- Katılım
- 2 May 2020
- Mesajlar
- 10,943
- Çözümler
- 5
- Tepkime puanı
- 31,733
- Puanları
- 113
- Konum
- ⊰❂ 𝑰𝒔𝒕𝒂𝒏𝒃𝒖𝒍 ❂⊱
- Cinsiyet
İnsan nerenin yerlisidir?”
İsmet Özel
Hz. Hatice ve Ebu Talib’in vefatından sonra Mekke’de iyice bunalan Efendimiz, yeni bir müttefik bulmak için Mekke yakınlarındaki Taif’e gitti. Ancak Taifliler bu misafiri hoş karşılamadıkları gibi, çocukların eline taş vererek O’nu Taif’ten çıkardılar. Zorbaların tahrik ve teşvikiyle toplanan halk, Resûlullah'a taş atmaya başladı. Yanında bulunan Zeyd, vücudunu ona siper etti. Resûlullah ayağından, Zeyd de kaşından yaralandı. Taifliler, Fahr-i Kâinat'ı ta Mekke civarında bulunan Utbe ile Şeybe'nin bağlarına kadar takip etti. Resûl-i Ekrem onların takibatından kurtulmak için bir bağa sığındı. Bir ağacın gölgesinde oturdu.
O gün Utbe ile Şeybe de bağın yüksek bir yerinde oturmakta olduklarından Fahr-i Kâinat'ın durumunu gördüler. Akrabalık gayretiyle üzüntü ve heyecan duydular. Bir tabağın içine bir salkım üzüm koyup Gaddas veya Addas isminde bir Hristiyan köle ile gönderdiler. Fahr-i Kâinat, "besmele" ile başladı ve üzümü yemeye başladı. Karşısında duran Gaddas onun yorgun yüzündeki kutsiyet ve nurlu hali gördü ve dedi ki:
"Buralarda hiç kimsenin ağzından böyle bir söz çıktığını işitmedim.”
Resûl-i Ekrem, Gaddas'a: "Sen kimsin? Hangi diyardan ve hangi dindensin" dedi.
Gaddas:
- Ninovalı’yım, dedi.
- O salih insan Yunus bin Metta'nın memleketindensin, öyle mi?
Gaddas şaşkınlıkla sordu:
-Sen Yunus'u nereden biliyorsun?
-Yunus benim kardeşimdir. O da benim gibi bir nebi idi.
Bu tanışmadan sonra Resûlüllah, Gaddas'a İslâm ve imanı talim etti. Bu hali, oturmakta oldukları yerden gören Utbe ile Şeybe hayretle karşıladı. Köle geri gelince sordular:
-O adamda ne gördün?
Gaddas:
-Bana öyle sözler söyledi ki onları peygamberden başkası bilmez.
-Hayret bişey! O adam seni de dininden çıkardı desene. (Rahmet ve Savaş Peygamberi-Sadık Albayrak)
Bu olaydan hareketle diyebiliriz ki iman; bir kişinin nereli olduğunu sormak ve bilmektir. Keskin bir ifade mi oldu? Öyleyse şöyle yumuşatalım. Bazen bir kişinin nereli olduğunu sormak ve bilmek, o kişinin iman etmesine vesile olabilir. Kanaatimiz odur ki İslâm kültür ve medeniyetinde kişiyi tanımak, mekanı tanımaktır; mekanı tanımak, kişiyi tanımaktır ve bu hususlar hikmetin, irfanın, ilmin ve imanın bir gereğidir.
Başlangıçtan günümüzde kadar, İslâm milletlerinde, uzaktan gelen, ilk karşılaşılan bir kişinin nereli olduğunu sormak düşüncesinin temelinde Hz. Peygambere ait bu sünnet vardır. Çünkü o Mekke’nin civarından da olsa yeni karşılaştığı bir kimsenin hemen nereli ve ne işle meşgul olduğunu sorar, öğrenirdi.
Bir kişinin nereli olduğunu sormak; sohbete girmek ve tanışmak için seçilmiş iyi bir anahtardır. Alacağımız, aldığımız cevaba göre bir adım daha atarız. Eğer o yer ile ilgili bir şey biliyorsak, oradan gireriz ve sohbet ilerler. Verilen cevap ve bildiğimizi gösterdiğimiz ifade, aynı zamanda meşguliyetimizi, bilgi kaynağımızı, niçin sorduğumuzu, sohbetin nasıl ilerleyeceğini de gösterir.
