Foruma hoşgeldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

İktibas Hutbeyi susturmak: Seküler kamusal alanın dine tahammülsüzlüğü (2 Izleyici)

Hutbeyi susturmak: Seküler kamusal alanın dine tahammülsüzlüğü

Hutbeyi susturmak: Seküler kamusal alanın dine tahammülsüzlüğü​

Seküler eleştirilerin samimi bir dertten değil, dinin toplumsal görünürlüğüne karşı köklü bir tahammülsüzlükten beslendiğini burada açıkça görmek gerekir.​


Türkiye’de cuma hutbeleri, son aylarda artan şekilde tartışmaların odağında. Kadınların miras hakkı, giyim özgürlüğü, zinaya dair uyarılar ve aile kurumuna ilişkin nasihatler, hutbeleri seküler kesimin hedef tahtasına oturttu. İzmir Barosu’nun son hutbe üzerine yaptığı sert açıklama, bu tartışmaları hukuki boyuta da taşıdı.

Seküler kesim, görünürde laiklik, eşitlik ve özgürlük kavramları üzerinden itiraz ediyor. Ancak bu tepkilerin derininde çok daha köklü bir problem yatıyor: Seküler tahayyül, dinin toplumsal bir gerçeklik olarak kamusal alanda görünür kılınmasından rahatsızdır.

Hutbe, sadece bir dinî nasihat değildir; Müslümanların toplumsal varoluşunun sembolik ifadesidir. Her cuma, minberden yükselen söz, bireyleri aşarak toplumu inşa eden bir çağrı olmalıdır. Berger &Luckmann’ın ritüellere ilişkin yorumlara nazara alındığında hutbe, “toplumsal gerçekliğin” her hafta yeniden üretildiği bir ritüeldir.

Habermas’ın kamusal alan teorisi, modern toplumlarda “nötr” bir ortak alan öngörür. Ancak hutbe, bu nötrlüğü kökten reddeder. Çünkü hutbe, kamusal alanda ilahî hakikati görünür kılar. İşte bu yüzden seküler kesimin asıl rahatsızlığı, hutbenin dili değil; hutbenin bizzat varlığıdır. Kamusal alan teorisi, modern toplumlarda “herkes için erişilebilir, akla dayalı tartışma zemini”nden söz eder. Ne var ki “nötr” olduğu iddia edilen bu zemin, pratikte her zaman değerlerce doygun ve iktidar ilişkilerince örülüdür. Hutbe, bu noktada bir sınav kâğıdıdır:

Hutbe, kamusal alanın asla tam nötr olmadığını ifşa eder; zira ilahî hakikati toplumun merkezine çağırır. Kamusal görünürlüğe sahip tekrarlanan ritüel (her cuma) sadece “söylem” üretmez; varlık kurar. Müslümanların birlikte saf tutması, konuşulan hakikatin toplumsal bir öznece sahiplenildiğini gösterir.

Son hutbede dile getirilen “kız çocuklarının Allah’ın takdir ettiği mirasa razı olmaması kul hakkıdır” cümlesi üzerine İzmir Barosu, Diyanet’i açıkça hedef aldı:

“Diyanet’i uyarıyoruz: Türkiye, şeriatla yönetilen bir ülke değildir. Toplumsal baskı ile üretilen rıza, rıza değildir; şiddetin bir biçimidir.”

Bu açıklama, seküler kesimin bakış açısını net biçimde ortaya koymaktadır. Hutbenin “eşitlik ve hukuk” kavramlarına aykırı olduğu iddia edilmekte; ama asıl sorun hutbenin dini, toplumsal bir gerçeklik olarak gündeme taşımasıdır.

Türkiye’de laiklik, halkı kendi dininden uzaklaştıran bir vesayet aracına dönüştürülmüştür. 28 Şubat sürecinde bu vesayetin en çıplak biçimleri görüldü: başörtüsü yasakları, imam hatiplerin kapatılması, Kur’an kurslarının baskılanması…

Bugün hutbeler üzerinden yükselen tepkiler, aynı zihniyetin farklı bir versiyonudur. “Laik Düzende Devlet ile İlişki”1 yazımda da vurguladığım gibi, İslam bireyin yalnızca vicdanında değil; siyasetten hukuka, ekonomiden topluma kadar tüm alanlarda var olmayı emreder. İbn Âşur’un dediği gibi, Kur’an’ın temel maksatlarından biri “ümmetin siyaseti”dir. Hutbe, yalnızca bireysel bir nasihat değil, ümmetin siyasetini belirleyen manifestolar olması gerekir.

Hutbe, topluma ilahî bir uyarı, Müslümanlara ise bir istikamet bildirisidir. Ilımlılaştırılmış, yumuşatılmış hutbeler, seküler rahatsızlığı gidermediği gibi Müslümanların beklentisini de karşılamamaktadır. Çünkü Allah’ın emirleri pazarlık konusu değildir.

