HADİS VE SÜNNET FARKINI NASIL ANLAYABİLİR, NASIL TEMELLENDİREBİLİRİZ?
Bir kere şunu belirtelim: Hadis sözlükte daha ziyade “söz”; sünnet ise “fiil/davranış” anlamına gelmektedir. Hadis ilminde hadis ve sünnet eşit olarak tanımlanmıştır. “Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri” dendiğinde bundan hem sünnet hem de anlaşılır. Daha doğrusu hadis ve sünnet bu tanımda birleştirilmiştir. Ancak fıkıh ilmine baktığımızda sünnet “tavsiye edilmiş” davranışlara indirgenmiş olup mana daralmıştır. Farz ve vacip, emirle ilgili olduğundan sünnetin dışında tutulmuştur. Dolayısıyla fıkıh ilminde sünnet “farz ve vacip mukabili bir hüküm” anlamını kazanmıştır. Ama tabii ki, farz ve vacip de sünnetle sabit olabilmektedir. Bu da usul-i fıkıhta temellendirilmekte, onun konusuna dahil olmaktadır. Usul-i fıkıhta “kitab ve sünnet” bir delil olarak ele alınmıştır. Artık burada sünnet bir hüküm değil, hükmün delili anlamını kazanmıştır.
Bunlar bilinen konular. Bu yazıda hadis ve sünnetin ilimlerdeki tanımından değil, “kullanımı”ndan yola çıkarak farklı manaları olduğunu anlatmaya çalışacağım. “Kullanım” diyorum, çünkü tanım başka kullanım başkadır. Tanımlar, bir ilmin konusudur ve onlar o ilme mal olmuştur. Bir de “kullanım” vardır. “Kullanım” o kelimenin bir ilimde standart anlamını kazanmadan önce taşıdığı anlamlardır. Örneğin, fıkıh kelimesi Kur’an ve hadislerde geniş anlamdadır ama fıkıh ilminde mana daralmış olup “şer’i-ameli hükümleri tespite” indirgenmiştir. Bu, olumsuz bir durum değil elbette ama bilinmesi gerekmektedir. Neticede mana daralmıştır. Sünnet de böyledir. O da geniş anlamda kullanılmıştır, ancak ilimlerde mana daralmıştır. Fıkıhta “tavsiye edilmiş davranışlar”; hadiste ise söz ve davranışların “rivayet formu” anlamını kazanmıştır. Bunlar yanlış değil, o ilmin ihtiyacına binaen yapılmış ama daraltılmış tariflerdir.
Modern Dönemde Hadis ve Sünnet Etrafındaki Kafa Karışıklığı
Peki beni hadis ve sünneti farklı anlamaya sevkeden şeyler nelerdir? Günümüzde hadis ve sünnet konusunda ortaya konulan spekülasyonlar ve kafa karışıklığıdır. Hadis ve sünneti ilgilendiren ilimlerle meşgul olanlar için problem yoktur belki, ama modern çağda bilgi avamileştiği için kafa karışıklığı otomatik olarak ortaya çıkmaktadır. Kafa karışıklığı da sadece hadis karşıtlarından kaynaklanmamaktadır, asıl kafa karışıklığı hadisi savunanlarda görülmektedir. Bu noktada hadisler -ki, burada sahih hadisler kastedilmektedir- şöyle görülmektedir:
- Hadisler imanın konusudur.
- Hadisler korunmuştur.
- Hadisler vahiydir.
- Hadisler Kur’an’a aykırı olamaz.