İstanbul için somutlaştıralım ve modern zamanlar için düşünelim.
“Nerelisin?” sorusuna:
-İslâmboldanım.
-Dersaadettenim.
-Pay-i tahttanım.
-Konstantindenim.
-İstanbuldanım.
Cevapları aynı şeyi söylemez. Sohbet, bu cevaplardan sonra aynı şekilde ilerlemez çünkü. Bazısını sükûtla geçiştiririz. Bazısına, “Ne güzel söylediniz, ağzınız bal yesin,” deriz. Bazısına “O da ne?”, diyerek şaşkın şaşkın bakarız.
Cevapların bir de şöyle olduğunu düşünelim:
-Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği şehirdenim.
- Peygamberin fethini müjdelediği yerdenim.
-Eyyüb el-Ensari’nin şehit düştüğü mübarek topraklardanım.
- Evliyalar şehrindenim.
- Sultanlar şehrinden.
Çok mu uzadı… Meramımız anlaşıldı ama şunu da fark ediniz ki kaybolan bir medeniyet, dil ve kültür üzerindeyiz. Artık böyle konuşmuyoruz. Sorularımıza böyle cevap verenlerimiz yok. Çünkü bize bu konuşma kültürünü verecek bilgimiz kayboldu.
Modern zamanlara mahsus soru-cevap faslı şöyle:
-Nerelisin?
-Konyalıyım.
-Etliekmek memleketi ha? Ne güzel!
Bu sorunun cevabı şehre göre acılı kebap, cağ kebabı, baklava, lokum, sucuk, şekerleme, leblebi, çay, fındık, zeytin, incir, otlu peynir memleketi vs. olarak değişiyor.
Bu sohbetin varacağı yer, “Yedim, çok güzeldi, ha çok iyi, marka, nerde yenir, mutlaka yemelisin, aldım, hediye götürdüm,” vs’dir.
İkinci tür tanışma şöyle:
- Nerelisin?
- Trabzonluyum. Bordo-mavili şehirden.
- Türkiye’nin beşinci büyük takımı, yeşil-beyazlılar yurdundan.
Bu cevabın varacak olduğu yer futbol, hakem, penaltı, ofsayt, teknik direktör, şampiyonluk vs. üzerinden toptur, oyundur, oynaştır.
Cevapların bir de şöyle olduğunu düşünelim:
-Ali Şükrü Bey’in memleketinden.
-Süleyman Çelebi’nin memleketinden.
-Emir Sultan Hz.leri’nin şehrindenim. Üftade Hz.leri’nin mekan tuttuğu mübarek topraklardan. Ecdadımızın yattığı evliyalar, sultanlar otağı Bursa’dan.
İşte tarih, dil, kültür ve medeniyet için yeni bir kapı açıldı. Hafızalar tazelendi. Geçmişe bir yolculuk başladı. Nereden geldiğimize, nereye gittiğimize dair bir hesaplaşma, bir sorgulamaya geçildi. Bazı insanları rahmetle, minnetle andık. Şefaatlerini istedik Rabbimiz’den. Fatiha okuduk. Türbelerini ziyaret etmek arzusu duyduk içimizde. Okuduklarımızı, duyduklarımızı hatırladık. Onların yaşadığı döneme özlem duyduk, onlara gıpta ettik.
Anadolu başta olmak üzere bütün İslâm memleketlerinde bu kültür vardır. Bir cevap, bir tarihin ve toprakların kimliği olmuştur. Duymuşsunuzdur, bazı şehirlerde, yerleşim merkezlerinde yatırlar, makamlar vardır. Aslında o mübarek insan orada yaşamamıştır. Zamanında kendini o kişiye nispet edenlerden olmuştur. Hatta yakıştırıldığı da olur.
