
“Kuşkusuz ben Müslümanlardanım” diyenler…
İslâm medeniyeti ölü bir medeniyet değildir ve modern dünyaya cevap verebilecek yegâne olgudur
Dünyanın baştan çıkaran albenisi karşısında kendisine hâkim olmasını beceren, dünyaya boyun eğen değil dünyaya hükmeden, yaratılmış olarak sınırlarını iyi bilen ama bu sınırlar içinde son derece sahih, sağlam ve mütevazı bir yaşam tarzı olanlardır.
Koşuşturmalar, kapışmalar, dalaşmalardan beri, kimsenin önünden bir şey kapmaya çalışmayan; ihtirasla yoğrulmuş her mücadeleye, bu anlamdaki bütün çekişmelere isyankâr simasının ağırlığıyla uzaktan bir tebessümle bakan ve mutmain bir şeklide arkasını dönerek çekip giderek, tüm bu olumsuzluklardan müstağnî kalanlardır.
Herkesin secde etmek için görünür bir mekân aradığı ve birbirinin ayağını kaydırdığı bir zamanda tok ve minnetsiz tavrıyla; yakınında ya da uzağında bulunan her kimseyi, nerede durduklarını gösterdiği için rahatsız edenlerdir.
Okuyan, anlayan, tartışan, mümkünse yazan ama kesinlikle savunan; inancının, düşüncesinin; iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun hayata tekabül etmesi için mücadele eden; salt kendinde kalmaması adına çabalayanlardır.
İnanan, düşünen, birikimli, bilgili, kaleminden ve sözünden hikmet damlayan; insan olmanın ağırlığını, Rabbine teslim olmanın sorumluluğunu taşıyanlardır.
Hangi işi yaparsa yapsın, inanan bir insan olarak olabildiğince ilkeli, dikkatli, inanç ve ahlâkî hassasiyetleri ihlâl ve ihmal etmeden hareket edenlerdir.
İlk gördüğüyle yetinmeyen; daha derinden kavramayı, belli bir mesafeden serinkanlı kalarak bakmayı tercih eden; sadece hakikatin hatırı için görmeye çalışanlardır.
Allah’ın rızasına uygunluk dışında başka bir hesabı olmayan, bu ince çizgide özünü hem koruyan hem de büyüten; insanların kendi inancına, değerlerine, kültürüne, medeniyetine yabancılaştığı dönemde ferasetle korunan ve sağlıklı bir istikamet edinerek bu istikametten hiç şaşmayanlardır.
İslam coğrafyasının inancı, tarihi, kültürü, medeniyeti, imkânları ve sorunları bağlamında, İslâm’a sağlıklı bir bilinç ve irade ile sarılan; çürümeye, çamura, gürültüye, toza dumana katkıda bulunmayan; aklı, mantığı, kalbi, vicdanı, sosyal, siyasal düşünceleri, ilmi birikimi ve inancı ile hareket edenlerdir.
Sağlam ve ilkeli bir düşünme melekesiyle; bütün düşünceleri, görüşleri, siyasal bakışı, hissedişi sağlıklı bir İslâmî bağlam ve perspektifte gören; ele aldığı, üzerinde düşündüğü, tartıştığı konulara güncellik, görünürlük, popülerlik açısından bakmayan; geçmişteki köklerini, geleceğe dair etkilerini arayanlardır.
Sorunlarımızı niyetlerle değil kavramlarla konuşan; kendi dilimizi kullanarak, “ortak kavramlar” üzerinde ittifak edebilmenin yolunu arayan; ifade edildiği zaman muhatapları tarafından doğru anlaşılan ortak kelimelerle düşünmeye çalışanlardır.
Düşüncelerinin, inandığı değer yargılarının ve geleceğinin; güncel, ekonomik, siyasal, kültürel çıkar kaygılarına yem olmasına izin vermeyen; eleştirirken haksızlık etmekten kaçınan, toptancı reddediş ve kabullere düşmeyen; meşruiyet sınırları içinde her anlayış ve yorum farklılığını mahkûm etmeyen; susan, dinleyen ve “sözün en güzeline” uyanlardır.