Hadis ve Sünneti Ayıran Temel İlkeler
O halde hadis ve sünnet ile neyi kastetmekteyiz? Bunu madde madde açıklamak isterim:
- Hadîs ile sünnet aynı şey değildir. Hadîs lafzî veya sözlü rivayet, sünnet ise amel ve uygulamadır. Buna “mütevatir amel” demek de mümkündür. Bu durumda lafzî rivayet olmasa da mütevatir amel her zaman vardır. Ama genelde lafzî rivayet bir-iki raviyle olabilmekte, ancak sünnet, ravi sayısıyla ölçülmemektedir. Ayrıca lafzî rivayet, mütevatir amelin tarihsel olarak tescilinden ibarettir. Sünnetin her halde mütevatir olması gerekmektedir. Sünnetin tabiatı böyledir. Hadîs ise mütevatir olmak zorunda değildir. Tabii ki, hadisin içinde de mütevatir olanların bulunduğu söylenebilir. Ama bu, hiçbir zaman Kur’an’ın veya sünnetin mütevatirliği gibi bir tevatür değildir. Çünkü hadisin mütevatirliğine ravi sayısıyla karar verilir. Yani tevatür ravi sayısıyla ölçülmüş olur. Ama Kur’an veya sünnetin mütevatirliğinde ravi sayısı yoktur. Onlar fiili mütevatirdir. Örneğin, namazın, ezanın, kurbanın varlığı fiili mütevatirdir. Ezan lafızlarının sabit olduğu rivayet bir sahabiden nakledilmiştir. Hakeza kurban da ona yakındır. Ama bunların varlığı hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar mütevatirdir. O zaman diyoruz ki, hadis lafzi bir rivayettir; Hz. Peygamber’e bir sözü veya davranışı isnad ve izafe etmektir, bir sünnetin tescilinden ibarettir. Ama sünnet bir rivayet, bir haber, bir isnad ve izafe değil, bir uygulama, bir amel ve fiildir.
- Sünnette ravi araştırması aranmaz; hadiste muhakkak aranır. Hadisin ravisini, senedini, ve metnini araştırırız. Ama sünnetin araştırmayız, zira sünnette ravi yoktur, sened yoktur. Sünnet metin de değildir. Erken dönemde mesela Medine, Şam, Kufe gibi farklı bölgelerde bazen farklı sünnetlerin oluştuğunu söyleyebiliriz. Fakat, bu, yine de sünnetin araştırılacağı anlamına gelmez. Sünnet, farklı uygulanmış demektir. Bu da sahabenin farklı uygulamasından kaynaklanır. Bir sahabi Kufe’ye bir sünneti; bir başka sahabi Şam’a farklı bir sünneti taşımıştır. Diyelim ki, namazda kamet bir bölgede ikişer lafızlarla, diğer bölgede tek lafızla okunmuştur. Bir kere kametin aslında ihtilaf yoktur. Yani namaza başlamadan önce kamet okunur. Asıl sünnet olan budur. Çift mi tek mi okunacağı bir delilden kaynaklı ictihad işidir. Ancak burada bir sorun vardır. Şöyle düşünelim: Elimizde iki farklı uygulamayı yansıtan hadisler grubu vardır. Farklı bölgelerdeki uygulamalar hadisleri farklı anlamaktan mı kaynaklanmıştır? Bir mezhep bir uygulamayı, diğer mezhep başka uygulamayı mı tercih etmiştir? Yani kısaca ihtilaf ve farklılık hadis kaynaklı mıdır? Yoksa bölgelerde zaten esnek olarak farklı uygulamalar var ve hadisler bu uygulamaları sadece tescil mi etmiştir? Meseleye hadis ve mezhep odaklı bakıldığında söylenecek şudur: Hadisler ihtilaf etmiştir ve ihtilaf eden uygulamalardan biri tercih edilmelidir. Meseleye sünnet odaklı bakıldığında fotoğrafı farklı yorumlamak mümkündür: Hz. Peygamber’in uygulamaları farklı sahabiler tarafından farklı bölgelere taşınmıştır. Bu, gerçekte değil, görünürde bir ihtilaftır. Aslında ise her iki uygulama da vardır. Hadisler ise bu uygulamaları tescilden ibarettir. O zaman denilebilir ki, sünnet farklı bölgelerde farklı şekillerde uygulanmıştır. İşte bu noktada diyorum ki, bazı sünnetlerde genişlik vardır. Bunu kamet örneğine uygularsak, kametin varlığı ihtilafsız sünnettir, ama tek mi çift mi olduğu tenevvu’ cinsinden olup her iki uygulama da sünnettir. Biri tabir-i caizse büyük sünnet, diğeri ise alt disiplin altında küçük sünnetlerdir.
- Sünnete hata, illet ve uydurma dahil olamaz. Hadise ise bunlar dahil olabilir. İlletli hadis, hatalı hadis ve uydurma hadis deriz. Ama illetli, hatalı ve uydurma sünnet olmaz. Bu, sünnetin mütevatir bir uygulama; hadisin ise bir rivayet ve isnad olmasından kaynaklanmaktadır.
- Sahih, hasen, zayıf ve uydurma hadis olabilir, ama böyle sahih, hasen, zayıf ve uydurma sünnet olamaz. Dikkat edilirse sahih-zayıf ictihadla, yani araştırmayla varılan hükümlerdir. Sünnet araştırılmadığı için hakkında ictihad da olmaz.
