Cübbeli Ahmet’in masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı pek umurunda değildir. Özellikle de İslami akidelere aykırı bulduğu Selefi grupların tasfiyesi gibi daha büyük ‘hak’ bir dava söz konusu iken adaleti gözetmenin ne önemi olabilir ki!
23 Eylül 2020 Çarşamba
Yıldıray Oğur, Karar gazetesinde “Jurnalciler yeniden bildiriyor” başlığı ile yayınlanan yazısı:
İktidarların merkezileştiği, tek kişi üzerinde toplandığı her rejim için jurnalcilik kaçınılmazdır.
Herkes o tek kişiye sesini duyurmaya, onun gücünü arkasına almaya, düşmanlarını onunla tehdit ve tasfiye etmeye çalışır.
Bunun zirvesi 2. Abdülhamit dönemiydi.
Jurnalcilik “en çirkin ihtirasları yarıştırmak için bir vasıta” haline gelmişti.
Bunun insanları nasıl bunalttığı, toplumsal huzursuzluğu nasıl artırdığını Abdülhamit devrinin üst düzey bürokratlarından besteci Cemal Reşit Rey’in babası Ahmet Reşit Bey şöyle anlatır:
“Sultan Hamit devr-i saltanatını karartan ve halkı kendisinden soğutan iller jurnalcilikti. Hafiyelik ve jurnalcilik bu dönemde adeta bir sanat haline geldi. O sanata salik ve maharete malik olanlar babaları, anaları, kardeşler, ve dostları hakkında bile okuyanı inandıracak tarzda jurnal verdiklerinden her fert birbirinden şüphelenerek babasının evlada, evladın babaya emniyeti kalmadı. Dostlar ve akraba ile buluşup görüşmek müşkilleşti. Hakkında jurnal verilip de bir belaya uğramamak için herkez dilsiz oldu.”
Padişahın kuruntuları ve evhamı fırsatçı jurnalcilerin iştihanı kabartmaktaydı.
Padişahın gözüne girebilmek için birbirleriyle yarışan tarikatlar arasında da jurnalcilik en kestirme tasfiye yöntemiydi.
Jurnalleriyle meşhur olan 2. Abdülhamit’in cinci hocası Rıfai şeyhi Ebü’l- Hüda, kendisine rakip olarak gördüğü Şazeli şeyhi Zafir Efendi’yi gözden düşürmek için, padişahın bazen Cuma namazlarını kıldığı Beşiktaş’taki Şazeli Camisi’nde bomba patlatılacağıyla ilgili Romanya’daki adamlarına bir jurnal yazdırıp Yıldız’a göndertmişti.
Devirler benzer olunca kullanılan yöntemler de birbirine benziyor.
Şazeli tarikatını gözden düşürmek için sahte ihbarlar yapan Rifai şeyhinin 150 yıl önce mektuplarla yaptığı jurnalciliği, 150 yıl sonra devrin en meşhur Nakşi-halidi hocalarından Cüppeli Ahmet, hasmı Selefi gruplara karşı televizyonda yapıyor günlerdir.
Güvenlik kaygılarının arttığı bir devirde kolay kolay göz ardı edilemeyecek iddialarda bulunuyor:
“2000 tane dernek var oralarda. Bu silahlanmanın önüne geçilsin. Son başlarına gelince anlıyorlar. Bak bu Selefiler sıkıntı. Adıyaman civarı ateşleniyor...(“Menzil mi” sorusuna) Değil, Menzil selefi olur mu? Selefiler Menzil'i tekfir ediyor. Tarikatların hepsi kafirdir Selefilere göre. Fakat orada çok dernekler kuruluyor. Ve o bölgede çok PKK da var. Bir çıngar çıktığı zaman üçlü beşli çıkaracaklar. Onun için ben devlete bu derneklerin önünün alınması lazım diyorum. İzmir'de şurada burada her yer selefi dernek doldu. Adam aleni herkesi tekfir ediyor. Cumhuriyet'in değerlerine sövüyor. Fakat bir işlem de yok. Bunları salarlar, ipini uzun bırakırlar. Çünkü onu olta gibi kullanıp öbürlerini armut gibi toplarlar. Bu devletin işidir, bunu yapsın bir şey demiyorum. Yapmalıdır da ama tehlike boyutuna dönmeden tedbir alınmazsa FETÖ durumuna da dönmesin yani.”
