YANLIŞ PEYGAMBER ANLAYIŞI-1
Ahmed Bîcan’ın diğer mutasavvıfların genellikle yaptığı gibi, Hz. Peygamber’in tanıtılması noktasında, “
aşırı yüceltilmiş bir peygamber anlayışı” ortaya koyduğu ve onu örnek alma konumundan uzaklaştırdığı görülmektedir. Oysa olması gereken, Hz. Peygamber’i
bütün yönleriyle abartmadan tanıtmak olmalıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber bu şekilde tanıtılırken, diğer peygamberlerin de
aynı vazîfeyi yaptıkları, vahiy aldıkları, getirdikleri evrensel mesajın tek bir kaynağa dayandığı, görev ve sorumluluk îtibârıyla aralarında hiçbir farkın olmadığı da unutulmamalıdır.
Görüldüğü üzere yanlış bir peygamber tasavvurunun oluşturulmasına ve Allah’ın elçilerinde olmayan özelliklerin varmış gibi gösterilmesine katkı sağlayan rivâyetler ve anlayışların nakledilmesinde aracı bir rol üstlenen müellif, bunları yaparken hata yaptığını değil,
hizmet ettiğini düşünmektedir.
Nitekim; Hz. Dâvud’un mescide giderken böbürlenerek yürümesi;
bir gecede beraber olduğu 99 karısı olmasına rağmen,
bir başkasının karısına göz koyup onu hileli bir şekilde elde etmesi;
Hz. Mûsâ’nın bir yumruk vurup Azrâil’in (a.s.) bir gözünü çıkartması;
Hz. Âdem ile İblis’in dertleşip ağlaşmaları ve hatalarına birlikte bir suçlu aramaları;
Hz. Âdem’in verdiği sözü unutup, Allah (c.c.) ile ömür pazarlığına girişip kazanması;
cenneti görmeye giden Hz. İdris’in verdiği sözü unutup, cennetten tekrar çıkmaya yanaşmaması;
Hz. Nûh’un da verdiği sözde durmaması;
Hz. İlyas’ın duâ ederek ölen oğlu Yunus’u 15 gün sonra tekrar diriltmesi;
Hz. İlyas’ın ölmediği, halen yaşadığı, dilediği yere atı ile uçtuğu, Hızır’ın da onunla beraber olduğu;
Hz. Eyüp’ün: “
İlahi! Ne günah işledim ki, sana baid (uzak) oldum. İlâhî! Beni öldür. Bana ölüm yeğdir (iyidir) hayattan.” diye duâ ettiği;
Hz. Muhammed’in (a.s.) kabrinde diri olup, gördüğü ve işittiği,
kızı Fatıma’yı da yanına aldığı;
Hz. Süleyman’ın üç yüz nikahlı hatunu, yedi yüz tane de câriyesi olduğu, cümlesine yakınlık ettiği
gibi hususlar anlatılırken
peygamberlerin ne kadar da yanlış tanıtıldığı fark edilememektedir.
Oysa hiçbir peygamberin
böbürlenerek yürümesi; verdiği sözde durmaması; hileye baş vurması; hatasını kabul etmemesi veya “beni öldür Allah’ım!” diye duâ etmesi, peygamberlerin bize bildirilen vasıflarıyla çelişen hususlardır. Ayrıca cinsel konularda çok güçlü bir peygamber imajının da verilmesi uygun değildir. Her ne kadar burada peygamberlerin çok güçlü olduklarından bahsedilmek istenmiş olsa da, insanların kafalarında kalan husus,
onların güçlü olmalarında ziyâde kadınlara olan düşkünlüğü konusudur ki, kimsenin peygamberleri bu şekilde
zan ve töhmet altında bırakmaya, dolayısıyla da getirdikleri evrensel mesajların yanlış değerlendirilmesine sebep olmaya hakları yoktur.
Aynı şekilde Hz. Süleyman’ın çok sevdiği atlarını seyrederken farkında olmayarak ikindi namazını kaçırması, bu yüzden sinirlenerek atların boyunlarını vurdurması,
bunun üzerine güneşin tekrar geriye getirilip namazını kılması
anlatılırken sağlam bir muhâkeme yeteneğine sahip olduğu bilinen
bir peygamberin atlarını seyre dalarak namazını kaçırmayacağı öngörülememektedir. Öyle olmuş olsa bile, suçsuz hayvanları cezalandırma yoluna gitmeyeceği
ve güneşin tekrar geriye döndürülmesinin mümkün olamayacağı düşünülememektedir.
Hz. Yûşâ’nın da, uzayan savaş nedeniyle güneşi bir müddet olduğu yerde durdurması, hava kararmadan harbi tamamlaması,
hep aynı mantığın ürünlerine benzemektedir. Peygamberlerin bu şekilde abartılarak yanlış tanıtılması ve tabiat kanunlarının
bu denli ters yüz edilmesi
kanaatimizce doğru değildir.
