Farklı yaklaşımlarla birçok bilim insanı tarafından açıklanmaya çalışılmış bu problem, geçmişten günümüze psikolojinin en temel konularından biri olmuştur. Üç temel başlık altında bu görüşleri bildiğim kadarıyla kısaca anlatmaya çalışacağım:
Şiddetin insan doğasında var olduğunu savunanlar, saldırganlığın doğuştan geldiğini ya da atalardan gelen bilinçaltıyla aktarıldığını ifade ederler. Ayrıca şiddetin psikolojiden de önce nörobiyolojik, yani isimlerini dahi bilmediğim birçok hormonla alakalı olduğunu açıklayanlar da var.
Bu dürtünün birtakım sebeplerle olumsuza dönüştüğünü savunanlardan bazıları, bireyin aydınlık ve karanlık tarafının olduğunu ve şiddetin de evcilleştirilmesi gerekilen hayvani içgüdülerden biri olduğunu ifade eder. Bununla beraber benliğin zarar görmesiyle ortaya çıkan saldırganlıktan; yani özsaygı kaybı, aşağılanma, küçümsenme, suçlanma, değersizleştirme gibi durumlarla karşı karşıya kalmış bireylerin kendilerini koruyabilmek için bu dürtüyü olumsuz bir şekilde kullanabileceklerinden bahsederler. Üretememek, kendini gerçekleştirememek, kaygı ve stres bozuklukları gibi dengeyi bozan durumların da şiddete sebep olduğunu belirtirler.
Davranışların tekrar ve pekiştirmeyle öğrenildiğini savunanlarsa, bireyin sürekli maruz kaldığı şiddeti istemsizce öğrendiğini ve çevresiyle yaşadığı çatışmalar sonucunda da saldırganlaştığını vurgularlar...
Olabildiğince özetlemeye çalıştığım bu yaklaşımlardan anlıyorum ki; içgüdüsel, hormonal ve kalıtsal olarak bir nevi kanımıza kodlanmış olan şiddet, sosyal alanda maruz kaldığımız birçok olumsuz durumla pekişiyor; dolayısıyla saldırganlaşıyor, saldırganlaştırılıyoruz. Kendisini fiziksel, cinsel ya da psikolojik olarak göstermesi farketmez. Kadın, erkek, çocuk, hayvan, doğa yani ne kadar şiddet varsa hepsinin geldiği yer aynı.
Aile içi şiddette elbette en çok kadınlar zarar görüyor ve öldürülüyor ama Türkiye ve dünya istatistiklerine baktığımızda cinayete kurban gidenler daha çok erkekler. “Bana yan baktı, omuz attı.” diye birbirini katlediyor insanlar! İşkenceden zevk alıyor, hatta kayda aldıkları bu dehşet görüntüleri inanılmaz fiyatlarla satabiliyorlar.
Kavga varsa programlar daha çok izleniyor. Sevdiğimiz filmler, oynadığımız oyunlar genel olarak dövmek, vurmak, kırmak. öldürmek üzerine. Menfaatler çatıştığında bambaşka insanlara dönüşüp saldırganlaşabiliyoruz. Kendimize bile acımamız yok kimi zaman. Yani biz şiddetten zevk alıyoruz! Onu biz besliyor, biz büyütüyoruz.
Sadede gelecek olursam, ben şiddetin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Kadın şiddetini paravan yaparak içerisine konudan sapan maddelerin iliştirildiği bir sözleşmenin de şerh konulmadan imzalanmasını doğru bulmuyorum.
Üstelik psikolojik, sosyolojik, kalıtsal bir problemin kağıt üstünde çözülebileceğine de inanmak isterdim ama inanmıyorum. Kutsal kitapların dinlenmediği, kanunların çiğnendiği, vicdanların susturulduğu bu dünyada sözleşmeyle neye engel olunabilir? Bir tümörün sebep olduğu baş ağrısını ağrı kesiciyle dindirmeye çalışmaktan başka bir şey değil bu. Oysaki bir sorunu ortadan kaldırmak için, sorunun temeline inip birçok açıdan yapılacak analizlerle çözüme odaklanmak şarttır. Tabii mesele bir şeyleri meşrulaştırmak değil de gerçekten çözüm üretmekse...
Şiddetin insan doğasında var olduğunu savunanlar, saldırganlığın doğuştan geldiğini ya da atalardan gelen bilinçaltıyla aktarıldığını ifade ederler. Ayrıca şiddetin psikolojiden de önce nörobiyolojik, yani isimlerini dahi bilmediğim birçok hormonla alakalı olduğunu açıklayanlar da var.
Bu dürtünün birtakım sebeplerle olumsuza dönüştüğünü savunanlardan bazıları, bireyin aydınlık ve karanlık tarafının olduğunu ve şiddetin de evcilleştirilmesi gerekilen hayvani içgüdülerden biri olduğunu ifade eder. Bununla beraber benliğin zarar görmesiyle ortaya çıkan saldırganlıktan; yani özsaygı kaybı, aşağılanma, küçümsenme, suçlanma, değersizleştirme gibi durumlarla karşı karşıya kalmış bireylerin kendilerini koruyabilmek için bu dürtüyü olumsuz bir şekilde kullanabileceklerinden bahsederler. Üretememek, kendini gerçekleştirememek, kaygı ve stres bozuklukları gibi dengeyi bozan durumların da şiddete sebep olduğunu belirtirler.
Davranışların tekrar ve pekiştirmeyle öğrenildiğini savunanlarsa, bireyin sürekli maruz kaldığı şiddeti istemsizce öğrendiğini ve çevresiyle yaşadığı çatışmalar sonucunda da saldırganlaştığını vurgularlar...
Olabildiğince özetlemeye çalıştığım bu yaklaşımlardan anlıyorum ki; içgüdüsel, hormonal ve kalıtsal olarak bir nevi kanımıza kodlanmış olan şiddet, sosyal alanda maruz kaldığımız birçok olumsuz durumla pekişiyor; dolayısıyla saldırganlaşıyor, saldırganlaştırılıyoruz. Kendisini fiziksel, cinsel ya da psikolojik olarak göstermesi farketmez. Kadın, erkek, çocuk, hayvan, doğa yani ne kadar şiddet varsa hepsinin geldiği yer aynı.
Aile içi şiddette elbette en çok kadınlar zarar görüyor ve öldürülüyor ama Türkiye ve dünya istatistiklerine baktığımızda cinayete kurban gidenler daha çok erkekler. “Bana yan baktı, omuz attı.” diye birbirini katlediyor insanlar! İşkenceden zevk alıyor, hatta kayda aldıkları bu dehşet görüntüleri inanılmaz fiyatlarla satabiliyorlar.
Kavga varsa programlar daha çok izleniyor. Sevdiğimiz filmler, oynadığımız oyunlar genel olarak dövmek, vurmak, kırmak. öldürmek üzerine. Menfaatler çatıştığında bambaşka insanlara dönüşüp saldırganlaşabiliyoruz. Kendimize bile acımamız yok kimi zaman. Yani biz şiddetten zevk alıyoruz! Onu biz besliyor, biz büyütüyoruz.
Sadede gelecek olursam, ben şiddetin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Kadın şiddetini paravan yaparak içerisine konudan sapan maddelerin iliştirildiği bir sözleşmenin de şerh konulmadan imzalanmasını doğru bulmuyorum.
Üstelik psikolojik, sosyolojik, kalıtsal bir problemin kağıt üstünde çözülebileceğine de inanmak isterdim ama inanmıyorum. Kutsal kitapların dinlenmediği, kanunların çiğnendiği, vicdanların susturulduğu bu dünyada sözleşmeyle neye engel olunabilir? Bir tümörün sebep olduğu baş ağrısını ağrı kesiciyle dindirmeye çalışmaktan başka bir şey değil bu. Oysaki bir sorunu ortadan kaldırmak için, sorunun temeline inip birçok açıdan yapılacak analizlerle çözüme odaklanmak şarttır. Tabii mesele bir şeyleri meşrulaştırmak değil de gerçekten çözüm üretmekse...