Bugün hutbelere yönelen tepkiler, Müslümanların hafızasında 28 Şubat’ın karanlığını hatırlatıyor. O gün “irtica” paranoyasıyla susturulan Müslümanlar, başörtüsüyle, imam hatiplerle, Kur’an kurslarıyla hedef alınmıştı. Bugün ise “eşitlik” ve “özgürlük” söylemleriyle aynı sessizlik dayatılmak isteniyor. Amaç değişmedi: Müslümanların kamusal görünürlüğünü silmek.

Hutbeye yönelen tepkiler, Müslümanların toplumsal varoluşuna yönelmiş köklü bir tahammülsüzlüktür. İzmir Barosu’nun açıklamasından feminist çevrelerin tepkilerine kadar tüm söylemler, farklı kelimelerle aynı şeyi söylemektedir: “Din kamusal alandan çekilsin.”

Burada sorulması gereken temel sorulardan biri de şudur: Laiklik, doğası gereği hutbeye karşı mıdır?

Laiklik, klasik anlamıyla devletin herhangi bir dini dayatmaması ve tüm inançlara eşit mesafede durması ilkesidir. Bu çerçevede laiklik, hutbelere karşı olmak zorunda değildir. Aksine, hutbeler din özgürlüğünün ve inançların toplumsal hayatta görünürlüğünün doğal bir parçasıdır. Saf anlamda laiklik, dinin kamusal alanda görünmesine değil, devletin belli bir inancı zorla dayatmasına karşıdır.

Raşid el-Gannuşi’nin Kamusal Özgürlükler adlı eserinde vurguladığı gibi, özgürlük sadece bireyin vicdanında saklı kalan bir inanç alanı değildir. Asıl anlamını, Müslümanların kendi değerlerini kamusal alanda serbestçe ifade edebilmeleriyle bulur. O laikliği özgürlüklerin garantisi olarak görmez; aksine dinin kamusal alandan dışlanması şeklinde uygulandığında, bunu özgürlüklerin bastırılması olarak değerlendirir. Çünkü dine yalnızca özel alan tanımak, inananların toplumsal görünürlüğünü ve siyasal iradesini yok saymaktır. Bu bakımdan Türkiye’de hutbelere yönelen eleştiriler, Gannuşi’nin işaret ettiği gibi, dinin toplumsal varlığına değil sadece özel alandaki sessiz varlığına izin veren ideolojik bir laiklik yorumunun güncel yansımasıdır.

Gannuşi’ye göre İslam’da özgürlük, bireysel vicdan ile toplumsal ahlakın ve siyasal düzenin birbirinden ayrılmadığı bir bütünü ifade eder. Bu açıdan hutbe, bireylere nasihat etmenin ötesinde, toplumun ahlaki ve siyasal yönelimlerini belirleyen bir “kamusal özgürlük manifestosu”dur. Minberden dile getirilen hakikat, yalnızca iman eden bireylerin değil, ümmetin tamamının siyasal varoluşunu temsilen yankılanır.

Ne var ki Türkiye pratiğinde laiklik, özellikle Cumhuriyet’in erken dönemlerinden itibaren, “dinin kamusal alandan mümkün olduğunca çekilmesi” şeklinde yorumlanmıştır. 28 Şubat sürecinde bunun en sert biçimi görülmüş, hutbeler, başörtüsü ve imam hatipler doğrudan hedef alınmıştır. Günümüzde de bazı seküler çevreler, hutbelerin devlet eliyle okunmasını laikliğe aykırı gibi sunmakta; aslında dinin kamusal görünürlüğünden rahatsızlıklarını “laiklik” söylemi üzerinden dile getirmektedirler.

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda laiklik ilkesi, din özgürlüğü ile birlikte düzenlenmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kurumdur; hutbelerin varlığı da bu anayasal düzenle meşrudur. İzmir Barosu’nun son hutbeye yönelttiği eleştiride olduğu gibi, tepkiler çoğu zaman hukuki olmaktan ziyade ideolojiktir. Bu tür eleştiriler, laikliği din özgürlüğüyle birlikte yorumlamaktan çok, dini toplumsal görünürlükten tasfiye etme çabasıyla iç içe geçmiştir.

Eleştiriler, hutbeleri çoğu zaman “iktidarın dini araçsallaştırması” üzerinden mahkûm etmeye çalışmaktadır. Son dönemde yapılan kimi analizlerde, hutbelerin milli-ümmetçi bir söylemle halkı itaate yönlendirdiği, gündelik davranışları mikro ahlaki kalıplarla disipline ettiği ve bazı temel Kur’ani ilkeleri görmezden geldiği ileri sürülmektedir. Bu iddialar ilk bakışta haklı gibi görünse de, özünde hutbenin varlığına duyulan tahammülsüzlüğün farklı bir yüzüdür.

Evet, hutbeler kimi zaman devletle iç içe geçmiş bir dil kullanmakta, toplumsal adalet ya da liyakat gibi konularda sessiz kalabilmektedir. Ancak bu durum, hutbenin kamusal varlığını reddetmeyi değil; tam tersine hutbenin asli fonksiyonunu daha gür bir şekilde talep etmeyi gerektirir. Yani çözüm hutbeyi susturmak değil, hutbeyi asli kaynağına döndürmektir. Kur’an’ın adalet, emanet, şura, ölçü ve tartı gibi emirleri hutbelerde daha çok yer bulmalı; Resûlullah’ın hutbelerde dile getirdiği toplumsal adalet vurgusu yeniden hatırlatılmalıdır.

