
Zulme karşı kayıtsızlığın normalleşmesi
Mehmet Kırtorun, kayıtsızlığın zulmün en rahat zeminini hazırlayan politik bir tercih olduğunu ve Filistinlilerin hafızasını bir direniş eylemi olarak kullandığını vurguluyor
Mehmet Kırtorun / İstanbul Fikriyati
Güneşlenirken Soykırım: Filistin İçin Kayıtsızlıkla Yıkanan Vicdanlar
1948’de İsrail Devleti kurulduğunda, sekiz yüz bin Filistinli yurtlarından kovulmuş, beş yüzden fazla köy yerle bir edilmişti. Meyve ağaçlarının yetiştiği köyler, bugün otoyolların, alışveriş merkezlerinin ve lunaparkların altında yatıyor. Haritalar yeniden vaftiz edildi, köylerin isimleri silindi. Bu, sanki bir halkın hafızası kirli görülmüş de mikve suyuna batırılarak arındırılmak istenmiş gibiydi. Oysa silinen isimlerin her biri, suyun örtemediği bir hafıza gibi yüzeye çıkmayı sürdürüyordu.
Silinen isimlerin her biri, suyun örtemediği bir hafıza gibi yüzeye çıkmayı sürdürüyordu. Bu hafıza, sadece acının değil, aynı zamanda inadın da bir mikvesiydi. Onları arındırmak için tarihten silinen her köy adının yerine, her ana babanın çocuklarına anlattığı hikayelerle, her şairin yazdığı mısralarla, her sanatçının fırçasından çıkan resimlerle yeni bir coğrafya inşa edildi. Mikve suyunun kirli saydığı bu hafıza, yeni bir kutsallıkla yıkandı; bu kutsallık, betonlaşan köylerin üzerinde göğe yükselen gurbet türkülerinden, cepte saklanan paslı ev anahtarlarından ve her yeni kuşakta anlatılan “bizim olan” hikayelerden besleniyor. Bu yüzden, sular çekildiğinde geride kalan kirli bir iz değil yepyeni bir direniş haritası olacak.
“Bizim Soykırımımız”: İsrailliler Gazze’deki Savaş Hakkında Ne Düşünüyor?
Bugün bu videoyu izledim: The Guardian’ın “Our Genocide: How do Israelis feel about the war in Gaza?” başlıklı saha haberinde, muhabir Matthew Cassel Tel Aviv sahilinde yürürken kamerasını çevirdiğinde, manzara tam da Musa’nın Kızıldeniz’i yardığı sırada Mısırlıların kayıtsız eğlencelerini hatırlatıyordu. Kamera, denize girenleri, güneşlenen aileleri, beach partilerde müziğe kendini kaptıran kalabalıkları gösterirken, 60 kilometre güneyde Gazze’de açlık ve soykırım yaşandığını hatırlatıyordu. Bir saatlik mesafede, biri hayatı festival gibi yaşarken, öteki ölümle boğuşuyordu. Bu görüntüler karşısında sorulan sorular basitti: İsrailliler bu savaşı, bu kıyımı, bu açlığı nasıl görüyor?
Kameranın karşısına geçenler “dayanıklılık” kelimesini öne çıkardı. İsrail kimliğini, hayat normalmiş gibi devam ettirme gücünü bu kavramla açıkladılar. Bu normalleşme, vicdanın rahatsız edici sesini bastırmanın bir yolu mu?
Video ilerledikçe kimileri Gazze’deki görüntüleri “sahte” diye küçümsedi, kimileri ise “çocuklar da masum değil” diyerek suçu bütünüyle Filistinlilerin üzerine attı. Pazar yerlerinde gezen insanlar, Instagram’da gördükleri esir fotoğraflarıyla üzülse de, Gazze’deki çocukların açlığını ya da ölümleri gerçek bir kaygı konusu olarak dile getirmedi.
Videoda dikkat çeken bir ses, B’Tselem adlı insan hakları örgütünden gelen bir temsilcinin sözleriydi. “Bu bizim soykırımımız” diyerek konuştu. İsrailli bir Yahudi olarak kendi devletinin işlediği suçların sorumluluğunu üstlenmekten bahsetti. “Vergilerimizle bu yapılıyor, bizim adımıza yapılıyor” diyordu. Bu, Tel Aviv sokaklarında yankılanan eğlenceye karşılık, insanlığın vicdanından gelen kırılgan bir itiraftı.
