YANLIŞ BİR ÜMMET-İ MUHAMMED ANLAYIŞI
Ahmed Bican'ın yazdığı
Envâru’l-Âşikîn’de göze çarpan
olumsuz anlayışlardan bir tanesi de Muhammed ümmetinin ayrıcalığı konusudur. İlk bakışta böyle bir ayrıcalığın zaten bulunmadığı düşüncesinin akla gelebilmesi normaldir. Ancak bu ayrıcalık konusu detaylı bir şekilde incelenildiğinde böyle bir hususun varlığı görülebilecektir.
Nitekim, tövbe konusunda nakledilen uzunca bir rivâyette, Muhammed ümmetinin tövbesinin ne zamana kadar kabul edileceği konusu ele alınmaktadır. Onun ümmetinden herhangi birinin ölümünden bir yıl evvel tövbe etmesi halinde tövbesinin kabul edileceği Cebrâil tarafından Hz. Peygamber’e bildirildiğinde O, bunun çok uzun bir süre olduğunu söylemektedir. Cebrâil (a.s.) tekrar gidip gelerek Allah’ın bu süreyi bir aya indirdiğini bildirmektedir. Hz. Peygamber tarafından bu teklif de kabul edilmeyince, Cebrâil’in bu şekilde gidip gelmesi devam etmekte ve süre, bir aydan bir haftaya, daha sonra bir güne, müteâkiben bir saate, neticede can boğaza gelinceye kadar indirilmektedir. Bu halde iken tövbe etse bile tövbesinin kabul edileceği ifâde edilmektedir. Arkasından da, dili ile tövbe edemese de kalbiyle tövbe etse, bunun da kabul edilip bağışlanacağı anlatılmaktadır.
Muhammed ümmetinin tövbenin gerçek anlam ve mâhiyetini yanlış anlamasına neden olan bu rivâyet,
onları tembelliğe, uyuşukluğa, gevşekliğe, nemelazımcılığa, kolaycılığa ve ileri bir târihe erteleme hastalığına mâruz bırakabilmektedir.
Çünkü tövbe için zamanın bol olduğu anlayışını zihinlere yerleştiren bu ve benzerî haberler, İslâm toplumunun
mânevî terakkîlerinin önünde birer engel teşkil edebilmektedir.
Kanaatimizce bu rivâyet aktarılırken, âyetlerde belirtilen husus akla getirilmemiştir. Zîra, can boğaza geldiğinde
zaten
gayb perdesi kalkmaktadır. Ölüm meleği görüldükten sonraki
pişmanlık ise asla fayda vermeyecektir.
Ölüm öncesinde hiçbir hazırlık yapmadan son ânı bekleyenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Zîra ölüm gelmeden önce Rabb’e yönelmek,
O’na teslim olmak, O’nun gönderdiği öğretiye uygun hareket etmek emredilmektedir. Birkaç dakika içinde öleceğini anlayan ve
hiçbir kurtuluş ümîdi kalmayan birinin îmânının onu kurtarmaya yetmeyeceği bilinmelidir.
Çünkü bu;
Allah’ın kulları için uyguladığı ve kıyâmete kadar değişmeyecek bir kanûnudur.
Ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında
“şimdi tövbe ediyorum” diyenlerin tövbesinin de
makbul olmadığı mâlumdur.
Tövbenin vakti hususunun yanlış değerlendirilmesine yol açan ve Müslümanları hatalı davranışlara sevk eden bu rivâyetin
kıssacıların anlatım tarzını yansıtmış olması da, onlar tarafından uydurulma ihtimâlini akla getirmektedir. Dolayısıyla bu rivâyette ortaya konulan böyle bir
anlayışın doğru olmadığı anlaşılmaktadır.
Muhammed ümmetinin ayrıcalığı konusunda şu hususların yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i kitâbın çoğunluğunun târihî süreç içerisinde sahih itikattan uzaklaşmalarının sebeplerinden birini,
“kendilerinden olanların kurtuluşa erdiği” iddiâsını ileri sürmüş olmalarına bağlamaktadır.
Oysa
imtiyazlar talep etme ve kurtulmuşluk iddiâları, tevhîd inancının evrenselliğini bozan yanlış telakkîlerdir. Geçmişte Ehl-i kitâbın vahiy geleneğindeki birliği kaybederek kendi oluşturdukları
geleneğin içine kapanmaları ve kurtuluş için bunu yeterli görmeleri onları derin bir sapıklığa sürüklemiştir.
