyla kötü eylemde bulunanın ayırt edilmesi için yaratıldığını söyler. Yaşanan “ahlaksız dindarlık” pratiği, dinin ahlakta yetersiz kaldığını göstermez. Bunun yerine dindarların ahlakta yetersiz kaldığını gösterir. Sorgulanacak olan din değil, dindarlar ve bu dindarların dünya ile kurduğu ilişkidir.
Diyonysosçu Habitus
Dindarlığı bireysel iman temelinde açıklamak epeyce modern bir gözlemdir. Sosyolog Luckmann, Invisible Religion (Görünmeyen Din) adlı eserinde modernleşme ile beraber dinin kurumsal yönünü kaybettiğini ileri sürer. Nitekim Batı pratiğinde din, en büyük kurumsallaşma örneği olan kilise üzerinden büyük krizler yaşamıştır. Kuzey Avrupa ülkelerinde kiliseler artık boştur. Kimsenin kiliselere inandığı yoktur. Ancak insanların bireysel kimliklerinde de din epey azalmıştır. Buna karşın Güney Avrupa ve ABD gibi ülkelerde kilise de dindarlık da hâlâ grupsal anlamda güçlüdür. Kierkegaard ve Tolstoy gibi mistik anarşistler bireysel dindarlığı vurguluyorlar. İmanın bireysel olduğu ve Hristiyanlığın bireyi aşan dinsel söylemi ile dindarlığın yaşanmaz hâle geldiğini ileri sürüyorlar.
Kimi araştırmacılar da bundan yola çıkarak Türkiye’de dindarlıkta yaşanan patlamaların bireysel iman yetersizliğinden kaynaklandığını iddia ediyorlar. Elbette bu iddia Kemalist bakışa da cevap niteliğindedir. Güya Müslümanlar anne-baba, cemaat ve tarikat gibi kolektif yapılardan etkilenerek iman ediyorlar. Sonra bu yapıların dışına çıkınca da imansızlıkları ortaya çıkıyor ve her çeşit günahı kolaylıkla işliyorlar.
İman ve dindarlık hem bireysel hem de grupsal yönüyle önemlidir. İnsan sadece din alanında değil, her alanda kimlik kazanırken sosyal dünya ile ilişkilidir. Sosyal dünya içinde benliğini kurar. Ya da bireysel kimlik kadar sosyal kimlik ile beraber insan olur. Din için de bu hakikat geçerlidir. Müslüman olma, bireysel iç dünyanın hareketi, aydınlanması ve dönüşümü temeldir. Ancak bunlar insanın içinde yaşadığı grupsal dünyadan bağımsız değildir.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, habitus kavramıyla bahsettiğimiz olguyu etkili bir şekilde açıklar. Buna göre habitus, insanın gündelik hayat pratiğini oluşturan çerçevedir. Eğlenceler, sporlar, inanç pratikleri, alışverişler, geçim eylemleri, mahalle alışkanlıkları… Dindarlar; zenginleşme, yeni mahalle, tatil pratikleri, eğlence tarzları ile farklı bir habitusa yerleşiyorlar. Bu habitus, seküler yönleriyle kuvvetlidir. Tüketimi, hazzı, güç ve elitist ilişkiler bağlamını önde tutar.
Gidilen sosyal mekânın habitusu, önceki habitustan onu koparır. Yepyeni alışkanlıklara boğar, taşır. Rahat içki tüketimi, lüks alışveriş merkezleri, küresel burjuva markaları, rahat partner ilişkileri ile dolup taşınan yerde dönüşüm yaşanmaya başlar. Burada uyuşturucu partileri, toplu seks partileri, sık sık doğum günü kutlamaları rahat yapılır. Arzular, normlar ötesi bir şekilde serbestçe dolaşır. İnsan kendisini istediği arzuyu tatma yetkinliğinde görür. Bu sosyal kontekste birey, yeni grubun ve yeni habitusun içindedir. Önceki sosyal ortamından sıyrılır. Dindar da bu habitusa taşınınca aynı kaderi yaşar. Ancak görünen yüzüyle muhafazakârdır. Dindarlık önce görüntülerinden çıkar. Sakal, dil, sosyal çevre, söylem… Ancak muhafazakâr iktidarla uyum zorunluluğu, dindarı iki habitus arasında “münafık kişiliğe” zorlar. Dindar ve muhafazakâr çevreye karşı görünen hayatı ile “Müslüman habitus”, saklanan, mahrem ve batıni tarafıyla “Diyonysos habitus”. Diyonysosçu gelenek, Grekler ve Romalılarda haz, eğlence, tutku, coşku ve ekstaziyi önde tutan paganist “tanrısal yol”dur. Son yıllarda bu yol yeniden hortluyor. Ben de buna Diyonysosçu gelenek veya habitus diyorum.