Bütün bunların sonucunda elde edilen bir aidiyet duygusu, bir İslâmi bilinç, sahiplenmek, kendini tanımlamak gibi bizim için çok önemli kültürel verim elde edilmiştir. Bu verim türkülere, manilere, söylencelere, menkıbelere, hikayelere, romanlara ve giderek filmlere yansıyacak ve bir millet kültürü ve medeniyet inşası böyle gerçekleşecektir. Bundandır ki bahsi geçen, işaret edilen yerler kültürümüz için çok çok önemli bir işleve sahiptir. Yine bundan dolayı Erzurum’un tarihi Abdurrahman Gazi Hz.leri; Malatya’nın tarihi Battal Gazi, İbn’ül Arabi; Kayseri’nin tarihi Seyyid Burhaneddin Efendi; Ankara’nın tarihi Hacı Bayram Hz.leri; İznik’in Eşrefoğlu Rumi; Bursa’nın Üftade Hz.leri, Emir Sultan, Süleyman Çelebi; Manisa’nın tarihi Aynalı Baba vs. olmadan yazılamaz. Buralara gidilmeden seçim kazanılamaz. Buralar ziyaret edilmeden nikah kıyılmaz.
Mekanlarımız, şehirlerimiz sadece hayatta iken kimliğimiz, sığınağımız değildir; öldükten sonra da mekan tuttuğumuz yerlerdir. Hayatta nasıl gördükse, hangi anlamı yükledikse ölümümüzün de aynı değeri taşımasını isteriz. Ve “Nerelisin?” sorusu, aynı zamanda ölmek istediğimiz yeri gösterir. İsteriz ki biz de Eyüp Sultan’da, o peygamber dostunun, aşığının, şehidinin, ev sahibinin yanında yatalım ve kıyamete kadar onunla yan yana bulunalım. Surun sesiyle uyandığımızda ilk göreceğimiz kişi o olsun. Önümüze düşsün ve bizi Efendimiz’e o götürsün. “Bunlar desin, bunlar var ya Ey Allah’ın Resulü, ben hayatta iken hep bana geldiler, bana Fatiha okudular, beni hatırlarken seni de hatırladılar ve sana salavat getirdiler. Kıyamete kadar ben bu kardeşlerimin arasında sükun içinde bulundum hep. Ben bu kardeşlerimin imanına, imanlarının gereği olan muhabbetlerine şahidim, sen de şefaat eyle” desin.
İsteriz ki sur üflenip mezarımızdan kalktığımızda Konya’da Mevlana Hz.leri’nin, Kastamonu’da Hacı Şaban-ı Veli’nin, Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin, Eskişehir’de Yunus Emre’nin, Malatya’da Battal Gazi’nin, Somuncu Baba’nın, Bursa’da Emir Sultan’ın, Süleyman Çelebi’nin, Üftade’nin peşine düşelim.
Bundan değil midir ki alimlerimizin, ariflerimizin, büyüklerimizin; beni Eyüp Sultan’a, Sahra-yı Cedid’e, Merkez Efendi Mezarlığ’ına defnedin diye vasiyet etmeleri? Onlar biliyorlar ki kendileri unutulsa, bu millet onları unutsa bile; Mevlana’yı, Hacı Şaban-ı Veli’yi, Hacı Bayram-ı Veli’yi, Yunus Emre’yi, Battal Gazi’yi, Somuncu Baba’yı, Emir Sultan’ı, Süleyman Çelebi’yi, Üftade’yi unutmaz, unutamaz ve onlara Fatiha okumaya geldiğinde kendilerine de bir hisse düşer.
Modern zamanlara ait mekan ve kimlik ilişkisi, görüldüğü gibi kültür ve medeniyetimizi de sisli, bilinmez, flu kılmıştır. Aidiyeti gayetle zayıf, dışarlıklı bir ayrıntıya dayanmıştır. Mikro milliyetçiliğin kışkırtıldığı, yaygınlaştırıldığı günümüzde artık insanlar şehir ismi bile kullanmıyor. “Nerelisin?” sorusuna ilçesinin, köyünün adı ile cevap verenler var ve bu çok yaygın.
- Nerelisin?
- Ardanuçlu.
- Kırobalı.
- Ardeşenli.
Şehir-kültür-medeniyet denilince görüldüğü gibi sanayi, yemeği, tabiat güzellikleri, futbol takımı gibi modern ve fakat köksüz özeliklerini öne çıkararak övünebildiğimiz gibi hayıflanabiliriz de.