Bize öyle geliyor ki, Müslümanlar da Muhammed ümmetinden olmayı bir imtiyaz gibi görerek yanlış değerlendirmelerde bulunur ve kendi oluşturdukları böyle bir geleneğe teslim olurlarsa, tıpkı
Ehl-i kitâbın düştüğü bu büyük yanılgıya düşebileceklerdir. Zîra, İsrâiloğulları Allah ile olan sözleşmelerine aykırı davranmalarına rağmen,
bir kurtulmuşluk duygusuna kapılmışlardır. Oysa Kitâb-ı Mukaddes’in bizzat kendisi, onların düştükleri bu yanlışlığa dikkatlerini çekmekte,
sözlerine sâdık olanları ise övmektedir.
Doğru yoldan sapan ve taşkınlık edenleri ağır bir dille eleştirmekte
ve günahlarından ötürü cezalandırıldıklarını haber vermektedir.
İsrâiloğullarına herhangi bir ayrıcalığın olmadığı, bizzat Kitâb-ı Mukaddes’in kendisi tarafından bu şekilde ortaya konulduğu halde, onların
hâlâ kurtulmuşluk ve seçilmişlik iddiâlarını seslendirmeleri kitaplarını tahriften başka bir şey değildir.
Zaten Yahûdîlerin bir kısmının vahyedilmiş sözlerin anlamını çarpıttıkları ve sözleri asıl bağlamından kopartarak spekülasyon yaptıkları, sahih itikâdı bozmaya çalıştıkları, bu nedenle onları bu dünyada zillet, öteki dünyada da korkunç bir azâbın beklediği
Kur’ân-ı Kerim’in açık bir ifâdesidir.
Elbette Kur’ân-ı Kerim’de,
Muhammed ümmeti övülmekte ve onların vasıfları zikredilmektedir. İnsanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluk oldukları, doğru olanı emredip, yanlış olanı nehyettikleri, Allah’a gönülden inandıkları,
dengeli ve ölçülü oldukları, bu özellikleri nedeniyle de tüm insanlığın huzurunda hakikate şahitlik etmelerinin görevleri olduğu
kendilerine hatırlatılmaktadır. Böylece Hz. Peygamber’in kendilerine örnek olduğu gibi, onların da hayat tarzlarıyla tüm insanlığa örnek olmaları gerektiğine vurgu yapılmakta, geçmiş vahyin mensuplarından bahsedilerek onların çoğunluğunun bu inanca ulaşamadıkları haber verilmektedir.
Öte yandan gereken şartları taşımadığı halde,
şeklen ve ismen Muhammed ümmetinden olmayı bir ayrıcalık olarak görmenin yeterli olamayacağının da bilinmesi gerekmektedir. Bunu bir imtiyaz olarak görmek yerine, tebliğ ve temsil sorumluluğunun arttığının bir işâreti olarak algılamak daha doğrudur. Mükemmel bir ahlak sahibi olmaya çalışmasa da, âhirette pek çok
kapının ona açılacağı düşüncesinin yerleşmesine katkı sağlayan ve böyle bir anlayışı yansıtan pek çok rivâyetin Envâru’l-Âşikîn’de bulunduğu
gerçeği göz önünde bulundurularak, hayat tarzı ile ümmetine örnek olan
Hz. Peygamber’in en güzel model olduğuna daha fazla vurgu yapılmasının isâbetli olacağını düşünmekteyiz.
Zîra ahlâkî değerlere sahip çıkmayan toplumların yerine
başkalarının getirileceği gerçeği bilinmektedir.
Çünkü kendisine şahdamarından daha yakın olan
Allah ile sözleşmesini
unutanların âkıbetleri bellidir. İnsanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Allah’ın istediği şekilde kullanmayarak ahlakî sorumluluğunu unutması ya da ihmal etmesi, bir takım hatalı değerlendirmelerle kendisini
tesellî etmesi, kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür.
Netice îtibârıyla,
şeklen ve ismen Muhammed ümmetinden olmak yeterli değildir. Envâru’l-Âşikîn’de ortaya konulanın aksine bunu bir imtiyâz gibi görmek ve göstermek yanlıştır. Yapılması gereken; Muhammed ümmetinin diğer bütün toplumlara örnek ve rehber olma şerefine hazır hâle getirilmesidir. İslâm’ın evrensel ilkelerinin daha iyi anlaşılmasıdır. Ahlakî olduğu kadar toplumsal da olan İslam esaslarının daha iyi uygulanmaya çalışılmasıdır.
Selam ve dua ile…
Geniş bilgi için bkz, Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s.87-90
AHMED BÎCAN, s. 236.
