- Katılım
- 7 Kas 2020
- Mesajlar
- 10,553
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 13,916
- Puanları
- 113
- Yaş
- 41
- Konum
- Istanbul
- Burç
- Yengeç
- Cinsiyet
- Medeni Hal
Fatih Sultan Mehmed ile birlikte Osmanlı Devleti, İslâm dünyası ve Avrupa için yeni bir dönem başlamıştı. 1453'te hayallerin bir parçası olan İstanbul fethedilmişti. Ancak Osmanlı, üzerine güneşin doğup battığı her yeri, İslâmî değerlerin götürülmesi lâzım gelen yerler olarak görüyordu. Kuzeybatı Avrupa güvenliği Eflak ve Boğdan ile sağlanmış, Baltık kıyıları görünür olmuş, Karadeniz'in güvenliği batı yakasından da temin edilmişti. Akdeniz'de ise Adriyatik kıyılarına demir atılmış, İspanya'dan Kuzey Afrika kıyılarına kadar olan bölge güvenli hâle gelmişti. Yavuz döneminin sonuna gelindiğinde ise Memluk Devleti, Osmanlı hâkimiyetine girmiş, Her Şeyin Sebeb-i Hilkati Olan Zât'ın (sallALLAHü aleyhi ve sellem) mukaddes emanetleri İstanbul'a getirilmişti. Ama bununla da kalınmamış, Kalb ve Gönüllerin Sultanı'nın adını (sallALLAHü aleyhi ve sellem) daha geniş coğrafyalarda duyurmak için büyük bir fetih hamlesi başlatılmıştı.
Kanunî dönemine gelindiğinde ise, Osmanlı öyle yüksek bir noktaya çıkmıştı ki, bütün İslâm dünyasının temsilcisi mânâsında Halife-i Rûy-i Zemin sıfatı onun baş tacı oluvermişti. Yani Osmanlı, dünyanın en büyük ve kuvvetli devleti olarak sığınılacak ve yardım talebinde bulunulacak yegâne devlet olarak kendini kabul ettirmişti. Bir diğer deyişle 16. yüzyıl Osmanlı'sı Doğu'daki Müslümanlar dâhil herkes tarafından Müslüman coğrafyanın tek lideri ve gerçek koruyucusu olarak kabul edilmişti.Dünyanın her yanındaki Müslümanlar üstesinden gelemeyecekleri herhangi bir problemle karşılaştıklarında gözlerini payitahta çeviriyor ve ufukları gözlüyorlardı. İslâm coğrafyasının himayesini aslî vazife kabul eden Osmanlılar, imanlarının verdiği kudretle bu asırda cihan hâkimiyeti mefkûresinin zirvesine ulaşıyordu. Onlar Anadolu'dan Kafkaslar ve Orta Avrupa'ya, Akdeniz'den Afrika ve Arabistan yarımadasına, oradan Uzak Doğu'daki Hint sularına kadar olan coğrafyada sulh ve adalet adına, buradaki milletlerin selâmeti uğruna mücadele ederlerken, Hak karşısındaki tevazularını da Topkapı Sarayı gibi sadeliğin hâkim olduğu bir mekânda yaşayıp gösteriyorlardı.
Osmanlı, başı derde giren her coğrafyaya gerektiğinde askerî, gerektiğinde de ekonomik yardım yapıyordu. Onlar için İslâm dünyasının sıkıntılarına çözüm üretmek en büyük gayeydi. Çünkü O (sallALLAHü aleyhi ve sellem) öyle yapmış ve yapılmasını emretmişti. Osmanlı sıkıntıya düşen İslâm toplumları için dâima bir ümit kaynağı olmuştu. Meselâ Endülüs coğrafyası Hristiyan Avrupa karşısında soykırım tehlikesi yaşarken Osmanlı meseleyi yakından takip ederek elinden geleni yapmıştır.
