-
- Katılım
- 1 May 2020
-
- Mesajlar
- 17,340
-
- Çözümler
- 1
-
- Tepkime puanı
- 47,701
-
- Puan
- 113
Neden hep murabaha. Neden hep finansman sağlama. Niye hiçbir yatırım yok. Bir firmaya ortaklık yok. Sıfırdan bir firma kurma yok. Neden hep hazıra konuyorlar.
Neden Hep Murâbaha?
Katılım Bankacılığının Üretimle İmtihanı
Katılım bankalarının neden doğrudan yatırım yapmadığı, kendi işletmelerini kurmadığı veya üretim faaliyeti yürütmediği sorusu aslında meselenin özüne ilişkin çok yerinde bir sorudur.
Bu durum bir tercih midir? Bakalım...
Katılım bankaları 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’na tabi olmaları nedeniyle faaliyet alanları sıkı şekilde belirlenmiştir. Kanun’un 56. ve 57. maddeleri, bankaların hangi alanlarda iş yapabileceğini net biçimde sınırlar. Buna göre bankaların asli görevi şudur.
Madde 4: Bankalar esas itibarıyla katılım fonu toplamak, finansman sağlamak, ödeme işlemleri yürütmek, leasing, faktoring, garanti ve kefalet gibi finansal hizmetleri sunmak üzere faaliyet gösterebilir.
Madde 56: Bankalar yalnızca faaliyet konularıyla doğrudan ilgili iştiraklere ortak olabilir; üretim veya ticaret amacıyla işletme kuramazlar.
Madde 57: Bankalar kendi ihtiyaçları dışında gayrimenkul veya emtia alıp satamaz, doğrudan ticari yatırım yapamazlar.
İlgili maddelerde bankacılığın özü, "üretici olmaktan ziyade üreticiye finansal aracılık etmektir" mesajı net olarak verilir.
Bunun istisnası sadece zaruret halleridir. Mesela, tahsil edilemeyen bir alacağın teminatı olarak bir işletmenin veya gayrimenkulün banka mülkiyetine geçmesi mümkündür. Fakat bu mülkiyet kalıcı olamaz. Banka o varlığı yalnızca geçici olarak elinde tutabilir, uzun vadeli ticari faaliyete dönüştüremez. Dolayısıyla, bir katılım bankasının gidip bir fabrika kurması, savunma sanayine ürün üretmesi yahut doğrudan üretimden kâr elde etmesi kanunen yasaktır.
Bununla birlikte, katılım bankalarının üretime katkıları dolaylı olbilir. Bu katkı “emek-sermaye ortaklığı” anlamına gelen mudârebe ve “sermaye ortaklığı” anlamındaki müşâreke modelleriyle gerçekleşebilir.
Mudârebe’de banka sermayeyi koyar, girişimci emeğini ortaya koyar. Kâr belirlenen oranda paylaşılır, zarar ise sermayeden karşılanır. Bu, İslami finansın ruhuna en uygun modellerdendir. Ancak günümüz Türkiye’sinde nadiren uygulanır. Zira girişimcinin işini sürekli denetlemek güçtür, kâr-zarar takibi karmaşık hale gelir. Vergi ve muhasebe açısından risk yüksektir. Geçmişte yapılmış olumsuz örnekleri çoktur. Firmaların ahlaksız tutumları bu finansmanın azalmasında etkili olmuştur.
Müşâreke modelinde ise banka ve müşteri birlikte sermaye koyar ve kârı paylaşır. Ancak Bankacılık Kanunu gereği banka bu ortaklığı kalıcı olarak sürdüremez. Belli bir süre sonra hisselerini devretmek zorundadır.
Bugün sistemde en yaygın uygulama murâbahadır. Banka malı satın alır, üzerine kâr koyarak müşteriye vadeli satar. Bu yöntem hem kanuna uygundur hem de şer‘î açıdan güvenlidir. Kâr oranı önceden belirlendiği için belirsizlik (garar) yoktur. Ayrıca vergi ve muhasebe süreçleri de basittir. Bu yüzden katılım bankaları için en düşük riskli ve en kolay denetlenebilir yöntem haline gelmiştir.
Sonuç olarak bu model, katılım bankalarını arzulanan şekilde “yatırımcı” değil büyük oranda “finansman sağlayıcı” konumunda tutar.
Eğer mevzuatta değişiklik yapılır ya da özel düzenlemeler geliştirilirse, katılım bankalarının yatırım bankacılığı lisansı alarak belirli projelere ortak olması veya girişim sermayesi fonları üzerinden reel yatırımlara katılması mümkündür. Aslında bugün bunun örnekleri kısmen mevcuttur. Bazı katılım bankaları, müşteriler adına üretime dolaylı yatırım yapmak amacıyla portföy yönetim şirketleri kurmuşlardır. Katılım Emeklilik, KT Portföy, Ziraat Portföy gibi yapılar bu amacın pratik yansımalarıdır.
Sonuçta tablo şudur: Katılım bankaları, mevcut kanun gereği doğrudan üretim yapamaz, işletme kuramaz, reel sektörde fabrika açamaz. Onların görevi üretime finansman sağlamaktır.
Ortaklık modelleri olan mudârebe ve müşâreke ise sistemin özündeki “risk paylaşımı” idealini temsil eder. Ne yazık ki uygulamada bu modellerin önünü açacak hukuki, kurumsal ve teknik altyapı henüz yeterince gelişmemiştir. Dolayısıyla bugünkü katılım bankacılığı pratiği, fıkhî ideali değil, hukuki sınırın izin verdiği bir yapıyı temsil etmektedir.