İnsanların zahiri Müslümanlığına karşın batıni Diyonysosçulukları onları mutsuz, ahlaksız, kaotik ve kuralsız bir yöne savurmaktadır. Ruh ve iman burada anlamını kaybeder. Salt maddi hazda aranan mutluluk, yerini derin mutsuzluğa bırakır. Bunu aşmak için uyuşturucu ve gizemci partiler devreye girer. Ancak bunlar da önemli ölçüde batıni ve zahiri çatışmanın birbirlerini yok etmesine yol açar. Ruhsal denge yerine ruhsal bozgunlar yaşanır.
Siyasal yozlaşma her zaman kolay aşılabilir. Çünkü yeni yaklaşımlar, yeni kadrolar ve yeni programlar bunun yerine geçer. Türkiye’nin siyasal tarihinde bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Her siyasal baskı sonrasında dindarlar bunu aşacak yeni siyasal yollar da bulabilmişlerdir. Ancak toplumsal yozlaşma ve kimlik krizleri kolay aşılmaz. Özellikle dindarların ruh çürümesi çok derin bunalımları beraberinde getirir. Üstelik ruh çürümesi olgusu sadece dindarları etkilemekle kalmaz. Toplumun İslam maneviyatına olan itibarını da zedeler, yok eder ve derin sekülerleşme yollarını açar. Topluma İslam’ın mana veren yolları kapanır. Bunun yerine “seküler maneviyat” hareketleri ve inançları topluma hücum eder. Sapkın sır ve sapkın ruhçu yaklaşımlar ilgi görmeye başlar. Toplumun maneviyat bütünlüğünden gelen varlıksal derinlik düşer. Bundan dolayı dindarların imtihanlarını kaybetmesi, toplumun kaybetmesidir.
Peki o hâlde muhafazakârların ve dindarların sosyolojik çürümesi neden yaşanıyor?
Genel Toplumsal Çürüme
Türkiye’yi konuştuğumuz için genel toplum yapısına bakmamız gerekir. Çünkü tartıştığımız muhafazakâr çürüme bu yapıda meydana gelmektedir. Elbette bunun küresel boyutu da bulunmaktadır. Ancak biz Türkiye muhafazakârlığını tartışıyoruz. Türkiye, genel toplum olarak büyük bir hareket ve dönüşüm yaşamaktadır. Bu, hem küresel dünya ile olan etkileşimiyle yakından ilgilidir hem de kendi içyapısıyla. Bu dönüşüm toplumu derinden sarsıyor. Onu bambaşka bir alana taşıyor.
Toplumsal dönüşüm; ailede, kültürde, inançta ve gündelik hayatta yaşanıyor. Kolektif anlam dünyası tamamen farklılaşıyor. Düğünler, eğlenceler, geziler, üniversite hayatları bambaşka hâle geliyor. Üniversitelerde partnerlik yayılıyor. Geç evlilik ve serbest cinsel hayat normalleşiyor. Eğlence ve düğünlerde mahremiyet sınırları delik deşik hâle geliyor. Plaj hayatı doğuyor. Buna plaj toplumu diyorum. Çünkü üç tarafı denizle kaplı olan ve bundan dolayı da deniz turizmine çok uygun bir ülkeyiz. Deniz turizmi tarihsel mirasla da birleşerek plaj toplumunu üretiyor. Dünyanın en büyük plaj toplumu meydana geliyor. Bunun için her çeşit imar kolaylığı ve hatta talan kolaylığı sağlanıyor. Devasa otel kompleksleri kuruluyor. Burada eğlenceye, hazza, ekstaziye entegreli bir hayat doğuyor.