Asıl rahatsızlık, hutbenin bizzat kamusal alanda var oluşudur. Çünkü hutbe, ister eksik ister tam olsun, her cuma Allah’ın hükmünü ve ümmetin kolektif bilincini görünür kılmaktadır. Eğer bugün hutbelerde kimi konular eksik bırakılıyorsa, bu hutbenin kamusal varlığını iptal etmek için değil; hutbenin ilahî hakikate daha çok yaklaşması için bir çağrı olmalıdır.

Seküler eleştirilerin samimi bir dertten değil, dinin toplumsal görünürlüğüne karşı köklü bir tahammülsüzlükten beslendiğini burada açıkça görmek gerekir. Çünkü aynı çevreler hutbelerde adalet, liyakat yahut şura gibi konular işlense dahi, bu kez “din siyasete karışıyor” diyerek itiraz edeceklerdir. Dolayısıyla mesele hutbenin içeriği değil, hutbenin kendisidir. Müslümanların görevi ise hutbeyi susturmak isteyenlere değil, hutbenin hakikati eksik dile getirmesine itiraz etmektir.

Seküler kesimin dinin toplumsal bir olgu olarak varlığını görmek istememesidir. Hutbelere yöneltilen itirazların arkasında yatan esas motivasyon, Müslümanların kamusal alandaki varoluş iddialarına ve dinin toplumsal görünürlüğüne duyulan tahammülsüzlüktür.

Seküler tahayyül, Müslümanı kendi yurdunda gurbette yaşatmak ister: İnanç kalpte, görünürlük evde, din ise “özel alan”da kalsın. Hutbe, bu gurbeti reddeden aidiyet ilanıdır. Her cuma, şehirlerin merkezinde yineleyen bu ritüel, “biz buradayız; sözümüz, şahitliğimiz ve müşterek hayat iddiamız var” demektir.

Bu yüzden Müslümanlara düşen görev açıktır: Hutbeyi susturmaya çalışanlara karşı daha gür sesle hutbe okumak, hakikati ılımlılaştırmadan haykırmak ve seküler tahammülsüzlüğe had bildirmektir. Hutbe, sadece bir nasihat değil; bir meşruiyet manifestosu, bir varoluş bildirisi ve bir direniş çağrısıdır.

Hutbe, “ılımlı” bir sivil söylem değil; hakikatin toplumsal uyarısı ve aidiyet ilanıdır. Minber, nötr değildir; minber adaleti, merhameti, iffeti, tevhidi taraf olarak savunur. Ve evet: Hakikati yumuşatmak, onu taşımamak demektir. Müslümanların vazifesi, bu hakikati incelikle ama tavizsiz taşımak; kamusal alanda dinin meşruiyetini savunmak ve “gurbete” razı olmamaktır.

Burada Müslümanlara düşen önemli bir muhasebe vardır. Hutbeler, çoğu zaman devletle ilişkilerin gölgesinde ılımlı ve yumuşatılmış bir dil kullanmaktadır. Oysa hutbe, hakikati haykırmak için vardır. Faizin haramlığı, piyasa dengeleri gözetilerek değil, Allah’ın hükmüyle açıkça dile getirilmelidir. Zinanın haramlığı, bireysel özgürlükleri rencide etmemek adına yumuşatılmamalıdır. İsraf, zulüm ve adaletsizlik, iktidar yahut güç sahiplerini rahatsız etmemek için törpülenmemelidir.


1- Laik Düzende Devlet ile İlişki - Cundullah Avcı
 
yok butun dinlere ayni mesafede safsatasindan artik cikalim
Lafi eveleyip gevelemenin anlami yoktur
Lakiklik= Dinsizliktir
 

Konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz

  • Geniş / Dar görünüm

    Temanızı geniş yada dar olarak kullanmak için kullanabileceğiniz bir yapıyı kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Izgara görünümlü forum listesi

    Forum listesindeki düzeni ızgara yada sıradan listeleme tarzındaki yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Resimli ızgara modu

    Izgara forum listesinde resimleri açıp/kapatabileceğiniz yapının kontrolünü sağlayabilirsiniz.

    Kenar çubuğunu kapat

    Kenar çubuğunu kapatarak forumdaki kalabalık görünümde kurtulabilirsiniz.

    Sabit kenar çubuğu

    Kenar çubuğunu sabitleyerek daha kullanışlı ve erişiminizi kolaylaştırabilirsiniz.

    Köşe kıvrımlarını kapat

    Blokların köşelerinde bulunan kıvrımları kapatıp/açarak zevkinize göre kullanabilirsiniz.

  • Zevkini yansıtan renk kombinasyonunu seç
    Arkaplan resimleri
    Renk geçişli arkaplanlar
Geri