Ne yapacağımız, ne olmak istediğimizle ilgili olduğundan biz diyoruz ki şehir kimliğimiz; dünyevi, dünya ile sınırlı değildir, uhrevidir.
Şehir, sadece yaşamak istediğimiz yer değil, aynı zamanda ölmek istediğimiz bir yerdir. Mesela bendeniz Medine-i Münevvere’de ölmek isterim!
İsmet Özel
Hz. Hatice ve Ebu Talib’in vefatından sonra Mekke’de iyice bunalan Efendimiz, yeni bir müttefik bulmak için Mekke yakınlarındaki Taif’e gitti. Ancak Taifliler bu misafiri hoş karşılamadıkları gibi, çocukların eline taş vererek O’nu Taif’ten çıkardılar. Zorbaların tahrik ve teşvikiyle toplanan halk, Resûlullah'a taş atmaya başladı. Yanında bulunan Zeyd, vücudunu ona siper etti. Resûlullah ayağından, Zeyd de kaşından yaralandı. Taifliler, Fahr-i Kâinat'ı ta Mekke civarında bulunan Utbe ile Şeybe'nin bağlarına kadar takip etti. Resûl-i Ekrem onların takibatından kurtulmak için bir bağa sığındı. Bir ağacın gölgesinde oturdu.
O gün Utbe ile Şeybe de bağın yüksek bir yerinde oturmakta olduklarından Fahr-i Kâinat'ın durumunu gördüler. Akrabalık gayretiyle üzüntü ve heyecan duydular. Bir tabağın içine bir salkım üzüm koyup Gaddas veya Addas isminde bir Hristiyan köle ile gönderdiler. Fahr-i Kâinat, "besmele" ile başladı ve üzümü yemeye başladı. Karşısında duran Gaddas onun yorgun yüzündeki kutsiyet ve nurlu hali gördü ve dedi ki:
"Buralarda hiç kimsenin ağzından böyle bir söz çıktığını işitmedim.”
Resûl-i Ekrem, Gaddas'a: "Sen kimsin? Hangi diyardan ve hangi dindensin" dedi.
Gaddas:
- Ninovalı’yım, dedi.
- O salih insan Yunus bin Metta'nın memleketindensin, öyle mi?
Gaddas şaşkınlıkla sordu:
-Sen Yunus'u nereden biliyorsun?
-Yunus benim kardeşimdir. O da benim gibi bir nebi idi.
Bu tanışmadan sonra Resûlüllah, Gaddas'a İslâm ve imanı talim etti. Bu hali, oturmakta oldukları yerden gören Utbe ile Şeybe hayretle karşıladı. Köle geri gelince sordular:
-O adamda ne gördün?
Gaddas:
-Bana öyle sözler söyledi ki onları peygamberden başkası bilmez.
-Hayret bişey! O adam seni de dininden çıkardı desene. (Rahmet ve Savaş Peygamberi-Sadık Albayrak)
Bu olaydan hareketle diyebiliriz ki iman; bir kişinin nereli olduğunu sormak ve bilmektir. Keskin bir ifade mi oldu? Öyleyse şöyle yumuşatalım. Bazen bir kişinin nereli olduğunu sormak ve bilmek, o kişinin iman etmesine vesile olabilir. Kanaatimiz odur ki İslâm kültür ve medeniyetinde kişiyi tanımak, mekanı tanımaktır; mekanı tanımak, kişiyi tanımaktır ve bu hususlar hikmetin, irfanın, ilmin ve imanın bir gereğidir.
Başlangıçtan günümüzde kadar, İslâm milletlerinde, uzaktan gelen, ilk karşılaşılan bir kişinin nereli olduğunu sormak düşüncesinin temelinde Hz. Peygambere ait bu sünnet vardır. Çünkü o Mekke’nin civarından da olsa yeni karşılaştığı bir kimsenin hemen nereli ve ne işle meşgul olduğunu sorar, öğrenirdi.
Bir kişinin nereli olduğunu sormak; sohbete girmek ve tanışmak için seçilmiş iyi bir anahtardır. Alacağımız, aldığımız cevaba göre bir adım daha atarız. Eğer o yer ile ilgili bir şey biliyorsak, oradan gireriz ve sohbet ilerler. Verilen cevap ve bildiğimizi gösterdiğimiz ifade, aynı zamanda meşguliyetimizi, bilgi kaynağımızı, niçin sorduğumuzu, sohbetin nasıl ilerleyeceğini de gösterir.