Önce silahlandıklarından bahsediyor, sanki bu yeterince ciddi bir iddia değilmiş gibi sonra herkesi tekfir ettiklerini ve tabii Cumhuriyet değerlerine sövdüklerini söylüyor.
Artık kim neresinden tutarsa. Kime neresi daha cazip gelirse.
Açıklamaları günlerdir laik medyada da büyük ilgi çekiyor. Cüppeli Hoca’nın bu ihbarının gereğinin yerine getirilmesi talep ediliyor.
Cumhuriyet değerlerinin yılmaz bir savunucusu olmadığı kesin olan bir Nakşi-Halidi şeyhi, Selefiler ile olan 1000 yılı aşmış itikadi çatışmasına 2020 yılında laik devletin kolluk gücünü dahil etmeye çalışıyor ve süper laikler de bunun laiklik için iyi bir şey olduğunu zannediyor.
Zaten onun “Selefiler silahlanıyor” jurnali çoktan televizyonlarda “tarikatlar silahlanıyor” diye tartışılmaya başlandı.
İhbarı hemen ciddiye alındı.
Doğrudan İçişleri Bakan yardımcısı ihbar üzerine soruşturma başlattıklarını açıkladı. Cüppeli Hoca savcılığa ifadeye çağrıldı.
Herhalde savcıya, vaad ettiği gibi silahlandıklarını iddia ettiği 2000 selefi derneğin adını verecek.
Bir cadı avı daha başlayacak.
Nereden biliyoruz. Çünkü yapılmışı var.
Daha geçen hafta ortada delil olarak tek bir meyve bıçağı, tek bir şiddet övgüsü bile yokken ülkedeki büyük selefi gruplardan Tevhid cemaatinin lideri Halis Bayancuk’a terör örgütü liderliğinden 12.5 yıl daha hapis cezası verildi.
Ama karara hangi terör örgütünün lideri olduğu dahi yazılamadı.
Çünkü Suriye’de birbirini tekfir edip boğazlayan hem El Kaide hem IŞİD’den yargılanmaktaydı.
2008’den bu yana neredeyse her iki yılda bir bu örgütlerden biriyle ilgili bir soruşturmada tutuklanıyor, bir süre hapis yatıyor, sonra delil yetersizliğinden tahliye ediliyor.
2017’den beri de hapiste. Sebep Sakarya’da düzenlenmiş bir yemek. Polisin fiziki takip kararıyla izlediği yemek “terör örgütü faaliyeti” olarak iddianameye girmiş ama aynı polis fiziki takip yaptığı bu yemeği dinlemediği için orada ne konuşulduğu meçhul. Zaten üç yıldır terör örgütü liderliğinden yargılanmasına rağmen duruşmalarda savcılar ve hakimlerden kendisine soru bile sorulmamış.
Zaten selefi eşittir terörist kabulüyle mahkemelere baştan mahkum olarak çıkıyor. Hakkında verilen herhangi bir tahliye muhalifler tarafından iktidara karşı “IŞİDçiler serbest bırakılıyor” saldırısına dönüşüyor.
Tam bir kısır döngü.
Geçen hafta mahkemenin karar duruşmasında yaptığı son savunmasında bu kısır döngüye esaslı bir şekilde itiraz etmiş:
“Şimdi ben 2008 yılından beri yargılanıyorum, çocukluğumdan beri de siyasetin içerisindeyim. Yani bir siyasi muhalif kimliğim var, öyle bir ailenin içerisinden geliyorum. Türkiye’de hep zulüm vardı. Yani zulmün olmadığı hiçbir dönem olmadı Türkiye’de. Ve bu zulmün aparatlarından biri, kollukla yargı hep bu aparatlardan biri oldu.