Görüntüler ilerledikçe barlarda, pazar yerlerinde, gösteri meydanlarında hep aynı tablo vardı: İsrail içinde cılız savaş karşıtlığı çoğu zaman Netanyahu karşıtlığına indirgenmiş, Gazze’deki yıkım sessizlikle örtülmüştü. Muhabirin ifadesiyle bu tam anlamıyla “iki dünyanın yan yana varlığı”ydı: bir tarafta bombalarla yıkılan şehirler, diğer tarafta gece kulüplerinde dans eden kalabalıklar.
Videoyu izlerken bir kez daha anladım ki, kayıtsızlık yalnızca bir duygusuzluk hâli değil, aynı zamanda siyasî bir tercih. Bu tercih, Gazze’nin mezarlığa dönüştüğü yerde, Tel Aviv’in plajlarında bir “normalleşme perdesi” olarak sahneleniyor. Her kahkaha, her şarkı, her dans figürü adeta vicdanın susturulmuş bir sesi. Bu tablo, dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor: sahildeki kahkaha ile Gazze’deki çığlık, aynı anda var oluyor.
İşte bu yüzden, kayıtsızlık zulmün en rahat zeminidir. Ses vermek ise yalnızca Filistin’i değil, insanlığın kendisini savunmaktır.
Gazzeli Olmak Neyi Gerektirir?
Tel Aviv’in plajlarındaki kahkahalarla Gazze’deki çığlıkların aynı anda var olduğu bu dünya, Gazzeli olmak neyi gerektirir sorusunu her zamankinden daha ağır bir şekilde omuzlarıma yüklüyor.
Gazzeli olmak, birincisi, vicdanın mezarlığına tanıklık etmeyi gerektirir. Sadece bombaların değil, aynı zamanda dünyanın sessizliğinin altında ezilen bir halkın parçası olmak demektir. Bu, Batı medyasının lensinden bakıldığında bir terör örgütünün üyesi olmakla suçlanırken, kendi evinin duvarlarında bir masumiyet anıtı gibi duran bir fotoğraf karesi olmaktır. Gazzeli olmak, Tel Aviv’deki normalleşme perdesinin arkasında, kendi çocukluğunun bir daha geri gelmeyeceğini bilerek büyümeyi gerektirir.
İkincisi, Gazzeli olmak, hafızanın bir direniş eylemi olduğunu bilmeyi gerektirir. Otoyollara, alışveriş merkezlerine ve lunaparklara dönüşen köylerimizin isimlerini fısıltıyla bile olsa yaşatmak zorundayız. Cepte taşınan her paslı anahtar, bir zamanlar var olan bir eve değil, aynı zamanda o evin yıkılışına neden olanlara karşı bir anıta dönüşür. Bu anı bizi acıyla değil, kimlik ve aidiyet duygusuyla da birbirimize bağlar. Bu yüzden, Tel Aviv’deki neşeye karşı bizde neşenin bir lüks değil, bazen bir ihanet gibi algılandığı anlar olur.
Üçüncüsü, Gazzeli olmak, kendi insanlığını başkasının insanlığının üstünde tutmamayı gerektirir. Bizim acımız ne kadar büyük olursa olsun, B’Tselem temsilcisinin “bu bizim soykırımımız” itirafındaki vicdanı tanımayı ve ona saygı duymayı öğrenmek zorundayız. Dünyada bize sırtını dönenler kadar, kendi hükümetlerinin eylemlerinden utanç duyanlar da var. Onlar, bizim acımızın yanına koyduğu vicdanlarıyla, Tel Aviv’deki sessizliği bozan tek sestir. Bizim sesimiz, her ne kadar öfkeyle dolup taşsa da, adalet arayışımızı bu seslerle birleştirmeyi bilmelidir. Bu, nefreti sürdürmek yerine, bir gün herkes için ortak bir insanlık zemininde buluşma umudunu canlı tutmaktır.
Sonuç olarak, Gazzeli olmak sadece bir kimlik değil, bir duruştur. Bu, dünyadan bir beklenti içinde olmak yerine, kendi varoluşumuzun, biricik hikâyemizin ve acımızın, aynı anda var olan iki dünya arasındaki uçurumu kapatan bir köprü olabileceği inancını taşımayı gerektirir.
Biz Hangi Şehvetin Esiriyiz?
Toplumların, akide ve fikirleri ile dirilip, şehvet ve arzuları ile öldüğü gerçeği, modern çağın aynasına tutulmuş bir kehanet gibidir. Bugüne dönüp baktığımızda, bizi tüketenin sadece bedensel arzular değil, çok daha karmaşık ve sinsice yayılan yeni şehvetler olduğunu görürüz.