Bütün toplumsal kesimler plaj toplumuna katılıyor. Orada hayatlar yeniden üretiliyor. Herkes dünyeviliğin tadına varıyor. Muhafazakârlar da zenginleşme, serbestleşme, özgüven ve erişebilirlik imkânları ile beraber bu plaj toplumuna katılıyorlar. Başlangıçta Kapris Otel ile bu katılım var iken, bugün artık yüzlerce otel, onlarca konsept ile bu küresel haz topluluğuna katılıyorlar. Buradaki yaşama ve giyim tarzı önce plaj şehirlerine, sonra da bütün topluma yayılıyor. Özellikle sosyal medya ile üretilen görüntüler ile hem meşrulaşıyor hem de yaygınlaşıyor.
Mahremiyet kökten değişiyor. Özel alan, gizlilik, kapalılık, örtük olan gittikçe azalıyor. Kadın-erkek ilişkilerinde, çalışma ofislerinde, iş yerlerinde mahremiyet kalkıyor. Herkes “bebeğim”, “aşkım” ve “canım” diye bir dil geliştiriyor. Zaten gençler ve yetişkinler artık kadınlı erkekli rahat ortamlarda yaşıyorlar. Sosyal medya, mahremiyeti parçalayan bir faaliyet işlevi görüyor. Her şeyi konuşma, gösterme normal hâle geliyor. Fuhuş sunumu bile yayılıyor. Fuhuşla birleşen imgeler güzel beden olarak pazarlanıyor.
Para, güç, makam gibi dünyevi olgular belirleyici hâle geliyor. “Önemli bir insan” dediğimizde artık aklımıza gelen; zengin, tepedeki makamlarda yer alan veya çok şöhretli olan kişiler oluyor. Gençler de “önemli adam” olmak istiyor. Bunu da hemen istiyorlar. Olgunlaşmadan, emek vermeden, beklemeden… Bundan dolayı uyuşturucu satıcılığına, mafya işlerine, çete faaliyetlerine, ayak kaydırmalara, gerekli olan neyse onu yapmaya yöneliyorlar.
Olgunlaşma Yetersizliği ve Ahlak Ötesi Güç İstenci
Muhafazakârın sapma eylemlerinde en önemli sorunların başında yetersiz olgunlaşma gelmektedir. İktidar ile beraber çok büyük imkânlara kavuşan muhafazakâr elitler, önemli aktörlere dönüştüler. Özellikle dindarlar, daha önce ana medyada, üniversitelerde, bürokraside dışlanırken, iktidar imkânları ile bu alanlarda roller üstlenmeye başladılar. Yetişmek; iyi bir üniversiteden diploma almak, yabancı diller bilmek ve çok zeki olmak olarak anlaşıldı. Yeni kuşak dindar gençler ve yetişkinler, iktidara sahip iken telaşla ve hızla yönetmek istiyorlardı. Zaten üniversite yıllarından itibaren pratik siyasete ve dünyayı güçle ve egemenlikle yönetme duygusu ile doldurulmuşlardı. Hatta imam hatip yıllarında…
Son on yılın siyaset tarzı, FETÖ tasfiyesi ile yeni kaynağa ihtiyaç duyuyordu. Bu boşluğu doldurmak için bu yeni kuşağın taleplerine hızla karşılık vermeye yöneldi. Onlardan tek şey istiyordu: sadakat ve itaat. En önemli duygu ve davranış beklentisiydi bu. Güvenlik zamanlarından geçiliyordu çünkü. Bu kuşak da talepleri için egemenlerin bu talebini coşkuyla karşıladı. Sadakat ve itaatle yaşamın yükünü almaya yöneldi. Ancak olgun bir zihin ve ruh değildi. Yükselmek, güç sahibi olmak ve üst ilişkilere dâhil olmak imkânı, insanın en derin gücü olan nefsine (arzularına) hitap ediyordu. İnisiyatifleri, özgür ruhları, kendilerini keşfetme yolu olarak makam ve mevkiler önemini kaybetti.