Asıl mesele, bu iki alanın yani şer‘î ideal ile yasal çerçevenin yeniden birbiriyle buluşturulabilmesidir. Dua edelim. İnşallah ileride istenen gibi olsun.
Vesselam. Hürmetler.
Neden Hep Murâbaha?
Katılım Bankacılığının Üretimle İmtihanı
Katılım bankalarının neden doğrudan yatırım yapmadığı, kendi işletmelerini kurmadığı veya üretim faaliyeti yürütmediği sorusu aslında meselenin özüne ilişkin çok yerinde bir sorudur.
Bu durum bir tercih midir? Bakalım...
Katılım bankaları 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’na tabi olmaları nedeniyle faaliyet alanları sıkı şekilde belirlenmiştir. Kanun’un 56. ve 57. maddeleri, bankaların hangi alanlarda iş yapabileceğini net biçimde sınırlar. Buna göre bankaların asli görevi şudur.
Madde 4: Bankalar esas itibarıyla katılım fonu toplamak, finansman sağlamak, ödeme işlemleri yürütmek, leasing, faktoring, garanti ve kefalet gibi finansal hizmetleri sunmak üzere faaliyet gösterebilir.
Madde 56: Bankalar yalnızca faaliyet konularıyla doğrudan ilgili iştiraklere ortak olabilir; üretim veya ticaret amacıyla işletme kuramazlar.
Madde 57: Bankalar kendi ihtiyaçları dışında gayrimenkul veya emtia alıp satamaz, doğrudan ticari yatırım yapamazlar.
İlgili maddelerde bankacılığın özü, "üretici olmaktan ziyade üreticiye finansal aracılık etmektir" mesajı net olarak verilir.
Bunun istisnası sadece zaruret halleridir. Mesela, tahsil edilemeyen bir alacağın teminatı olarak bir işletmenin veya gayrimenkulün banka mülkiyetine geçmesi mümkündür. Fakat bu mülkiyet kalıcı olamaz. Banka o varlığı yalnızca geçici olarak elinde tutabilir, uzun vadeli ticari faaliyete dönüştüremez. Dolayısıyla, bir katılım bankasının gidip bir fabrika kurması, savunma sanayine ürün üretmesi yahut doğrudan üretimden kâr elde etmesi kanunen yasaktır.
Bununla birlikte, katılım bankalarının üretime katkıları dolaylı olbilir. Bu katkı “emek-sermaye ortaklığı” anlamına gelen mudârebe ve “sermaye ortaklığı” anlamındaki müşâreke modelleriyle gerçekleşebilir.
Mudârebe’de banka sermayeyi koyar, girişimci emeğini ortaya koyar. Kâr belirlenen oranda paylaşılır, zarar ise sermayeden karşılanır. Bu, İslami finansın ruhuna en uygun modellerdendir. Ancak günümüz Türkiye’sinde nadiren uygulanır. Zira girişimcinin işini sürekli denetlemek güçtür, kâr-zarar takibi karmaşık hale gelir. Vergi ve muhasebe açısından risk yüksektir. Geçmişte yapılmış olumsuz örnekleri çoktur. Firmaların ahlaksız tutumları bu finansmanın azalmasında etkili olmuştur.
Müşâreke modelinde ise banka ve müşteri birlikte sermaye koyar ve kârı paylaşır. Ancak Bankacılık Kanunu gereği banka bu ortaklığı kalıcı olarak sürdüremez. Belli bir süre sonra hisselerini devretmek zorundadır.
Bugün sistemde en yaygın uygulama murâbahadır. Banka malı satın alır, üzerine kâr koyarak müşteriye vadeli satar. Bu yöntem hem kanuna uygundur hem de şer‘î açıdan güvenlidir. Kâr oranı önceden belirlendiği için belirsizlik (garar) yoktur. Ayrıca vergi ve muhasebe süreçleri de basittir. Bu yüzden katılım bankaları için en düşük riskli ve en kolay denetlenebilir yöntem haline gelmiştir.
Sonuç olarak bu model, katılım bankalarını arzulanan şekilde “yatırımcı” değil büyük oranda “finansman sağlayıcı” konumunda tutar.
Eğer mevzuatta değişiklik yapılır ya da özel düzenlemeler geliştirilirse, katılım bankalarının yatırım bankacılığı lisansı alarak belirli projelere ortak olması veya girişim sermayesi fonları üzerinden reel yatırımlara katılması mümkündür. Aslında bugün bunun örnekleri kısmen mevcuttur. Bazı katılım bankaları, müşteriler adına üretime dolaylı yatırım yapmak amacıyla portföy yönetim şirketleri kurmuşlardır. Katılım Emeklilik, KT Portföy, Ziraat Portföy gibi yapılar bu amacın pratik yansımalarıdır.
Sonuçta tablo şudur: Katılım bankaları, mevcut kanun gereği doğrudan üretim yapamaz, işletme kuramaz, reel sektörde fabrika açamaz. Onların görevi üretime finansman sağlamaktır.
Ortaklık modelleri olan mudârebe ve müşâreke ise sistemin özündeki “risk paylaşımı” idealini temsil eder. Ne yazık ki uygulamada bu modellerin önünü açacak hukuki, kurumsal ve teknik altyapı henüz yeterince gelişmemiştir. Dolayısıyla bugünkü katılım bankacılığı pratiği, fıkhî ideali değil, hukuki sınırın izin verdiği bir yapıyı temsil etmektedir.
Asıl mesele, bu iki alanın yani şer‘î ideal ile yasal çerçevenin yeniden birbiriyle buluşturulabilmesidir. Dua edelim. İnşallah ileride istenen gibi olsun.
Vesselam. Hürmetler.