Fakat eski dönemdeki zulümle bugünkü zulüm arasında iki tane fark var: -Bizim dosyayı da ilgilendirdiği için bunu söylüyorum.- Birincisi, eskiden öngörülebilir bir zulüm vardı. Şu anda öngörülemez bir zulüm var. Yani eskiden, mesela bir avukat size diyordu ki: “Seni, mesela 142. maddeden yargılıyorlar. Muhtemelen sana bi 3 yıl ceza verirler. Veya 1,5-2 yıl ceza verirler.” derdi. Şimdi adam makale yazıyor, anayasal düzeni yıkmaktan ceza alıyor. Yani “Mahkemelerden nasıl bir karar çıkacak?” hiç kimse öngöremiyor.
İki, sizden önceki zulümler, cerrah titizliğiyle zulüm yapıyorlardı. Nasıl? Mesela FETÖ’cüleri örnek vereceğim. Adamlar gerekirse bir sene dosyayı sürüncemede bırakıp Meclisten kanun çıkarttırıyorlardı bir şey yapacakları zaman. Polis oturuyordu delil üretiyordu adam, delil. Şu anda o kadar pervasız bir zulüm var ki kimse ne delil üretme derdinde ne kanun çıkarma derdinde.
E hani hukuki bir yargılamada deliller olurdu; hani deliller tartışılırdı; hani kişiler, o deliller hakkında bir şeyler söylerdi. Biz sizin ne düşündüğünüzü bilmiyoruz, hangi delili değerlendirdiğinizi bilmiyoruz. Henüz biz neyin yargılamasının yapıldığını da bilmiyoruz.
Bizim hukukumuz da ortada kalmış. Yani Avrupa’yla Doğu’nun arasındayız. Mahkemelerimizin kararlarında Avrupa’nın ifadeleri kullanılıyoruz: hak, hukuk, insan hakları... Fakat iş uygulamaya geldiğinde Çin’e, Hindistan’a, Rusya’ya; yani Doğu’ya ait o diktatörlüğü, o despotluğu bütün muhaliflere uyguluyoruz.”
Bu savunmayı daha da ilginç yapan bunları söyleyen kişinin, evrensel hukuki normlara inanmayan, Türkiye’deki rejimi meşru görmeyen, bu yüzden oy bile kullanmayan bir selefi cemaatin lideri olması.
Türkiye’deki hukuk öyle bir hale geldi ki bir Selefi cemaat lideri bile mahkemelere lafta hak, hukuk, insan hakları gibi Avrupalı kavramlar kullanıp, uygulamada muhaliflere Doğu despotluğu uyguluyorsunuz diyor.
Herhalde Cüppeli Ahmet’in de masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı gibi evrensel hukuk normları pek umurunda değildir.
Özellikle de İslami akidelere aykırı bulduğu Selefi grupların tasfiyesi gibi daha büyük ‘hak’ bir dava söz konusu iken adaleti gözetmenin ne önemi olabilir ki!
Hele de zemin ve iklim şartları jurnalcilik için bu kadar müsait iken bu fırsatı kim kaçırmak ister!
Bu büyük fırsat penceresinin sadece Cüppeli Hoca değil, Rıdvan hoca bile farkında.
Rakip futbol yorumcularını eski tweetleri üzerinden FETÖ’cü, Cumhurbaşkanımıza hakaret ettiler diye ihbar ettiği televizyon yayını devrin iyi bir özetiydi.
Siyasette uzun bir süredir var olan jurnalcilik virüsü dinden, futbola kadar yayılıyor.
İktidar tek elde toplandıkça, sadece bir kişiyi ikna ederek her şeyi yapmak mümkün oldukça da bu virüsün yayılmasını durdurmak mümkün değil.
Toplumların içini çürüten, güvensizliği artıran, şahsiyetleri öldüren bir virüs jurnalcilik.
Bundan 130 yıl önce Mehmet Akif’e:
“Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se” dedirtmişti.