Olgunlaşma yetersizliği, kazanılan şöhret, para, makam ile sapma davranışlarına kolaylıkla yöneltti. Sahip olunanları kendinden bilmeye, ayrıcalıklarla beraber kendisini apayrı ve sorumluluk ötesine yerleştirme tutumu ortaya çıktı. Yani sıradan insanların sorumlu olduğu kuralları o, rahatlıkla çiğneyecekti. Çünkü o artık onların üstündeydi. Ahlak üstüydü; dinden gelen ahlakın da üstündeydi. Bu da ona önemli kapılar açacaktı. Mahalle değiştirdiler, hatun değiştirdiler, araba değiştirdiler, üst başlarını değiştirdiler. Erkekler heteroseksüel şehir erkeği hâline geldi. Kadınlar ise gün geçtikçe başörtüyü sorgulayan ve onun anlamından uzaklaşan tutumlara yöneliyor.
Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserindeki görüşleriyle insanı ahlak üstü bir konuma yerleştirir: güç istenci. İnsanı en fazla baştan çıkaran ahlak teorisi! Fetullah Gülen de bu şekilde baştan çıkmıştı. Teşkilatı ve kendisi için güç istemişti. Bunun için de gerektiğinde İslam ahlakı çiğnenmişti. Elbette aşırı yorum ve çarpık yorumlarla. Bu defa da güç sahibi olanlar başka dindar insanlar oldu. Onlar da güç istenci ile baştan çıkarak iyi ve kötünün ötesinde, ahlakı aşarak davranıyorlar. Çünkü ayrıcalıklı ve elit hâle gelen insanlar, yine Nietzsche’nin üstün insanı olarak kendilerini görüyorlar. Bütün elitizmlerin yanılgısı budur. Bu defa da dindar elitizm bu yanılgıya düştü.
Üstün insan hâlinde kendisini gören muhafazakâr elitizm, ahlakın ötesine yerleşerek her çeşit ahlak dışı eylemi normal görmeye başladı. Belki de şöyle demeliyiz: Bazıları ihale, rüşvet, yalan, çarpıtma alanlarında bu ahlak dışılığı yaşama dâhil oldu. Bazısı da bunu sonuna kadar götürdü. Grup seks, kokain, muta nikâhlı avratlar…
Din, elbette en temelinde ahlaktır. Kutsal kelamda yaratılışın nedeni olarak ahlak gösterilir. İnsanın iyi eylemlerde bulunanlarıyla kötü eylemde bulunanın ayırt edilmesi için yaratıldığını söyler. Yaşanan “ahlaksız dindarlık” pratiği, dinin ahlakta yetersiz kaldığını göstermez. Bunun yerine dindarların ahlakta yetersiz kaldığını gösterir. Sorgulanacak olan din değil, dindarlar ve bu dindarların dünya ile kurduğu ilişkidir.
Diyonysosçu Habitus
Dindarlığı bireysel iman temelinde açıklamak epeyce modern bir gözlemdir. Sosyolog Luckmann, Invisible Religion (Görünmeyen Din) adlı eserinde modernleşme ile beraber dinin kurumsal yönünü kaybettiğini ileri sürer. Nitekim Batı pratiğinde din, en büyük kurumsallaşma örneği olan kilise üzerinden büyük krizler yaşamıştır. Kuzey Avrupa ülkelerinde kiliseler artık boştur. Kimsenin kiliselere inandığı yoktur. Ancak insanların bireysel kimliklerinde de din epey azalmıştır. Buna karşın Güney Avrupa ve ABD gibi ülkelerde kilise de dindarlık da hâlâ grupsal anlamda güçlüdür. Kierkegaard ve Tolstoy gibi mistik anarşistler bireysel dindarlığı vurguluyorlar. İmanın bireysel olduğu ve Hristiyanlığın bireyi aşan dinsel söylemi ile dindarlığın yaşanmaz hâle geldiğini ileri sürüyorlar.
Kimi araştırmacılar da bundan yola çıkarak Türkiye’de dindarlıkta yaşanan patlamaların bireysel iman yetersizliğinden kaynaklandığını iddia ediyorlar. Elbette bu iddia Kemalist bakışa da cevap niteliğindedir. Güya Müslümanlar anne-baba, cemaat ve tarikat gibi kolektif yapılardan etkilenerek iman ediyorlar. Sonra bu yapıların dışına çıkınca da imansızlıkları ortaya çıkıyor ve her çeşit günahı kolaylıkla işliyorlar.