- Sünnet bu anlamıyla dinin kendisidir, yani dinin temel kaynağıdır. Sünnet bir olgunun, bir davranışın dinde sabit olduğunu gösterir. Ama varlığı açık olan bu olgunun hükmü başka bir şeydir. Burada tartışma ve ihtilaf olabilir. Örneğin, ezan, yukarıda dediğimiz anlamıyla sünnettir, ama hükmü tavsiye anlamında sünnet veya vacip olabilir. Kurban dediğimiz anlamıyla sünnet olabilir. Bayram namazları ve fıtır sadakası, dediğimiz anlamıyla sünnettir, ama hükmü farklı olabilir. Kadınlara Cuma namazının farz olmaması fiili bir sünnettir. Ama cumaya gitmeleri ibahadır. Hz. Peygamber’in adet kabilinden yaptıkları sünnettir ama hüküm olarak bunlar mübah olabilir. Nitekim Kur’an’daki bazı olgular da böyledir. Borçların yazılması bir emirdir ama menduptur. Kadınların dövülmesi bir emirdir ama ibahadır. Yani borçların yazılması veya kadınların dövülmesi emri sübutu kesin bir emirdir. Ama -geleneksel düşüncede yok, o ayrı elbette- farklı hükümleri olabilir. Hadislere gelince bunlar dinin bizzat kendisi değildir ama dinin delilleri arasında yer alırlar. Bunlara şöyle demek de mümkündür: Hadisler din değil ama dinidir. Hadisler İslam değil ama İslamidir. Zira hadislere sahih, hasen, zayıf, uydurma diyebiliyoruz. Diyebiliyorsak bunlar birer ictihaddır. İctihadlar ise din değil ama dinidir. Fıkıhtaki ictihadlar ne ise sahih hadis, hasen hadis, zayıf hadis de odur. İctihatlar ise din değil ama dinidir.
- Sünnet, kat’idir. Dolayısıyla delil olarak da kat’iyet ifade eder. Hadisler ise her halükarda zannidir. Hulasa hadisin epistemik değeri sünnete göre düşüktür ama muhakkak delil değeri vardır. Zira zan da bilgi ifade eder. Zannın bilgi değeri ifade etmesine burada girmiyorum. O zaman şunun altını kalın çizgilerle çizmek isterim: Hadisler, şüpheli değil, zanni bilgi ifade etse de muhakkak delildirler. Zira Kur’an hem zanni bir delil ile amel edilebileceğini söylemekte hem de dini ilgilendiren bir hususta delil ile konuşulması, bir bilgiye göre hareket edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bunun tek şartı zanni delilin kendisinden daha kuvvetli kat’î bir delile aykırı olmamasıdır. Aykırılık yoksa amel gayet mümkündür. Dolayısıyla hiçbir Müslüman -erken devirleri ve tabii şimdiyi düşündüğümüzde- kendisine Hz. Peygamber’den ulaşan bir hadis duyduğunda -zan ifade etse de- “beni ilgilendirmez, delil sadece Kur’an’dır” diyerek umursamazlık gösteremez. O delili kesinlikle umursamalı ve araştırmalıdır. Araştırma neticesinde edindiği kanaat, yani zann-ı galiple amel etmelidir.
- Kat’ilik-zannilik meselesinin iman-küfür ile doğrudan alakası vardır. Buna göre sünnet, inkar edilemez. Çünkü mütevatir bir uygulamadır. Hem de burada ravi sayısıyla ölçülmeyen bir tevatür söz konusudur. Hadisler, -eleştiriler ilmi ve usulî ise- reddedilmesi mümkündür. Tam bu noktada akla şu gelmektedir: Bu durumda sünneti inkar etmenin durumu nedir? Her zaman küfür müdür? Hayır! Mesele şudur:
- Mütevatir sünnet, zarurat-i diniyyeden ise bunun inkarı küfürdür.
- Mütevatir sünnet, zarurat-i diniyyeden olmayan bir farz ise bunun inkarı haramdır.
- Mütevatir sünnet, vavip ise bunun inkarı tahrimen mekruhtur.
- Mütevatir sünnet, tavsiye anlamında bir sünnet ise inkarı mekruhtur.
- Mütevatir sünnet, gayr-i müekked bir sünnet ise bunun inkarı tenzihen mekruhtur.
- Mütevatir sünnet, mübah ise inkarı da mubahtır.