İstanbul için somutlaştıralım ve modern zamanlar için düşünelim.
“Nerelisin?” sorusuna:
-İslâmboldanım.
-Dersaadettenim.
-Pay-i tahttanım.
-Konstantindenim.
-İstanbuldanım.
Cevapları aynı şeyi söylemez. Sohbet, bu cevaplardan sonra aynı şekilde ilerlemez çünkü. Bazısını sükûtla geçiştiririz. Bazısına, “Ne güzel söylediniz, ağzınız bal yesin,” deriz. Bazısına “O da ne?”, diyerek şaşkın şaşkın bakarız.
Cevapların bir de şöyle olduğunu düşünelim:
-Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği şehirdenim.
- Peygamberin fethini müjdelediği yerdenim.
-Eyyüb el-Ensari’nin şehit düştüğü mübarek topraklardanım.
- Evliyalar şehrindenim.
- Sultanlar şehrinden.
Çok mu uzadı… Meramımız anlaşıldı ama şunu da fark ediniz ki kaybolan bir medeniyet, dil ve kültür üzerindeyiz. Artık böyle konuşmuyoruz. Sorularımıza böyle cevap verenlerimiz yok. Çünkü bize bu konuşma kültürünü verecek bilgimiz kayboldu.
Modern zamanlara mahsus soru-cevap faslı şöyle:
-Nerelisin?
-Konyalıyım.
-Etliekmek memleketi ha? Ne güzel!
Bu sorunun cevabı şehre göre acılı kebap, cağ kebabı, baklava, lokum, sucuk, şekerleme, leblebi, çay, fındık, zeytin, incir, otlu peynir memleketi vs. olarak değişiyor.
Bu sohbetin varacağı yer, “Yedim, çok güzeldi, ha çok iyi, marka, nerde yenir, mutlaka yemelisin, aldım, hediye götürdüm,” vs’dir.
İkinci tür tanışma şöyle:
- Nerelisin?
- Trabzonluyum. Bordo-mavili şehirden.
- Türkiye’nin beşinci büyük takımı, yeşil-beyazlılar yurdundan.
Bu cevabın varacak olduğu yer futbol, hakem, penaltı, ofsayt, teknik direktör, şampiyonluk vs. üzerinden toptur, oyundur, oynaştır.
Cevapların bir de şöyle olduğunu düşünelim:
-Ali Şükrü Bey’in memleketinden.
-Süleyman Çelebi’nin memleketinden.
-Emir Sultan Hz.leri’nin şehrindenim. Üftade Hz.leri’nin mekan tuttuğu mübarek topraklardan. Ecdadımızın yattığı evliyalar, sultanlar otağı Bursa’dan.
İşte tarih, dil, kültür ve medeniyet için yeni bir kapı açıldı. Hafızalar tazelendi. Geçmişe bir yolculuk başladı. Nereden geldiğimize, nereye gittiğimize dair bir hesaplaşma, bir sorgulamaya geçildi. Bazı insanları rahmetle, minnetle andık. Şefaatlerini istedik Rabbimiz’den. Fatiha okuduk. Türbelerini ziyaret etmek arzusu duyduk içimizde. Okuduklarımızı, duyduklarımızı hatırladık. Onların yaşadığı döneme özlem duyduk, onlara gıpta ettik.
Anadolu başta olmak üzere bütün İslâm memleketlerinde bu kültür vardır. Bir cevap, bir tarihin ve toprakların kimliği olmuştur. Duymuşsunuzdur, bazı şehirlerde, yerleşim merkezlerinde yatırlar, makamlar vardır. Aslında o mübarek insan orada yaşamamıştır. Zamanında kendini o kişiye nispet edenlerden olmuştur. Hatta yakıştırıldığı da olur.