İman ve dindarlık hem bireysel hem de grupsal yönüyle önemlidir. İnsan sadece din alanında değil, her alanda kimlik kazanırken sosyal dünya ile ilişkilidir. Sosyal dünya içinde benliğini kurar. Ya da bireysel kimlik kadar sosyal kimlik ile beraber insan olur. Din için de bu hakikat geçerlidir. Müslüman olma, bireysel iç dünyanın hareketi, aydınlanması ve dönüşümü temeldir. Ancak bunlar insanın içinde yaşadığı grupsal dünyadan bağımsız değildir.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, habitus kavramıyla bahsettiğimiz olguyu etkili bir şekilde açıklar. Buna göre habitus, insanın gündelik hayat pratiğini oluşturan çerçevedir. Eğlenceler, sporlar, inanç pratikleri, alışverişler, geçim eylemleri, mahalle alışkanlıkları… Dindarlar; zenginleşme, yeni mahalle, tatil pratikleri, eğlence tarzları ile farklı bir habitusa yerleşiyorlar. Bu habitus, seküler yönleriyle kuvvetlidir. Tüketimi, hazzı, güç ve elitist ilişkiler bağlamını önde tutar.
Gidilen sosyal mekânın habitusu, önceki habitustan onu koparır. Yepyeni alışkanlıklara boğar, taşır. Rahat içki tüketimi, lüks alışveriş merkezleri, küresel burjuva markaları, rahat partner ilişkileri ile dolup taşınan yerde dönüşüm yaşanmaya başlar. Burada uyuşturucu partileri, toplu seks partileri, sık sık doğum günü kutlamaları rahat yapılır. Arzular, normlar ötesi bir şekilde serbestçe dolaşır. İnsan kendisini istediği arzuyu tatma yetkinliğinde görür. Bu sosyal kontekste birey, yeni grubun ve yeni habitusun içindedir. Önceki sosyal ortamından sıyrılır. Dindar da bu habitusa taşınınca aynı kaderi yaşar. Ancak görünen yüzüyle muhafazakârdır. Dindarlık önce görüntülerinden çıkar. Sakal, dil, sosyal çevre, söylem… Ancak muhafazakâr iktidarla uyum zorunluluğu, dindarı iki habitus arasında “münafık kişiliğe” zorlar. Dindar ve muhafazakâr çevreye karşı görünen hayatı ile “Müslüman habitus”, saklanan, mahrem ve batıni tarafıyla “Diyonysos habitus”. Diyonysosçu gelenek, Grekler ve Romalılarda haz, eğlence, tutku, coşku ve ekstaziyi önde tutan paganist “tanrısal yol”dur. Son yıllarda bu yol yeniden hortluyor. Ben de buna Diyonysosçu gelenek veya habitus diyorum.
İnsanların zahiri Müslümanlığına karşın batıni Diyonysosçulukları onları mutsuz, ahlaksız, kaotik ve kuralsız bir yöne savurmaktadır. Ruh ve iman burada anlamını kaybeder. Salt maddi hazda aranan mutluluk, yerini derin mutsuzluğa bırakır. Bunu aşmak için uyuşturucu ve gizemci partiler devreye girer. Ancak bunlar da önemli ölçüde batıni ve zahiri çatışmanın birbirlerini yok etmesine yol açar. Ruhsal denge yerine ruhsal bozgunlar yaşanır.
Siyasal yozlaşma her zaman kolay aşılabilir. Çünkü yeni yaklaşımlar, yeni kadrolar ve yeni programlar bunun yerine geçer. Türkiye’nin siyasal tarihinde bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Her siyasal baskı sonrasında dindarlar bunu aşacak yeni siyasal yollar da bulabilmişlerdir. Ancak toplumsal yozlaşma ve kimlik krizleri kolay aşılmaz. Özellikle dindarların ruh çürümesi çok derin bunalımları beraberinde getirir. Üstelik ruh çürümesi olgusu sadece dindarları etkilemekle kalmaz. Toplumun İslam maneviyatına olan itibarını da zedeler, yok eder ve derin sekülerleşme yollarını açar. Topluma İslam’ın mana veren yolları kapanır. Bunun yerine “seküler maneviyat” hareketleri ve inançları topluma hücum eder. Sapkın sır ve sapkın ruhçu yaklaşımlar ilgi görmeye başlar. Toplumun maneviyat bütünlüğünden gelen varlıksal derinlik düşer. Bundan dolayı dindarların imtihanlarını kaybetmesi, toplumun kaybetmesidir.