Sorunlu dil ve zihin karışıklığı nedeniyle sınırlarından, hassasiyetlerinden, değer ve inançlarından vazgeçmeyen; demokrasi, liberalizm, sosyalizm, modernizm, sekülerizm, insan hakları gibi modern düşüncelerle bir uzlaşı arayışına girmeyen; milliyetçi, muhafazakâr, sağcı, ulusalcı gibi beşeri düşüncelerle İslâm düşüncesi arasında net bir sınır olduğunu bilen; bağlamı, perspektifi ve ufku ümmet düşüncesi olanlardır.
Batı karşısında inançlarından, geçmişlerinden, varoluş şartlarından kuşkuya düşenlere “düşünme, yaşama ve aidiyet” duygusu kazandırma iddiasında olan; bunun için bu toplumun dinamik unsurlarına yaslanan,“kültürel ve toplumsal” meşruiyete sahip, kökü dışarıda söylemlere karşı “ontolojik bir duruş sahibi” olanlardır.
Batı ve işbirlikçileri karşısında muhalif bir tavra sahip, dünyanın vicdanı adına bir teklifi olan, iki temel alâmet-i farikası “muhalif kimliği ve ümmetçi tavrıyla” her zaman diri kalan, güncel siyasetin üstünde ve sadece “siyasal İslam” düzleminde kalmayanlardır.
Sürekli “günah çıkartan, itirafçı, mahkûm edici ve üstenci ” olmayıp modernist ve tekfirci akımlardan ayrılan, emperyalist bir devletin yedek lastiği veya küresel sistemin oyuncağı olmayan, yeryüzünde işgal ettiği yerin farkında olma bilincine varanlardır.
Yüzyıllardır yaşanan tarih, kültür, inanç ve medeniyet kopukluklarından sonra köklerini arayan, “kül altında kalan tohumu yeniden diriltmek, yangın yerinde yeni bir filizi yeşertmek” için kavga veren, kendi sesini bulamaya çalışan ancak imkân ve imkânsızlıklarının da farkında olanlardır.
İslâm’ın modern zamanlara dair var olan sözünü, teklifini eksikleri olsa da samimi bir gayretle yükselten, Sait Halim Paşa’nın “buhranları” ile Mehmet Akif’in öfke ve aksiyonunu anlamaya çalışanlardır.
Bu fotoğraf dışsal etkenlerle ara sıra örselense de asla solmaz, sararmaz ve kırışmaz. Hikmeti arayan adamlar bu arayışa, “Dünyayı, dünya itinin önüne at, ondan sonra gel!” düsturu ile başlar ve baştan çıkarıcı düşkünlükler karşısında korunması gereken bu inceliği ve dikkati kitaplarda ve dilde kalan bir güzelleme olmaktan çıkartıp yaşanılabilir bir hayat olarak somutlaştırırlar.
İslam, ancak bu imrenilecek nitelikleri taşıyan, karakter sahibi, seciyesi temiz insanların elinde, dilinde, kaleminde ve hayatında yaşanılabilir kılınır ve diğer insanlar üzerinde etkili olabilir.
İslâm medeniyeti ölü bir medeniyet değildir ve modern dünyaya cevap verebilecek yegâne olgudur. Müslümanlar “bütüncül bir dinî düşünceyle” hayata bakarlar.” Bu, nevzuhur bir düşünce değil, ülkenin inancının kendisi, bu ülkenin sahih düşünce birikiminin buluştuğu asıl mecradır. Modern dünyanın İslâm medeniyetinde meydana getirdiği yıkım ve sarsıntılarla yüzleşmekten kaçınmadan, kendini yeniden üretebilme tecrübesinin bir hâsılasıdır.
Geleneksel ve modern ayak bağlarından kurtularak; siyasal, düşünsel, kültürel tuzaklara düşmeden, politik çıkmazlara uğramadan yeni bir inanç toplumu inşa etmek gerekiyor. İdeal topluma ulaşabilmek için tarihsel birikimlerimizin farkında olmak; geleneği donmuş, kültürel bir enkaz olarak görmemek ve dinamik bir toplumun ihtiyacı olan aidiyet bağını kurabilmek, önemli çıkış yollarındandır.
Bunu ancak “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” ayetini, sadece düşünceyle değil duruşu ve hayatıyla yaşayan; “Müslüman’ca yaşama ve düşünme dikkatiyle nasıl var olabiliriz?” sorusunu sorarak, vahiyle hayatına yön verenler yapabilir. Müslümanlardan olabilmek duasıyla…
Sinan Ön