Durumu bundan daha veciz ifade edemeyince de işte böyle uzayan yazılar yazılıyor.
23 Eylül 2020 Çarşamba
Yıldıray Oğur, Karar gazetesinde “Jurnalciler yeniden bildiriyor” başlığı ile yayınlanan yazısı:
İktidarların merkezileştiği, tek kişi üzerinde toplandığı her rejim için jurnalcilik kaçınılmazdır.
Herkes o tek kişiye sesini duyurmaya, onun gücünü arkasına almaya, düşmanlarını onunla tehdit ve tasfiye etmeye çalışır.
Bunun zirvesi 2. Abdülhamit dönemiydi.
Jurnalcilik “en çirkin ihtirasları yarıştırmak için bir vasıta” haline gelmişti.
Bunun insanları nasıl bunalttığı, toplumsal huzursuzluğu nasıl artırdığını Abdülhamit devrinin üst düzey bürokratlarından besteci Cemal Reşit Rey’in babası Ahmet Reşit Bey şöyle anlatır:
“Sultan Hamit devr-i saltanatını karartan ve halkı kendisinden soğutan iller jurnalcilikti. Hafiyelik ve jurnalcilik bu dönemde adeta bir sanat haline geldi. O sanata salik ve maharete malik olanlar babaları, anaları, kardeşler, ve dostları hakkında bile okuyanı inandıracak tarzda jurnal verdiklerinden her fert birbirinden şüphelenerek babasının evlada, evladın babaya emniyeti kalmadı. Dostlar ve akraba ile buluşup görüşmek müşkilleşti. Hakkında jurnal verilip de bir belaya uğramamak için herkez dilsiz oldu.”
Padişahın kuruntuları ve evhamı fırsatçı jurnalcilerin iştihanı kabartmaktaydı.
Padişahın gözüne girebilmek için birbirleriyle yarışan tarikatlar arasında da jurnalcilik en kestirme tasfiye yöntemiydi.
Jurnalleriyle meşhur olan 2. Abdülhamit’in cinci hocası Rıfai şeyhi Ebü’l- Hüda, kendisine rakip olarak gördüğü Şazeli şeyhi Zafir Efendi’yi gözden düşürmek için, padişahın bazen Cuma namazlarını kıldığı Beşiktaş’taki Şazeli Camisi’nde bomba patlatılacağıyla ilgili Romanya’daki adamlarına bir jurnal yazdırıp Yıldız’a göndertmişti.
Devirler benzer olunca kullanılan yöntemler de birbirine benziyor.
Şazeli tarikatını gözden düşürmek için sahte ihbarlar yapan Rifai şeyhinin 150 yıl önce mektuplarla yaptığı jurnalciliği, 150 yıl sonra devrin en meşhur Nakşi-halidi hocalarından Cüppeli Ahmet, hasmı Selefi gruplara karşı televizyonda yapıyor günlerdir.
Güvenlik kaygılarının arttığı bir devirde kolay kolay göz ardı edilemeyecek iddialarda bulunuyor:
“2000 tane dernek var oralarda. Bu silahlanmanın önüne geçilsin. Son başlarına gelince anlıyorlar. Bak bu Selefiler sıkıntı. Adıyaman civarı ateşleniyor...(“Menzil mi” sorusuna) Değil, Menzil selefi olur mu? Selefiler Menzil'i tekfir ediyor. Tarikatların hepsi kafirdir Selefilere göre. Fakat orada çok dernekler kuruluyor. Ve o bölgede çok PKK da var. Bir çıngar çıktığı zaman üçlü beşli çıkaracaklar. Onun için ben devlete bu derneklerin önünün alınması lazım diyorum. İzmir'de şurada burada her yer selefi dernek doldu. Adam aleni herkesi tekfir ediyor. Cumhuriyet'in değerlerine sövüyor. Fakat bir işlem de yok. Bunları salarlar, ipini uzun bırakırlar. Çünkü onu olta gibi kullanıp öbürlerini armut gibi toplarlar. Bu devletin işidir, bunu yapsın bir şey demiyorum. Yapmalıdır da ama tehlike boyutuna dönmeden tedbir alınmazsa FETÖ durumuna da dönmesin yani.”
