Türkiye’de mültecilere yönelik ırkçı söylemin onto-epistemolojik temeli
Onlar için İslam dünyası “Orta Doğu bataklığı” ve “Arap çölü” oldu daima. Araplıkla özdeşleştirdiği İslam ve İslam coğrafyası Kemalistler için unutmak istediği bir kurucu öteki olmuştur.
Türkiye’deki mültecilere yönelik ırkçı söylemin her şeyden önce bir kimlik meselesi olduğunu görmemiz lazım: Söylem sahiplerinin kimliği ve söylemin hedef aldığı mültecilerin kimliği. Bu, meselenin mahiyeti gereği bütün ırkçılık tecrübelerinde de ayniyle geçerli bir durum olsa gerek. Farklı ırkçılık örneklerinde temel önermeler, kalıp yargılar (stereotipler) ve söylem stratejilerinin benzer hatta bazen kelimesi kelimesine aynı olmasının gösterdiği gibi nerede olursa olsun ırkçılık birbirine benzer esaslar üzerinde yükseliyor.
Irkçı söylemin meşruiyeti ırkçıların hedef aldığı grubun “sosyal/biyolojik evrim basamağında insanlık aşamasına ulaşamaması” kabulüne dayanır. Bu anlamda ırkçılık insanla insan arasındaki üstünlük iddiası olmaktan öte insanla başka bir tür varlık arasındaki türsel hiyerarşik ilişkidir. Çıplak haliyle ırkçı söylemde hedef alınan topluluk açıktan ya da zımnen “insan” kategorisi dışında değerlendirilir. Ancak bu kabul tam bir kararlılık hali göstermez, gösteremez çünkü karşıdakinin -renk, vücut yapısı (Daha ziyade boyu. Boy temel antropometri ölçülerindendir.) davranış biçimi, dil bakımından farklılık gösterse de- insan olduğu hakikati ırkçı için dahi bedihidir. Ama bu kabul bu kararsız haliyle bile birçok ırkçı ifade ve pratikte yüzeye taşıp görünür olur.
“Beklenmeyen bir durumla karşılaştığımızda hepimizde yeniden ortaya çıkma eğilimi gösteren ve kuşkusuz sağlam psikolojik temellere dayanan en klasik tavır, kendimizle özdeşleştirdiğimiz kültürel yani ahlaksal, dinsel, toplumsal, estetik biçimlere uzak düşen biçimlerin açıkça yadsınmasından ibarettir. Bize yabancı olan yaşam, inanış ve düşünme biçimleriyle karşılaştığımızda, ‘yaban alışkanlıklar’, ‘bu bizden değil’, ‘buna izin verilmemeliydi’ vb. türünden ürperti ve tiksinti dile getiren kaba tepkiler gösteririz. İlk çağ da Yunan kültürünün içinde yer almayan her şeyi ‘barbar’ adı altında topluyordu. Batı uygarlığı daha sonra yaban deyimini aynı anlamda kullandı. Oysa bu sıfatların ardında tek bir yargı gizlenmektedir: ‘Barbar’ sözcüğü kök bakımından, insan dilinin anlamlı akustik imgesine karşı, eklemsiz kuş şakımalarının
karmaşıklığından kaynaklanıyor olabilir ve yine ‘ormana ilişkin’ anlamına gelen ‘yaban’ sözcüğü de insan kültürüne karşıt hayvansı yaşam biçimini çağrıştırır. Her iki şıkta da kültürel çeşitlilik olgusu yadsınır; yaşamımızı düzenleyen normlara uymayan ne varsa kültürün dışına, doğaya atılması yeğlenir.”1
Strauss’un vurguladığı “yabancı”yı insan kategorisinin dışına, doğaya atarak yadsıma hali ırkçılığın hamurunda ayniyle bulunmakla birlikte ırkçılık bu yadsımadan çok daha fazlasını ifade eder. “İnsan” olarak değerlendirilmeyebilecek bir varlık türüyle kurduğun ilişkide de artık her söylem meşru, her fiil mubah görülebilir. Bu yüzden ırkçılık, sömürgecilik ve oryantalizm arasında kopmaz bir ilişki mevcuttur.
İbrahim Kalın, “Barbar, Modern, Medeni” kitabında bu konuya dair Avrupa’da 19 ve 20. yüzyıllarda kurulan “insanat bahçelerini” örnek vererek şunları söylüyor:
“Irkçılık, fiziki işgal ve kültürel aşağılama ile sınırlı kalmamıştır. Kelimenin her manasıyla medeni ve üstün olduğuna inanan beyaz adam, ırklar skalasının alt basamaklarında olduğuna inandığı insanları birer sergi malzemesi olarak da kullanmıştır. Bunun en trajik ve utanç verici tezahürlerinden biri 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan “insanat bahçeleri”dir. Bu dönemde yapılan sergilerde sadece kültürel ve doğal ürünler değil, aynı zamanda “gelişmemiş” ırklara ait insanlar da sergileniyordu. Afrika’dan, Filipinler’den Kutuplardan ve başka yerlerden getirilen ve kendilerine “yarı insan, yarı hayvan” muamelesi yapılan insanlar, modern Batılı temaşa ehlinin hizmetine sunulmaktaydılar. Tek tek ya da aileler halinde Avrupa başkentlerinde sergilenen insanlar modern beyaz adamın üstünlük duygusunu tatmin ederken aynı zamanda Avrupa’nın sömürgesi haline gelmiş bu milletlerin neden bu durumu hak ettiğine dair bir gerekçe ve meşruiyet de üretiyorlardı.”2
Enver Abdulmelik’in “Krizdeki Oryantalizm” başlıklı makalesinde konuyu özetler mahiyetteki şu tespit de çok dikkat çekicidir: “Geleneksel oryantalistlere göre ele alınan bütün varlıkların devredilemez ve ortak temelini kuran -hatta bazen açıkça metafizik terimlerle tanımlanan- bir özü var olmalıdır. Bu öz hem tarihseldir çünkü tarihin başına kadar uzanır hem de temelde tarih dışıdır çünkü varlığı dondurur… Böylelikle, gerçek bir özgüllüğe dayanan ama tarihten koparılmış, sonuç itibariyle soyut özsel bir varlık olarak tasavvur edilmiş bir tipolojiye varılır; bu da incelenen “nesne”yi başka bir varlığa dönüştürür ve inceleyeni de bu nesne karşısında aşkınlaştırır. Buna göre bir homo Sinicus, bir homo Arabicus (ama bir homo Aegypticus vb. de olabilir pekâlâ) bir homo Africanus vardır bir de “normal insan” diye anlaşılan insan- tarihsel dönemin, yani Antik Yunan’dan bu yana geçen dönemin Avrupa insanı.”3
Bugün Türkiye’de sığınmacılara yönelen ırkçı nefrete karşı çıkan merhametli insanlara ırkçılar tarafından -ABD ve diğer yerlerdeki ırkçı retoriği tekrar ederek- “Çok seviyorsan, al evine besle!” diye mukabele edilmesini ya da yine sığınmacıların arasından birilerinin işlediği bir suçtan -insanlar arası hukukta geçerli olan suçun şahsiliği ilkesi bir kenara koyularak ve bunun ötesinde yapılan fiilin adeta türsel bir özellikten kaynaklandığını ima eden “Tehlikenin farkında mısınız?” tarzındaki propagandalarla- o topluluğa mensup herkesin sorumlu addedilmesini düşünelim. Bu söylemler karşısında “Bizden ırkçı çıkmaz!” retoriğinin altının ne kadar boş olduğu ortaya çıkar. Önce “biz” denilen insanlar kim ona bakmalıyız. Kaldı ki bu önermenin kendisi de insanın doğuştan gelen ya da coğrafi, kültürel vb. özelliklere dayalı değişmez bir özü bulunduğunu ima ediyor bu da ırkçılığın yükseldiği zeminin bizatihi ta kendisidir.
Hâlbuki Türkiye’de şu anda Kemalist, milliyetçi, muhafazakâr, solcu, vs. sosyo-politik kimlik sahibi birçok kişinin “mülteci meselesi”nde açıktan ya da örtülü ırkçı bir pozisyonda ortaklaştıklarını görüyoruz. Peki bu tablo bize ne söylüyor? Bu seküler kimliklerin tamamı kendilik bilincini Batılılaşma süreçleri içerisinde kazanmıştır. Batı dışı toplumların Batılılaşma süreçleri kaçınılmaz olarak self-oryantalizm4 ya da yerli oryantalizm denilen kendisine ve kendisinin “doğu”suna oryantalistçe bakma sonucunu doğurmuştur. Batı dışı toplumlarda seküler ideolojik kimlikler bu ortak onto-epistemoloji temelinde inşa olmuştur.
Bunun haricinde Türkiye özelinde seküler ideolojiler arasında Kemalizm bir çeşit ortak havuzu temsil eder. İslamcılık hariç cumhuriyet sonrası siyasi çizgilerin tamamı Kemalizm’e fazlasıyla borçludur. Tam da burada Kemalizm’in fiziki antropoloji ve dönemin ırk nazariyelerine dayanan karanlık ırkçı geçmişini hatırlamak gerekir.5 Evet “Türk ırkının ırklar arasında hak ettiği yeri alması” adına yapılan fiziki antropoloji çalışmalarını bugünün dünyasında devam ettirmek mümkün değil ama bugün dahi ortalama bir Kemalist aynı zamanda ırkçıdır. Kemalizm’in altı okundan Atatürk milliyetçiliğini Kemalistler toprak ya da vatandaşlık temelli bir milliyetçilik olarak göstermek isteseler de Atatürk milliyetçiliğinin en başından bugüne ırkçı bir veçhesi olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Ayrıca toprak/vatandaşlık temelli seküler milliyetçilik anlayışları da “mülteciler” meselesinde ne kadar farklı bir yaklaşım sergileyebilir ki?
Kemalizm’in ırkçılıkla ulusdevlet temelli vatandaşlık bağı arasında gidip gelen “biz” tanımının -dolayısıyla da “öteki” tanımının- şekillenmesinde Osmanlı son dönemi Batılılaşma tecrübelerinden tevarüs ettiği self-oryantalist yaklaşım bize göre en önde gelen amillerden olmuştur. Osmanlı son dönemi Batılılaşma süreçlerinin mahsulü ve aynı şekilde Batılılaşma sürecinin Osmanlı sonrası taşıyıcı eliti pozisyonundaki Kemalist kurucu kadro kaçınılmaz olarak self-oryantalizmle de maluldür. Kemalizm kendisini var kılan self-oryantalist bakış açısını daha ileri boyutlara taşıyarak sürdürmüştür. Bu bakımdan bir Batılılaşma projesi olan Kemalizm aynı zamanda bir self-oryantalizm tecrübesidir. Aynı durum İslam dünyasındaki varlığını Batılılaşma sürecine borçlu olan diğer bütün sosyo-politik kimlikler için de geçerlidir.
Burada Batı’daki oryantalizm tecrübesiyle yerli oryantalizm olarak da adlandırılan self-oryantalizm tecrübesi arasında şöyle temel bir farklılaşmadan bahsedilebilir: Batı oryantalizmi eurosantrizm olmakla aynı zamanda egosantriktir. Böylece kendisinden yola çıkıp oryantalizm yoluyla ötekini inşa ederken çokça vurgulandığı gibi aynı zamanda kendisini de inşa etmiştir. Self-oryantalizm ise kendisini ne kadar Avrupalı kabul etse de Avrupalı olmayan doğuluların kendilerine ve diğer doğululara bakışlarını ifade ettiği için sadece eurosantriktir self-oryantalistlerin egosantrizmden söz edilemez. Self-oryantalist de tıpkı oryantalist gibi ötekini inşa ederken kendini de inşa etmiş olur ama bu kendilik inşası norm olarak kabul edilen Batılılık karşısında bir ötekilik olmaktan kurtulamaz. Başka bir ifadeyle self-oryantalist kendisine de ötekine de kendisi dışından bakmaya mahkumdur. Daimi bir olamamışlığa yazgılıdır. Tarihî köksüzlüğü, nevzuhurluğunun yanı sıra ontolojik olarak da tabiri caizse hep muallakta/askıdadır.
Yaşadıkları bu gerilim sebebiyle de yerli oryantalistler bugüne kadar, oryantalizmin doğuyu cansız bir bilgi nesnesi olarak ele alıp üzerinde tahakküm kurmaya dayalı ilişki biçiminden uzak bir şekilde İslam dünyasıyla irtibat kurmaktan şiddetle kaçındılar. Türkiye’de cumhuriyet sonrası Arapça, Farsça bilen kaç seküler akademisyen, aydın var mesela? Onlar için İslam dünyası “Orta Doğu bataklığı” ve “Arap çölü” oldu daima. Araplıkla özdeşlestirdiği İslam ve İslam coğrafyası Kemalistler için unutmak istediği bir kurucu öteki olmuştur. Bu unutma isteğinin tarihi süreç içerisindeki tezahürü kayıtsızlık, yok sayma, ilgilenmeme olarak ortaya çıkmıştır. Bu kayıtsızlık halinin Kemalist uluslararası siyasetteki karşılığı "Arapların iç işlerine karışmama" şeklindedir. Türkiye’ye son on yılda ağırlıklı olarak Arap ülkeleri ve Afganistan’dan gelen bu “yarı-insanlar” self-oryantalistlerin “biz/medeni insanlar” tanımı içinde yer almıyor. Evet ulus devlet sınırları içindeki “vatan toprakları”nı ulus devlet vatandaşlığından kaynaklı doğuştan gelen bir mülk (eskiden padişahın mülküyken şimdi de egemen ulusun mülkü) şeklinde görüp mülklerinin gasp edildiğini düşünüyorlar. Ama bunu savaştan, ölümden vs. kaçan insanlara kucak açma değil bir “istila” olarak değerlendirmeleri gelenlerin kimliklerinden de kaynaklanıyor.
1- Claude Lévi-Strauss, Irk, Tarih ve Kültür, (İstanbul: Metis Yayınları, 2010), s. 26.
2- İbrahim Kalın, Barbar, Modern, Medeni- Medeniyet Üzerine Notlar (İstanbul: İnsan Yayınları, 2018), s. 88.
3- Anouar Abdel-Malek, Orientalism in Crisis (Diogenes, Vol: 11, No: 44, Aralık 1963), s. 108
4- Konu hakkında Bünyamin Bezci ve Yusuf Çiftçi’nin “Self Oryantalizm: İçimizdeki Modernite ve/veya İçselleştirdiğimiz Modernleşme” (Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, 2012) makalesine bakılabilir.
5- Konu hakkında Ahmet Yıldız’ın “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), (İstanbul: İletişim Yayınları) ve Nazan Maksudyan’ın Türklüğü Ölçmek - Bilimkurgusal Antroploji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1939 (İstanbul: Metis Yayınları) kitaplarına bakılabilir.