İlk olarak, “görünürlük” şehvetinin esiriyiz. Toplum olarak kendi varlığımızı onaylatmak için durmaksızın başkalarının bakışına ihtiyaç duyuyoruz. Sosyal medyanın gösterişli podyumunda, hayatlarımız birer sergiye dönüşüyor. Ne kadar çok beğeni, ne kadar çok takipçi alırsak, o kadar değerli olduğumuza inanıyoruz. Bu, bizi içsel bir varoluşsal tatminden uzaklaştırıp, başkalarının onayına bağımlı hale getiren bir şehvettir; çünkü görevimizi yaptığımıza iman ettirir.
İkinci olarak, “tüketim” şehvetinin esiriyiz. İhtiyaçlarımızdan çok, arzularımızla hareket ediyoruz. Her yeni model telefon, her yeni sezon kıyafet, bizde bitmek bilmeyen bir boşluk hissi yaratıyor. Satın aldığımız her yeni eşya, kısa süreli bir mutluluk veriyor, ancak hızla yerini daha fazlasını isteme arzusuna bırakıyor. Bu durum, bizi sadece ekonomik bir döngünün içine hapsetmiyor, aynı zamanda ruhumuzu da metanın ağırlığı altında eziyor.
Son olarak, “haz ve konfor” şehvetinin esiriyiz. Kolaycılığa ve anlık tatminlere bağımlı hale geldik. Hayatın zorluklarına göğüs germek, bir ideal uğruna mücadele etmek, emek vermek yerine en kısa yoldan en rahat sonuca ulaşmayı hedefliyoruz. Bu durum, bizdeki dayanıklılık, sabır ve fedakârlık gibi erdemleri köreltiyor. Toplumsal sorunlara karşı duyarsızlaşıyor, kendi konfor alanımızdan çıkmak istemiyoruz. Bu şehvet, bizi sadece bireysel bir tembelliğe değil, aynı zamanda kolektif bir çürümenin eşiğine sürüklüyor.
Bir toplumun dallarının kök salması ve yapraklarını parlak bir şekilde uzatması için bu yeni şehvetlerden arınması ve yeniden kendi değerlerini, ahlakını ve akidesini inşa etmesi gerekiyor. Aksi halde, hakir dünya metaı uğruna güdülen kin, haset ve siyasi çekişmelerin ateşinde yanmaya devam edeceğiz.
Vicdanın Müjdesi: Tarih Yaşananları Değil, Yaşatılanları Da Söyler
Tarih yalnızca acının kaydı değil, aynı zamanda hafızanın en güçlü direniş biçimidir. Babil’den Kudüs’e, Uruk’un surlarından İthaka’ya uzanan destanlar, insanlığın ortak hafızasını canlı tutan metinlerdir. Bunlar bize, kaybolmuş bir yurdun, yitirilmiş bir onurun ve acının bir gün yeniden inşa edilebileceğini fısıldar. İşte Filistinlilerin cebindeki paslı anahtarlar, bu fısıltının günümüzdeki en somut sembolüdür; onlar, kaybedilenin bir gün yeniden kurulacağına dair inancın zamandan ve mekândan bağımsız bir ifadesidir.
Ne var ki, tarih bu hakikati fısıldarken, aynı zamanda bize kendi sorumluluğumuzu da hatırlatır. Bireysel olarak ne yapıp ettiğimiz, bu büyük tabloya nasıl bir fırça darbesi attığımız, tarihin akışını da belirleyecektir. Çünkü Roma arenalarında gladyatörler dövüşürken sessiz kalan seyirciler gibi, bugün Gazze’de yaşananlara kayıtsız kalmak, sadece bir duyarsızlık değil, aynı zamanda bilinçli bir ahlaki tercihtir. Buna karşılık; uluslararası hukukun ve vicdanın mezarlığa dönüştüğü bir dünyada, her birimizin duruşu, sessizliğin gürültüsüne karşı bir yankı yaratır.
Çünkü sessiz kalmak zulmün en gür sesi, ses vermek insanlığın yeniden dirilişine katkı sunmaktır. Bu direniş yalnızca bir halkın değil aynı zamanda kendi insanlığını savunma cesaretini gösteren herkesin ortak sorumluluğudur. Tarihin bize sunduğu müjde basit: Zulüm kalıcı değil. Ancak bu müjde seyir yerinden kalkıp sahaya inenler için.
Ve sessizlik, evet, zulmün en sert sesidir.