Önce silahlandıklarından bahsediyor, sanki bu yeterince ciddi bir iddia değilmiş gibi sonra herkesi tekfir ettiklerini ve tabii Cumhuriyet değerlerine sövdüklerini söylüyor.
Artık kim neresinden tutarsa. Kime neresi daha cazip gelirse.
Açıklamaları günlerdir laik medyada da büyük ilgi çekiyor. Cüppeli Hoca’nın bu ihbarının gereğinin yerine getirilmesi talep ediliyor.
Cumhuriyet değerlerinin yılmaz bir savunucusu olmadığı kesin olan bir Nakşi-Halidi şeyhi, Selefiler ile olan 1000 yılı aşmış itikadi çatışmasına 2020 yılında laik devletin kolluk gücünü dahil etmeye çalışıyor ve süper laikler de bunun laiklik için iyi bir şey olduğunu zannediyor.
Zaten onun “Selefiler silahlanıyor” jurnali çoktan televizyonlarda “tarikatlar silahlanıyor” diye tartışılmaya başlandı.
İhbarı hemen ciddiye alındı.
Doğrudan İçişleri Bakan yardımcısı ihbar üzerine soruşturma başlattıklarını açıkladı. Cüppeli Hoca savcılığa ifadeye çağrıldı.
Herhalde savcıya, vaad ettiği gibi silahlandıklarını iddia ettiği 2000 selefi derneğin adını verecek.
Bir cadı avı daha başlayacak.
Nereden biliyoruz. Çünkü yapılmışı var.
Daha geçen hafta ortada delil olarak tek bir meyve bıçağı, tek bir şiddet övgüsü bile yokken ülkedeki büyük selefi gruplardan Tevhid cemaatinin lideri Halis Bayancuk’a terör örgütü liderliğinden 12.5 yıl daha hapis cezası verildi.
Ama karara hangi terör örgütünün lideri olduğu dahi yazılamadı.
Çünkü Suriye’de birbirini tekfir edip boğazlayan hem El Kaide hem IŞİD’den yargılanmaktaydı.
2008’den bu yana neredeyse her iki yılda bir bu örgütlerden biriyle ilgili bir soruşturmada tutuklanıyor, bir süre hapis yatıyor, sonra delil yetersizliğinden tahliye ediliyor.
2017’den beri de hapiste. Sebep Sakarya’da düzenlenmiş bir yemek. Polisin fiziki takip kararıyla izlediği yemek “terör örgütü faaliyeti” olarak iddianameye girmiş ama aynı polis fiziki takip yaptığı bu yemeği dinlemediği için orada ne konuşulduğu meçhul. Zaten üç yıldır terör örgütü liderliğinden yargılanmasına rağmen duruşmalarda savcılar ve hakimlerden kendisine soru bile sorulmamış.
Zaten selefi eşittir terörist kabulüyle mahkemelere baştan mahkum olarak çıkıyor. Hakkında verilen herhangi bir tahliye muhalifler tarafından iktidara karşı “IŞİDçiler serbest bırakılıyor” saldırısına dönüşüyor.
Tam bir kısır döngü.
Geçen hafta mahkemenin karar duruşmasında yaptığı son savunmasında bu kısır döngüye esaslı bir şekilde itiraz etmiş:
“Şimdi ben 2008 yılından beri yargılanıyorum, çocukluğumdan beri de siyasetin içerisindeyim. Yani bir siyasi muhalif kimliğim var, öyle bir ailenin içerisinden geliyorum. Türkiye’de hep zulüm vardı. Yani zulmün olmadığı hiçbir dönem olmadı Türkiye’de. Ve bu zulmün aparatlarından biri, kollukla yargı hep bu aparatlardan biri oldu.