Hâris b. Ebî Üsâme’nin tahric ettiği bu rivâyetin senedinde yer alan râvî Dâvud b. el-Mihber’in “kezzâb” olduğu ve bu rivâyetin de “mevzû” olduğu ifade edilmektedir. Bkz. HARİS b. EBÎ ÜSÂME
, (282/895)/HEYSEMÎ, Ali b. Ebî Bekr, (807/1404),
Müsnedü’l-Hâris (Zevâidü’l-Heysemî), (I-II), thk. Hüseyin Ahmed Sâlih el-Bâkirî, Merkezü Hıdmeti’s-Sünneti ve’s-Sîreti’n-Nebeviyye, Medîne, 1413, I, 321.
“
Can boğaza gelmedikçe (hırıltılar işitilmedikçe) Allah kulun yapacağı tövbeyi kabul eder” şeklindeki rivâyeti İbn Ömer’den; Tirmîzî, İbn Mâce, İbn Hanbel, İbn el-Câ’d, İbn Humeyd, Ebû Yâ’lâ, İbn Hıbbân, Taberânî, Hâkim, Kudâî, Beyhakî ve Heysemî tahric etmişlerdir. Bkz. (TİRMÎZÎ, 45/Daavât, 98 (V, 547); İBN MÂCE, 37/Zühd, 30 (II, 1420); İBN HANBEL, II, 153; III, 425; İBN el-CÂ’D b. Ubeyd, Ali, (230/844),
Müsnedü İbn el-Câ’d, (I), thk. Âmir Ahmed Haydar, Müessesetü Nâdir, Beyrut, 1410, I, 489; İBN HUMEYD, Ebû Muhammed Abd ibn Humeyd b. Nasr (249/863),
Müsnedü Abd ibn Humeyd, (I), thk. Subhi el-Bedrî es-Semerrâî-Mahmud Muhammed Halil es-Saîdî, Mektebetü’s-Sünne, Kâhire, 1408, I, 267; EBÛ YÂ’LÂ, Ahmed b. Ali, (307/919),
Müsnedü Ebî Yâ’lâ, (I-XIII), thk. Hüseyin Selim Esed, Dımeşk, 1984, IX, 462; X, 81; İBN HIBBÂN, Ebû Hâtim el-Bustî, (354/965),
Sahîhu İbn Hıbbân, (I-XVIII), thk. Şuayb el-Arnavud, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1993, II, 394; TABERÂNÎ, Süleyman b. Ahmed, (360/971),
Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, (I-II), thk. Hamdi b. Abdülmecid es-Selefî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405, I, 124; HÂKİM en-NİSÂBÛRÎ, Muhammed b. Abdillah, (405/1014),
el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, (I-IV), thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, IV, 286; KUDÂÎ, Muhammed b. Selâme b. Câfer, (454/1062),
Müsnedü Şihâb, (I-II), thk. Hamdi b. Abdilmecid es-Selefî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1407, II, 154; BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin, (458/1066),
Şuabü’l-Îman, (I-VIII), thk. Muhammed es-Said b. Bisyûnî Zeğlül, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410, V, 395, 396; HEYSEMÎ, Ali b. Ebî Bekr, (807/1404),
Mevâridü’z-Zam’ân ilâ Zevâidi İbn Hıbbân, thk. Muhammed Abdurrezzak Hamza, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts., I, 607). Tirmîzî rivâyete “hasen-garib” hükmünü vermiştir. Bûsirî ise, senedde yer alan râvîler Velid b. Müslim ve Mekhul ed-Dimeşkî’nin tedlisleri sebebiyle isnadın “zayıf” olduğunu belirtmiştir. Bkz. (BÛSİRÎ, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ebî Bekr b. İsmail b. Kaymaz, (840/1436),
Misbâhu’z-Zücâce fî Zevâidi İbn Mâce, (I-IV), thk. Muhammed el-Müntekâ, Dâru’l-Arabiyye, Beyrut, 1403, IV, 249. Ayrıca bkz. EBÛ NUAYM,
Hilyetü’l-Evliyâ, (I-X), Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1405, V, 190). Aynı şekilde senedde yer alan râvî Abdurrahman b. Sâbit b. Sevban hakkında Yahya b. Maîn “zayıf”, Nesâî ise “ leyse bi’l-kavîyy” demişlerdir. Bkz. (İBN ADİYY, Ebû Ahmed el-Cürcânî, (365/975),
el-Kâmil fi Duafâi’r-Ricâl, (I-VII), thk. Yahya Muhtar Gazzavî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1988, IV, 281). Heysemî, Taberânî’nin tahric ettiği rivâyetin senedinde yer alan râvî Yahya b. Abdillah el-Bâbeltî’nin “zayıf”, Bezzâr’ın tahricinde Ebû Hureyre’den rivâyeten nakledilen senedde yer alan Yezid b. Abdilmelik b. en-Nevefilî’nin ise “metrûk” olduğunu söylemiştir. Bkz. (HEYSEMÎ, X, 198). Deylemî’de, Muaz b. Cebel’den benzer bir rivâyeti Müsnedü’l-Firdevs adlı eserinde zikretmiştir. Bkz. (DEYLEMÎ, Şûruveyh b. Şehridâr, (509/1115),
el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, thk. Muhammed es-Said b. Bisyûnî Zeğlûl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986, IV, 363. Ayrıca bkz. ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed, (1162/1652),
Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’l-İlbâs amme’ş-tehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, (I-II), thk. Ahmet Kalâş, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405, II, 459). Netice îtibârıyla,
senedine yönelik eleştiriler olan ve metninde problem olduğu anlaşılan rivâyete ihtiyatlı yaklaşılmasının uygun olacağını düşünmekteyiz.
Zümer, 39/53-61.
Yûnus, 10/90-91;
“…(Firavun) boğulmak üzereyken: ‘Elhak, inandım,’ dedi, ‘İsrâiloğulları’nın inandığı Tanrı’dan başka Tanrı yok! Ve ben de artık kendimi yürekten ona teslim eden kimselerdenim!’ (Ona): ‘Ancak şimdi mi?’ denildi, ‘Oysa bu güne kadar (Bize) hep baş kaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın!’…”
Gâfir, 40/84-85.
Nisâ, 4/17-18;
“Doğrusu, Allah’ın tövbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek kötülük işleyen ve sonra zaman geçirmeden tövbe edenlere mahsustur. Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, Zîra Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Oysa ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında ‘şimdi tövbe ediyorum!’ diyenlerin tövbesi kabul edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.”
Bakara, 2/111, 113; “
Onlar: ‘Yahûdî veya Hıristiyan olmadıkça hiç kimse cennete giremez!’ diye iddiâ ederler. Bu onların kuruntusudur!. De ki: ‘Eğer söylediklerinizde samimi iseniz, iddiânızı kanıtlayın!’”. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/23,24; Mâide, 5/18, 19.
Bakara, 2/80, 120, 135, 140, 145; Âl-i İmrân, 3/65, 67.
KİTÂB-I MUKADDES,
Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil), Kitâb-ı Mukaddes Şirketi, İst., 1988, Yeremya, 7/8-10, s. 731; Mezmurlar, 10/6-15, s. 544.
İşaya, 66/5, s. 722-723; I. Krallar, 19/18, s. 362; II. Krallar, 22/19-20, s. 394, 23/3, s. 394, 23/24-25, s. 395; II.Tarihler, 34/29-33, s. 462; Yeremya, 3/22-25, s. 727.
İşaya,1/21-23, s. 673; Tsefanya, 2/15, s. 887, 3/4 s. 887; Yeremya, 7/8-10, s. 731.
İşaya, 5/18-23, s. 676.
Amos, 8/7-8, s. 872. krş. Enbiyâ, 21/105.
Nisâ, 4/46; Mâide, 5/13, 41.
Âl-i İmrân, 3/110; “
Siz insanlığ(ın iyiliği) için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Eğer geçmiş vahyin mensupları, (bu tür bir) inanca ermiş olsalardı, bu, kendi iyiliklerine olacaktı; (ama) içlerinden pek az inanan bulunsa da onların çoğu fâsıktır.”
Bakara, 2/143; “
Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şâhitleri olasınız ve Elçi de sizin huzûrunuzda ona şâhitlik yapsın…”
AHMED BÎCAN, s. 102, 103, 105, 111, 114, 115, 180, 211, 215, 227, 228, 231, 233, 234, 235, 236, 239, 258, 274, 275, 277, 284, 323, 319, 396, 400, 403, 408, 422, 430, 439, 448.
Muhammed, 47/38; Tevbe, 9/39.
Kâf, 50/16.
Râ’d, 13/20; Nahl, 16/91. Ayrıca bkz. Bakara, 2/40; Âl-i İmrân, 3/76-77; Ahzâb, 33/15.
Geniş bilgi için bkz. SAİD HALİM PAŞA,
İslâm ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar, haz. N. A. Özalp, Pınar Yay., İst., 1987, s. 52; CÂRULLAH, M.,
Kur’an- Sünnet İlişkisine Farklı Bir Yaklaşım, Kitâbü’s-Sünne, çev. M. Görmez, Ank.1998, s. 70; ÇİFTÇİ, Adil
, Fazlur Rahman İle İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Kitâbiyât, Ank., 2000, s. 251; ERDOĞAN, M.,
Vahiy-Akıl Dengesi Açısından Sünnet, İFAV. Yay., İst., 2001, s. 228, 285; FAZLUR RAHMAN,
Ana Konularıyla Kur’an, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yay., 2000, s. 135.