Açe Sultanlığı'nın Portekiz tehlikesi karşısında Osmanlı'dan istediği yardım da bu çerçevede olmuştur. İsmail Hâmi Dânişmend'e göre Hint coğrafyasındaki Açe, 1569'da Sumatra adası ve Malaka yarımadası ile diğer birtakım küçük adalardan meydana gelen bir sultanlıktı.* Osmanlı'nın ise aynı zaman diliminde Afrika, Hint kıyıları ve Endonezya ile münasebetleri Türk ve dünya tarihi açısından çok önemliydi. Öyle ki ticarî ve diplomatik münasebetler daha Fatih zamanında başlamıştı. Dolayısıyla her iki taraf da aralarındaki münasebeti kuvvetlendirmek için birbirlerine elçiler ve iyi niyet mektupları gönderiyordu. İşte Açe Sultanı Alâeddin de bu dönemde Portekiz'e karşı tek başına karşı koymaktan yorulunca, yardım edebilecek yegâne güç olan Osmanlı'ya müracaat etti. Çünkü Portekiz'in Hint sularında ciddi faaliyetleri vardı ve karşısında da en büyük düşman olarak bölge Müslümanlarını görüyordu. Aynı zamanda saldırılarını İslâm dünyasının kalbine (Mekke-Medine) yöneltmeleri, Osmanlı'nın devreye girmesini sağlamış ve böylece Osmanlı, mazlum coğrafyanın muzdarip insanlarının ümitli bekleyişlerini boşa çıkarmamıştı.
Kanunî dönemine gelindiğinde ise, Osmanlı öyle yüksek bir noktaya çıkmıştı ki, bütün İslâm dünyasının temsilcisi mânâsında Halife-i Rûy-i Zemin sıfatı onun baş tacı oluvermişti. Yani Osmanlı, dünyanın en büyük ve kuvvetli devleti olarak sığınılacak ve yardım talebinde bulunulacak yegâne devlet olarak kendini kabul ettirmişti. Bir diğer deyişle 16. yüzyıl Osmanlı'sı Doğu'daki Müslümanlar dâhil herkes tarafından Müslüman coğrafyanın tek lideri ve gerçek koruyucusu olarak kabul edilmişti.Dünyanın her yanındaki Müslümanlar üstesinden gelemeyecekleri herhangi bir problemle karşılaştıklarında gözlerini payitahta çeviriyor ve ufukları gözlüyorlardı. İslâm coğrafyasının himayesini aslî vazife kabul eden Osmanlılar, imanlarının verdiği kudretle bu asırda cihan hâkimiyeti mefkûresinin zirvesine ulaşıyordu. Onlar Anadolu'dan Kafkaslar ve Orta Avrupa'ya, Akdeniz'den Afrika ve Arabistan yarımadasına, oradan Uzak Doğu'daki Hint sularına kadar olan coğrafyada sulh ve adalet adına, buradaki milletlerin selâmeti uğruna mücadele ederlerken, Hak karşısındaki tevazularını da Topkapı Sarayı gibi sadeliğin hâkim olduğu bir mekânda yaşayıp gösteriyorlardı.
Osmanlı, başı derde giren her coğrafyaya gerektiğinde askerî, gerektiğinde de ekonomik yardım yapıyordu. Onlar için İslâm dünyasının sıkıntılarına çözüm üretmek en büyük gayeydi. Çünkü O (sallALLAHü aleyhi ve sellem) öyle yapmış ve yapılmasını emretmişti. Osmanlı sıkıntıya düşen İslâm toplumları için dâima bir ümit kaynağı olmuştu. Meselâ Endülüs coğrafyası Hristiyan Avrupa karşısında soykırım tehlikesi yaşarken Osmanlı meseleyi yakından takip ederek elinden geleni yapmıştır.
Açe Sultanlığı'nın Portekiz tehlikesi karşısında Osmanlı'dan istediği yardım da bu çerçevede olmuştur. İsmail Hâmi Dânişmend'e göre Hint coğrafyasındaki Açe, 1569'da Sumatra adası ve Malaka yarımadası ile diğer birtakım küçük adalardan meydana gelen bir sultanlıktı.* Osmanlı'nın ise aynı zaman diliminde Afrika, Hint kıyıları ve Endonezya ile münasebetleri Türk ve dünya tarihi açısından çok önemliydi. Öyle ki ticarî ve diplomatik münasebetler daha Fatih zamanında başlamıştı. Dolayısıyla her iki taraf da aralarındaki münasebeti kuvvetlendirmek için birbirlerine elçiler ve iyi niyet mektupları gönderiyordu. İşte Açe Sultanı Alâeddin de bu dönemde Portekiz'e karşı tek başına karşı koymaktan yorulunca, yardım edebilecek yegâne güç olan Osmanlı'ya müracaat etti. Çünkü Portekiz'in Hint sularında ciddi faaliyetleri vardı ve karşısında da en büyük düşman olarak bölge Müslümanlarını görüyordu. Aynı zamanda saldırılarını İslâm dünyasının kalbine (Mekke-Medine) yöneltmeleri, Osmanlı'nın devreye girmesini sağlamış ve böylece Osmanlı, mazlum coğrafyanın muzdarip insanlarının ümitli bekleyişlerini boşa çıkarmamıştı.
Moderatör tarafında düzenlendi: