- Katılım
- 7 Kas 2020
- Mesajlar
- 10,553
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 13,916
- Puanları
- 113
- Yaş
- 41
- Konum
- Istanbul
- Burç
- Yengeç
- Cinsiyet
- Medeni Hal
NEFSİN SURLARINDAN BİZANS SURLARINA
29 Mayıs, İstanbulun fethinin 553ncü yıldönümü. Bu fetih, bir şehrin alınmasından çok öte anlamlar taşıyor. Dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olduğu gibi, hilâl-haç mücadelesinde bir dönüm noktası. Gerçekten de ne İslâm dünyası için ne de hıristiyanlık için, İstanbulun fethinden sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı.
Dünya tarihini böylesine derinden etkileyen bu fethin komutanı, dehasıyla, cesaretiyle ve mücahid-sûfi şahsiyetiyle bu muhteşem olayın arkasındaki ruhu da temsil eder. Yani Fatihi anlamak, fethi anlamaktır.
Osmanlı Devletinin yedinci padişahı Sultan İkinci Mehmed, genç yaşta devraldığı hükümdarlık vazifesine ne kadar layık olduğunu göstermişti. Azimli, şecaatli, zeki ve deha sahibiydi. Cesur ve tuttuğunu koparan karakteri ile Niğboluda, Varnada, Kosovada destanlar yazan dedelerini andırıyordu.
Romanın son kalıntısı Bizansı alarak tarihin akışını değiştirmeye hazırlanırken, kendisinden önce altı kere tekrarlanan kuşatmaların başarısızlık sebeplerini gözden geçirmişti. Bir taraftan taktik ve stratejik plânlarını tamamlarken, bir taraftan da Bizansın güçlü surlarının arkasındaki köhne zihniyeti tarih sahnesinden silmek için manevi yönden de kendini hazırlamıştı.
Bütün hazırlıklarını tamamladığında Bizans surlarına bakıp: Eğer o kalenin benim elimde fetholunması mukadder olmuşsa, burçları ve duvarları değil taştan-topraktan, çelikten bile olsa, eritip mum gibi yumuşacık yaparım diyordu.
Bir fatih yetiştirmek
Genç padişah, Bizansın surlarını mum gibi eritecek azim ve iradeye, şecaat ve imana nasıl kavuşmuştu? Bu işin sırrı ne idi?
Gemileri karadan yürüten, havan topunu icat eden, Boğazkesen Hisarını yaptıran, Balkanlardaki hıristiyan devletlerini, Anadoludaki beylikleri etkisiz hale getiren askeri ve siyasi dehanın hamurunu kimler, nasıl yoğurmuşlardı?
Babası İkinci Murad, mükemmel bir devlet adamı olmasının yanı sıra, bir tasavvuf ehli idi. Buharalı alim ve mutasavvıf Emir Sultan (K.S.)ın sohbet ve muhabbetiyle yoğrulmuş, Hacı Bayram Velî (K.S.) Hazretlerinin manevi tasarrufunda kemâl bulmuştu.
İkinci Murad, İstanbulun fethini çok arzulayan bir padişahtı. Bu düşüncesini, İstanbul bize lazım, himmet et de şu şehri alalım diye Hacı Bayram-ı Veli (K.S.) Hazretlerine açtığında, şeyh: Beğim, bu şehri sen alamayacaksın, ben de göremeyeceğim. Beşikteki şehzade ile bizim köse alacaktır. diyerek, Akşemseddin ile Şehzade Mehmedin bu kutlu cihadı gerçekleştireceğini kalp gözü ile görüp, söylemişti.
Sultan Murad da bu büyük vazife için oğlunun seçilmiş olduğunu anlayarak, ona zemin hazırlamış, Balkanlarda İkinci Kosova ve Varna gibi iki büyük zafer kazanarak hıristiyan Avrupanın gücünü kırmıştı. Osman Gaziye atfedilen bir şiiri de devamlı olarak şehzadesinin kulağına fısıldamaktaydı: İstanbulu aç, gülzar yap!
Osmanlı sarayında ilk ciddi eğitim sisteminin temellerini atan İkinci Murad, devrin en kâmil alimlerini sarayda toplayarak, şehzade Mehmedin eğitimini beş yaşında Kuran-ı Kerimle başlatmıştı. Böylece Şehzade Mehmed, devrin en değerli alimlerinin karşısında diz çökmüş, okumayı Molla Güranîden sökmüştü.
Molla Güranî, Şehzade Mehmed padişah olduktan sonra bile, hayat tarzını ve davranışlarını değiştirmeyerek, vezirlik teklifini geri çevirmiş, sultanın önünde eğilmemiş, yediğinin-içtiğinin haram olmaması konusunda onu ikaz etmeye devam etmişti.
Fatihin ikinci hocası, zamanının İmam-ı Azamı olarak kabul edilen Molla Husrev idi. Molla Husrev, Ali Kuşçu ile birlikte Semaniye Medreselerinin temellerini atmıştı. Şehzade Mehmed, bir çok kere onun atının önü sıra yürüyerek derse gitmişti.
Şehzade Mehmedi fatihlik kıvamına getiren diğer bir hocası da Hocazade ünvanıyla anılan Muslihittin Mustafa idi. Ali Tusî onun hakkında Ali Kuşçuya şunları söylemişti: Edirnede Hocazade denilen bir kimse vardır; onunla iyi geçin. Zira o öyle bir kimsedir ki bütün alemin meçhulü olan şeyler, onun malumudur.
Şehzade Mehmed, mahir üstadlar elinde öyle bir zihni ve ruhi terbiyeden geçti ki, kısa zamanda kendi dilinden başka beş dil konuşan, doğu ve batı kahramanlarının hayatlarını bilen, tarih bilinci olan, itidal sahibi, kudretinin şuurunda, ne istediğini bilen, tuttuğunu koparan, dış dünyası ile iç alemi dengeli, Peygamber (A.S.) tarafından vaad edilen müjdeyi yerine getirecek kıvamda bir fatih olup çıktı.
Önce manevi fetih
Şehzade Mehmedin, Fatih gibi bir cihangire dönüşmesinde en büyük pay, hiç şüphesiz kâmil ve mükemmil bir mürşid olan Akşemseddin Hazretlerine aitti.
Araştırmacı ve yazar Samiha Ayverdi, bu gerçeğin altını çizerek büyük fethin sırrına şöyle parmak basar:
Mürşid, genç müridini her şeyden evvel nefsin zindanından kurtararak hürriyetine kavuşturdu. Zira insanoğlunun, aşkı ve imanı nisbetinde istiklâle kavuşacağı; izafi hürriyetten mutlak hürriyete erişeceği bir hakikatti.
Kitleler, çok zaman küçük insanların elinde kalmak bedbahtlığına uğrar. Dünyanın bozuk düzenle hasta, mecalsiz düştüğü devirler, işte bu yetersiz idarecilerin elinde karanlıklara gömülüp, önlerini ardlarını göremedikleri zamanlardır. Dünya tarihine bir göz atarsak, beşeriyet ne bulmuşsa, tasavvuf şuuruna doğru yol aldığı zamanlarda bulmuştur. Ne kaybetmişse de ondan baş çektiği ve maddecilik taassubu ile elele verdiği zamanlarda kaybetmiştir.
Eğer Fatih, fikirde ve fiilde tasavvuf şuuru ile hemdem olmasaydı, yine de dünyanın sayılı cihangirleriyle boy ölçüşebilir, fakat bu fatih olamazdı. Bu fatih ki, tasavvuf mayasıyla yoğurduğu zihni ve ruhundaki ahenkle, yeryüzünde örnek insan tipinin bir misali oldu ve örnek çağı getirdi.
Akşemseddin, Fatihdeki gizli kudreti harekete geçiren hakiki bir mürşid. Sultan Mehmed ise mürşidinden aldığı feyzi omuzlayacak güçte bir müriddi.
Şirkin doğudaki son karakolu Bizansın karşısında tevhidin zaferi, ancak böyle dünya ve ukba dengesini kurabilmiş, iki deha tarafından taçlandırılabilirdi.
Bir tarafta, maddecilik ve dalâlet bataklığına gömülmüş; meleklerin erkek mi dişi mi olduğunu tartışan, hiçbir sahih delile dayanmadan gayb hakkında hükümler veren, hurafe gösterisi ayinlerle kâfir türkler(!)in saldırısını bertaraf etmeye çalışan kilise... Taht için birbirinin altını oyan siyasiler, savaş yeteneğini yitirmiş ordusu ile köhne Bizans...
Diğer tarafta, seferde bile alimleri yanından ayırmayan, onlarla devamlı istişare eden, gerilik ve cehaletle mücadele etmeyi prensip edinmiş, taassubun en şuurlu muhalifi olan tasavvuf ikliminde yetişmiş, devrinin bütün bilgileriyle mücehhez, başında danişmend sarığı bulunan mütefekkir bir müslüman hükümdar bulunuyordu.
Savaş, Hakla batılın, Tevhid ile şirkin mücadelesi olarak tezahür ediyordu.
Fatih şanslı bir hükümdardı. Devirler kapatıp devirler açan bir mevkide olmasına rağmen, elini öpeceği bir üstadı, karşısında nazlanıp sesini yükseltse de, hizaya gel! diye uyaran bir efendisi vardı.
Elliüç günlük çetin ve kanlı muhasara esnasında arkasında, korkma alacaksın! diyen bir ses yankılanıyordu.
Ve Feth-i Mübin gerçekleştiğinde, 23 yaşındaki büyük serdar şehre girerken, sağ ve solunda Molla Gürani, Molla Hüsrev, Ak Şemseddin ve Akbıyık Sultanlar da vardı. Padişaha çiçek sunmak için yollara düşen Bizans kızları, hükümdarın bir delikanlı olduğunu bilmeden ellerindeki çiçekleri ak sakallı ihtiyara uzattaklarında o, padişah ben değilim! diye yanındaki genç serdarı gösteriyordu. Lakin Fatih fevkalâde ince bir üslupla: Verin, verin!.. Padişah benim ama o benim hocamdır. diyerek tebessüm ediyordu.
İşte fetihteki sır... Bugün bu sırra ne kadar muhtacız... Fethin askeri, siyasi, stratejik tahlilini yaparken, manevi boyutunu nasıl ihmal edebiliriz?
Muzaffer Taşyürek
29 Mayıs, İstanbulun fethinin 553ncü yıldönümü. Bu fetih, bir şehrin alınmasından çok öte anlamlar taşıyor. Dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olduğu gibi, hilâl-haç mücadelesinde bir dönüm noktası. Gerçekten de ne İslâm dünyası için ne de hıristiyanlık için, İstanbulun fethinden sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı.
Dünya tarihini böylesine derinden etkileyen bu fethin komutanı, dehasıyla, cesaretiyle ve mücahid-sûfi şahsiyetiyle bu muhteşem olayın arkasındaki ruhu da temsil eder. Yani Fatihi anlamak, fethi anlamaktır.
Osmanlı Devletinin yedinci padişahı Sultan İkinci Mehmed, genç yaşta devraldığı hükümdarlık vazifesine ne kadar layık olduğunu göstermişti. Azimli, şecaatli, zeki ve deha sahibiydi. Cesur ve tuttuğunu koparan karakteri ile Niğboluda, Varnada, Kosovada destanlar yazan dedelerini andırıyordu.
Romanın son kalıntısı Bizansı alarak tarihin akışını değiştirmeye hazırlanırken, kendisinden önce altı kere tekrarlanan kuşatmaların başarısızlık sebeplerini gözden geçirmişti. Bir taraftan taktik ve stratejik plânlarını tamamlarken, bir taraftan da Bizansın güçlü surlarının arkasındaki köhne zihniyeti tarih sahnesinden silmek için manevi yönden de kendini hazırlamıştı.
Bütün hazırlıklarını tamamladığında Bizans surlarına bakıp: Eğer o kalenin benim elimde fetholunması mukadder olmuşsa, burçları ve duvarları değil taştan-topraktan, çelikten bile olsa, eritip mum gibi yumuşacık yaparım diyordu.
Bir fatih yetiştirmek
Genç padişah, Bizansın surlarını mum gibi eritecek azim ve iradeye, şecaat ve imana nasıl kavuşmuştu? Bu işin sırrı ne idi?
Gemileri karadan yürüten, havan topunu icat eden, Boğazkesen Hisarını yaptıran, Balkanlardaki hıristiyan devletlerini, Anadoludaki beylikleri etkisiz hale getiren askeri ve siyasi dehanın hamurunu kimler, nasıl yoğurmuşlardı?
Babası İkinci Murad, mükemmel bir devlet adamı olmasının yanı sıra, bir tasavvuf ehli idi. Buharalı alim ve mutasavvıf Emir Sultan (K.S.)ın sohbet ve muhabbetiyle yoğrulmuş, Hacı Bayram Velî (K.S.) Hazretlerinin manevi tasarrufunda kemâl bulmuştu.
İkinci Murad, İstanbulun fethini çok arzulayan bir padişahtı. Bu düşüncesini, İstanbul bize lazım, himmet et de şu şehri alalım diye Hacı Bayram-ı Veli (K.S.) Hazretlerine açtığında, şeyh: Beğim, bu şehri sen alamayacaksın, ben de göremeyeceğim. Beşikteki şehzade ile bizim köse alacaktır. diyerek, Akşemseddin ile Şehzade Mehmedin bu kutlu cihadı gerçekleştireceğini kalp gözü ile görüp, söylemişti.
Sultan Murad da bu büyük vazife için oğlunun seçilmiş olduğunu anlayarak, ona zemin hazırlamış, Balkanlarda İkinci Kosova ve Varna gibi iki büyük zafer kazanarak hıristiyan Avrupanın gücünü kırmıştı. Osman Gaziye atfedilen bir şiiri de devamlı olarak şehzadesinin kulağına fısıldamaktaydı: İstanbulu aç, gülzar yap!
Osmanlı sarayında ilk ciddi eğitim sisteminin temellerini atan İkinci Murad, devrin en kâmil alimlerini sarayda toplayarak, şehzade Mehmedin eğitimini beş yaşında Kuran-ı Kerimle başlatmıştı. Böylece Şehzade Mehmed, devrin en değerli alimlerinin karşısında diz çökmüş, okumayı Molla Güranîden sökmüştü.
Molla Güranî, Şehzade Mehmed padişah olduktan sonra bile, hayat tarzını ve davranışlarını değiştirmeyerek, vezirlik teklifini geri çevirmiş, sultanın önünde eğilmemiş, yediğinin-içtiğinin haram olmaması konusunda onu ikaz etmeye devam etmişti.
Fatihin ikinci hocası, zamanının İmam-ı Azamı olarak kabul edilen Molla Husrev idi. Molla Husrev, Ali Kuşçu ile birlikte Semaniye Medreselerinin temellerini atmıştı. Şehzade Mehmed, bir çok kere onun atının önü sıra yürüyerek derse gitmişti.
Şehzade Mehmedi fatihlik kıvamına getiren diğer bir hocası da Hocazade ünvanıyla anılan Muslihittin Mustafa idi. Ali Tusî onun hakkında Ali Kuşçuya şunları söylemişti: Edirnede Hocazade denilen bir kimse vardır; onunla iyi geçin. Zira o öyle bir kimsedir ki bütün alemin meçhulü olan şeyler, onun malumudur.
Şehzade Mehmed, mahir üstadlar elinde öyle bir zihni ve ruhi terbiyeden geçti ki, kısa zamanda kendi dilinden başka beş dil konuşan, doğu ve batı kahramanlarının hayatlarını bilen, tarih bilinci olan, itidal sahibi, kudretinin şuurunda, ne istediğini bilen, tuttuğunu koparan, dış dünyası ile iç alemi dengeli, Peygamber (A.S.) tarafından vaad edilen müjdeyi yerine getirecek kıvamda bir fatih olup çıktı.
Önce manevi fetih
Şehzade Mehmedin, Fatih gibi bir cihangire dönüşmesinde en büyük pay, hiç şüphesiz kâmil ve mükemmil bir mürşid olan Akşemseddin Hazretlerine aitti.
Araştırmacı ve yazar Samiha Ayverdi, bu gerçeğin altını çizerek büyük fethin sırrına şöyle parmak basar:
Mürşid, genç müridini her şeyden evvel nefsin zindanından kurtararak hürriyetine kavuşturdu. Zira insanoğlunun, aşkı ve imanı nisbetinde istiklâle kavuşacağı; izafi hürriyetten mutlak hürriyete erişeceği bir hakikatti.
Kitleler, çok zaman küçük insanların elinde kalmak bedbahtlığına uğrar. Dünyanın bozuk düzenle hasta, mecalsiz düştüğü devirler, işte bu yetersiz idarecilerin elinde karanlıklara gömülüp, önlerini ardlarını göremedikleri zamanlardır. Dünya tarihine bir göz atarsak, beşeriyet ne bulmuşsa, tasavvuf şuuruna doğru yol aldığı zamanlarda bulmuştur. Ne kaybetmişse de ondan baş çektiği ve maddecilik taassubu ile elele verdiği zamanlarda kaybetmiştir.
Eğer Fatih, fikirde ve fiilde tasavvuf şuuru ile hemdem olmasaydı, yine de dünyanın sayılı cihangirleriyle boy ölçüşebilir, fakat bu fatih olamazdı. Bu fatih ki, tasavvuf mayasıyla yoğurduğu zihni ve ruhundaki ahenkle, yeryüzünde örnek insan tipinin bir misali oldu ve örnek çağı getirdi.
Akşemseddin, Fatihdeki gizli kudreti harekete geçiren hakiki bir mürşid. Sultan Mehmed ise mürşidinden aldığı feyzi omuzlayacak güçte bir müriddi.
Şirkin doğudaki son karakolu Bizansın karşısında tevhidin zaferi, ancak böyle dünya ve ukba dengesini kurabilmiş, iki deha tarafından taçlandırılabilirdi.
Bir tarafta, maddecilik ve dalâlet bataklığına gömülmüş; meleklerin erkek mi dişi mi olduğunu tartışan, hiçbir sahih delile dayanmadan gayb hakkında hükümler veren, hurafe gösterisi ayinlerle kâfir türkler(!)in saldırısını bertaraf etmeye çalışan kilise... Taht için birbirinin altını oyan siyasiler, savaş yeteneğini yitirmiş ordusu ile köhne Bizans...
Diğer tarafta, seferde bile alimleri yanından ayırmayan, onlarla devamlı istişare eden, gerilik ve cehaletle mücadele etmeyi prensip edinmiş, taassubun en şuurlu muhalifi olan tasavvuf ikliminde yetişmiş, devrinin bütün bilgileriyle mücehhez, başında danişmend sarığı bulunan mütefekkir bir müslüman hükümdar bulunuyordu.
Savaş, Hakla batılın, Tevhid ile şirkin mücadelesi olarak tezahür ediyordu.
Fatih şanslı bir hükümdardı. Devirler kapatıp devirler açan bir mevkide olmasına rağmen, elini öpeceği bir üstadı, karşısında nazlanıp sesini yükseltse de, hizaya gel! diye uyaran bir efendisi vardı.
Elliüç günlük çetin ve kanlı muhasara esnasında arkasında, korkma alacaksın! diyen bir ses yankılanıyordu.
Ve Feth-i Mübin gerçekleştiğinde, 23 yaşındaki büyük serdar şehre girerken, sağ ve solunda Molla Gürani, Molla Hüsrev, Ak Şemseddin ve Akbıyık Sultanlar da vardı. Padişaha çiçek sunmak için yollara düşen Bizans kızları, hükümdarın bir delikanlı olduğunu bilmeden ellerindeki çiçekleri ak sakallı ihtiyara uzattaklarında o, padişah ben değilim! diye yanındaki genç serdarı gösteriyordu. Lakin Fatih fevkalâde ince bir üslupla: Verin, verin!.. Padişah benim ama o benim hocamdır. diyerek tebessüm ediyordu.
İşte fetihteki sır... Bugün bu sırra ne kadar muhtacız... Fethin askeri, siyasi, stratejik tahlilini yaparken, manevi boyutunu nasıl ihmal edebiliriz?
Muzaffer Taşyürek