Fakat eski dönemdeki zulümle bugünkü zulüm arasında iki tane fark var: -Bizim dosyayı da ilgilendirdiği için bunu söylüyorum.- Birincisi, eskiden öngörülebilir bir zulüm vardı. Şu anda öngörülemez bir zulüm var. Yani eskiden, mesela bir avukat size diyordu ki: “Seni, mesela 142. maddeden yargılıyorlar. Muhtemelen sana bi 3 yıl ceza verirler. Veya 1,5-2 yıl ceza verirler.” derdi. Şimdi adam makale yazıyor, anayasal düzeni yıkmaktan ceza alıyor. Yani “Mahkemelerden nasıl bir karar çıkacak?” hiç kimse öngöremiyor.
İki, sizden önceki zulümler, cerrah titizliğiyle zulüm yapıyorlardı. Nasıl? Mesela FETÖ’cüleri örnek vereceğim. Adamlar gerekirse bir sene dosyayı sürüncemede bırakıp Meclisten kanun çıkarttırıyorlardı bir şey yapacakları zaman. Polis oturuyordu delil üretiyordu adam, delil. Şu anda o kadar pervasız bir zulüm var ki kimse ne delil üretme derdinde ne kanun çıkarma derdinde.
E hani hukuki bir yargılamada deliller olurdu; hani deliller tartışılırdı; hani kişiler, o deliller hakkında bir şeyler söylerdi. Biz sizin ne düşündüğünüzü bilmiyoruz, hangi delili değerlendirdiğinizi bilmiyoruz. Henüz biz neyin yargılamasının yapıldığını da bilmiyoruz.
Bizim hukukumuz da ortada kalmış. Yani Avrupa’yla Doğu’nun arasındayız. Mahkemelerimizin kararlarında Avrupa’nın ifadeleri kullanılıyoruz: hak, hukuk, insan hakları... Fakat iş uygulamaya geldiğinde Çin’e, Hindistan’a, Rusya’ya; yani Doğu’ya ait o diktatörlüğü, o despotluğu bütün muhaliflere uyguluyoruz.”
Bu savunmayı daha da ilginç yapan bunları söyleyen kişinin, evrensel hukuki normlara inanmayan, Türkiye’deki rejimi meşru görmeyen, bu yüzden oy bile kullanmayan bir selefi cemaatin lideri olması.
Türkiye’deki hukuk öyle bir hale geldi ki bir Selefi cemaat lideri bile mahkemelere lafta hak, hukuk, insan hakları gibi Avrupalı kavramlar kullanıp, uygulamada muhaliflere Doğu despotluğu uyguluyorsunuz diyor.
Herhalde Cüppeli Ahmet’in de masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı gibi evrensel hukuk normları pek umurunda değildir.
Özellikle de İslami akidelere aykırı bulduğu Selefi grupların tasfiyesi gibi daha büyük ‘hak’ bir dava söz konusu iken adaleti gözetmenin ne önemi olabilir ki!
Hele de zemin ve iklim şartları jurnalcilik için bu kadar müsait iken bu fırsatı kim kaçırmak ister!
Bu büyük fırsat penceresinin sadece Cüppeli Hoca değil, Rıdvan hoca bile farkında.
Rakip futbol yorumcularını eski tweetleri üzerinden FETÖ’cü, Cumhurbaşkanımıza hakaret ettiler diye ihbar ettiği televizyon yayını devrin iyi bir özetiydi.
Siyasette uzun bir süredir var olan jurnalcilik virüsü dinden, futbola kadar yayılıyor.
İktidar tek elde toplandıkça, sadece bir kişiyi ikna ederek her şeyi yapmak mümkün oldukça da bu virüsün yayılmasını durdurmak mümkün değil.
Toplumların içini çürüten, güvensizliği artıran, şahsiyetleri öldüren bir virüs jurnalcilik.
Bundan 130 yıl önce Mehmet Akif’e:
“Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se” dedirtmişti.
Durumu bundan daha veciz ifade edemeyince de işte böyle uzayan yazılar yazılıyor.