Bu yazı, hadis ve sünnet kavramlarının tarihsel, ilmî ve epistemolojik kullanım farklılıklarını merkeze alarak, özellikle modern dönemde ortaya çıkan kavramsal karmaşayı gidermeyi amaçlamıştır. Temel iddiamız, hadis ile sünnetin klasik hadis ilminde çoğu zaman aynı tanım altında birleştirilmiş olmasına rağmen, gerek oluşum biçimleri gerekse bilgi ve bağlayıcılık değerleri açısından aynı kategoride değerlendirilemeyeceğidir. Bu ayrımın göz ardı edilmesi, hem hadis karşıtlığı hem de hadis savunuculuğu bağlamında ciddi teorik sorunlara yol açmaktadır.
Yazıda ortaya konulduğu üzere, hadis esas itibarıyla lafzî bir rivayet olup Hz. Peygamber’e söz, fiil veya takrir olan hususların isnadıdır; dolayısıyla haber, isnad ve araştırma konusu olan zannî bir bilgi alanına aittir. Buna karşılık sünnet, rivayet edilen bir metin değil, fiilî ve tarihsel olarak kesintisiz biçimde aktarılan bir amel ve uygulamadır. Bu yönüyle sünnet, ravi zincirleriyle değil, ümmetin fiilî sürekliliğiyle sabit olmuş bir mütevatirlik ifade eder. Namaz, ezan, kurban gibi temel dinî pratiklerin varlığı, bu fiilî tevatürün en açık örnekleridir. Hadislerin bu uygulamaları tarihsel olarak tescil eden ve açıklayan bir rol üstlenmesi, onların sünnetle özdeş olduğu anlamına gelmemektedir.
Bu ayrımın en önemli sonuçlarından biri, hadis ile sünnetin epistemik değerlerinin farklı olmasıdır. Hadisler, sahih, hasen, zayıf veya uydurma şeklinde tasnif edilebilen; sened ve metin tenkidine açık olan; dolayısıyla ictihadî hükümlerle değerlendirilen delillerdir. Sünnet ise bu anlamda ne sahihlik ne de zayıflık vasıflarıyla nitelenebilir; zira o, araştırılan değil, varlığı bilinen ve yaşanan bir olgudur. Bu sebeple sünnette hata, illet veya uydurma söz konusu olmazken, hadislerde bunların bulunması hem teorik hem de pratik olarak mümkündür.
Çalışma, ayrıca sünnetin “din” ile olan ilişkisini, hadisin ise “dinî delil” olma vasfını vurgulamıştır. Sünnet, bir davranış veya uygulamanın dinde kesin olarak sabit olduğunu gösterir; ancak bu sabitliğin hükmî değeri farz, vacip, mendup, mübah veya başka bir kategoride değerlendirilebilir. Bu durum, sünnetin kat‘îliği ile hükmün bağlayıcılık derecesinin aynı şey olmadığını göstermektedir. Hadisler ise dinin bizzat kendisi değil, dinin anlaşılmasına katkı sunan delillerdir; bu yönüyle “din değil ama dinî” bir mahiyet taşırlar. Fıkhî ictihadlar nasıl dinin kendisi değilse, hadislerin sahihlik derecelerine ilişkin hükümler de aynı şekilde ictihadîdir.
Son olarak, sünnet-hadis ayrımı iman-küfür tartışmalarına daha tutarlı bir zemin sunmaktadır. Mütevatir sünnetin inkârı, ancak zarurât-ı dîniyye kapsamında olması hâlinde küfürle ilişkilendirilebilir; bunun dışındaki durumlarda inkârın hükmü, sünnetin bağlayıcılık derecesine göre değişir. Hadisler ise eleştiriler ilmî ve usulî olduğu sürece reddedilebilir; bu, imana değil bilgi ve yönteme dair bir meseledir.
Netice itibarıyla bu yaklaşımımız, ne hadisi değersizleştiren bir indirgemeciliğe ne de hadisi mutlaklaştırarak eleştiriden muaf kılan bir savunmacılığa kapı aralamaktadır. Aksine, sünnetin dinî hayattaki kurucu rolünü korurken, hadisi ilmî tenkidin meşru alanında konumlandıran dengeli bir çerçeve sunmaktadır. Bu çerçeve, modern dönemde hadis ve sünnet etrafında yaşanan tartışmaların daha sahih, tutarlı ve ilmî bir zeminde yeniden ele alınmasına önemli katkılar sağlayabilecek niteliktedir.