Hz. Muhammed’in (a.s.) abdest suyunu alıp içen ve yüzlerine süren sahabîlerin olduğu,
Huneyn savaşı esnasında Hz. Peygamber’in (a.s.) ak katırdan aşağı inip yerden aldığı bir avuç toprağı kâfirlerin üzerine saçtığı, onların da korkudan kaçtıkları anlatılırken,
Hz. Peygamber’in
aşırı şekilde yüceltilip yanlış tanıtıldığı yine fark edilememektedir.
Elbette onun mucizeler göstermesi söz konusudur. Fakat onun hayatın her anında mucizeler göstermediği de bilinmektedir.
Bu itibarla sebeplere sarılmak, tedbir almak, her türlü hazırlığı çok önceden yapmak ve planlı hareket etmek gibi konulara vurgu yapılması gerekirken, bir avuç toprakla işini halleden bir peygamber anlayışının yerleştirilmesi isâbetli değildir. Zîra, böyle yapıldığında otomatik olarak Hz. Muhammed örnek olma konumundan çok yukarılara ve hayatın dışına itilmiş olmaktadır ki, böyle bir anlayışı kabul edebilmemiz mümkün görünmemektedir.
Sa’d b. Vakkas’a (55/674) dayandırılan bir başka rivâyette de, Uhud savaşı (4/625) esnasında Rasûl-ü Ekrem’in yanında iki kişinin olduğu, ak donları ile gâyet iyi cenk ettikleri, bunlardan birinin Cebrâil (a.s.), diğerinin ise Mikâil (a.s.) olduğu hususu anlatılırken,
o gün niçin Hz. Peygamber’in
yaralandığı, mübârek dişlerinin niçin kırıldığı ve meleklerin neden onu korumadıkları gibi konulara hiç girilmemiştir.
Meseleye bir bütün halinde bakıldığında, bu soruların cevaplarının ortaya çıktığı görülecektir. Elbette
Kur’ân-ı Kerim’de, Yüce Allah’ın Müslümanların yardımına meleklerle koşacağı ifâde edilmektedir.
Ancak bunun
mâhiyetinin nasıl olacağı konusu üzerinde düşünüldüğünde, müteakip âyetlerde ifâde edildiği üzere bunun bir müjde, kalplerin rahatlaması, huzur, itminân, rûhî sükûnet ve kendine güven duygusu şeklinde inananların kalplerine ulaştırılması da imkan dahilindedir.
Melekler Allah’tan aldıkları emir gereği, mânevî mahiyette ve psikolojik planda, inananların yardımına koşarak onları yüreklendirmiş,
“Allah’ın mutlaka inananlarla beraber olduğu”
mesajını onların gönüllerine ulaştırıp motive etmek sûretiyle destek sağlamışlardır. Hz. Muhammed de, hicret esnasında mağarada yol arkadaşına
“üzülme Allah bizimle beraber”
derken aynı düşünce ile hareket etmiş,
meleklerin mânevî yardımlarını aldıklarını bu sözleriyle ortaya koymuş olmalıdır. Âyetin devamında belirtildiği üzere, Allah’ın kendileriyle beraber olduklarını dilleri ile ifâde ettiklerinde anda rahatlamışlar, bunun üzerine Allah onlara katından bir güven duygusu bahşetmiş ve görünmeyen güçlerle onları desteklemiştir.
Allah Teala, gerçek mü’minlerin kalplerine îmânı nakşetmiş ve rûh (ilâhî ilham) ile onların yanında yer almıştır.
Meleklerini de bu ilahî ilhamı ulaştırmakla görevlendirmiştir.
Kur’an’ın ifâdesine göre Hz. Îsâ’da aynı şekilde kutsal rûh (ilâhî ilham) ile güçlendirilip, desteklenmiştir.
Rasûlullah’ın ashabtan şâir Hassan b. Sabit’e “
Ruhü’l-kudüs (ilâhî ilham)” nimetini bahşetmesi için dua etmesi de
ilâhî ilhâmın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.[33] Dâvâlarının haklılığına olan güçlü bir
inançla dopdolu bir grup insan, Allah’ın gönderdiği bu yardımla,
benzer inançtan yoksun sayıca ve maddî bakımdan üstün düşmana karşı zafer kazanmışlardır.
Dolayısıyla önemli olan;
bu yardımı hak edebilmek için sağlam bir îmâna, güçlü bir iradeye ve sadece Allah’a yönelmeye olan ihtiyaçtır.
Bu gerçekleştirildiğinde
gözle görülmeyen ama kalpte hissedilen o güven duygusu, cesâret ve motivasyon ile harekete geçen mü’minler, mücâdelelerini mutlak surette kazanacaklardır. Bu itibarla meleklerin
yardımlarının olduğu muhakkaktır. Ancak onun mâhîyetinin nasıl olduğu ise tam olarak bilinmemektedir.