Bütün bunların sonucunda elde edilen bir aidiyet duygusu, bir İslâmi bilinç, sahiplenmek, kendini tanımlamak gibi bizim için çok önemli kültürel verim elde edilmiştir. Bu verim türkülere, manilere, söylencelere, menkıbelere, hikayelere, romanlara ve giderek filmlere yansıyacak ve bir millet kültürü ve medeniyet inşası böyle gerçekleşecektir. Bundandır ki bahsi geçen, işaret edilen yerler kültürümüz için çok çok önemli bir işleve sahiptir. Yine bundan dolayı Erzurum’un tarihi Abdurrahman Gazi Hz.leri; Malatya’nın tarihi Battal Gazi, İbn’ül Arabi; Kayseri’nin tarihi Seyyid Burhaneddin Efendi; Ankara’nın tarihi Hacı Bayram Hz.leri; İznik’in Eşrefoğlu Rumi; Bursa’nın Üftade Hz.leri, Emir Sultan, Süleyman Çelebi; Manisa’nın tarihi Aynalı Baba vs. olmadan yazılamaz. Buralara gidilmeden seçim kazanılamaz. Buralar ziyaret edilmeden nikah kıyılmaz.
Mekanlarımız, şehirlerimiz sadece hayatta iken kimliğimiz, sığınağımız değildir; öldükten sonra da mekan tuttuğumuz yerlerdir. Hayatta nasıl gördükse, hangi anlamı yükledikse ölümümüzün de aynı değeri taşımasını isteriz. Ve “Nerelisin?” sorusu, aynı zamanda ölmek istediğimiz yeri gösterir. İsteriz ki biz de Eyüp Sultan’da, o peygamber dostunun, aşığının, şehidinin, ev sahibinin yanında yatalım ve kıyamete kadar onunla yan yana bulunalım. Surun sesiyle uyandığımızda ilk göreceğimiz kişi o olsun. Önümüze düşsün ve bizi Efendimiz’e o götürsün. “Bunlar desin, bunlar var ya Ey Allah’ın Resulü, ben hayatta iken hep bana geldiler, bana Fatiha okudular, beni hatırlarken seni de hatırladılar ve sana salavat getirdiler. Kıyamete kadar ben bu kardeşlerimin arasında sükun içinde bulundum hep. Ben bu kardeşlerimin imanına, imanlarının gereği olan muhabbetlerine şahidim, sen de şefaat eyle” desin.
İsteriz ki sur üflenip mezarımızdan kalktığımızda Konya’da Mevlana Hz.leri’nin, Kastamonu’da Hacı Şaban-ı Veli’nin, Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin, Eskişehir’de Yunus Emre’nin, Malatya’da Battal Gazi’nin, Somuncu Baba’nın, Bursa’da Emir Sultan’ın, Süleyman Çelebi’nin, Üftade’nin peşine düşelim.
Bundan değil midir ki alimlerimizin, ariflerimizin, büyüklerimizin; beni Eyüp Sultan’a, Sahra-yı Cedid’e, Merkez Efendi Mezarlığ’ına defnedin diye vasiyet etmeleri? Onlar biliyorlar ki kendileri unutulsa, bu millet onları unutsa bile; Mevlana’yı, Hacı Şaban-ı Veli’yi, Hacı Bayram-ı Veli’yi, Yunus Emre’yi, Battal Gazi’yi, Somuncu Baba’yı, Emir Sultan’ı, Süleyman Çelebi’yi, Üftade’yi unutmaz, unutamaz ve onlara Fatiha okumaya geldiğinde kendilerine de bir hisse düşer.
Modern zamanlara ait mekan ve kimlik ilişkisi, görüldüğü gibi kültür ve medeniyetimizi de sisli, bilinmez, flu kılmıştır. Aidiyeti gayetle zayıf, dışarlıklı bir ayrıntıya dayanmıştır. Mikro milliyetçiliğin kışkırtıldığı, yaygınlaştırıldığı günümüzde artık insanlar şehir ismi bile kullanmıyor. “Nerelisin?” sorusuna ilçesinin, köyünün adı ile cevap verenler var ve bu çok yaygın.
- Nerelisin?
- Ardanuçlu.
- Kırobalı.
- Ardeşenli.
Şehir-kültür-medeniyet denilince görüldüğü gibi sanayi, yemeği, tabiat güzellikleri, futbol takımı gibi modern ve fakat köksüz özeliklerini öne çıkararak övünebildiğimiz gibi hayıflanabiliriz de.
Ne yapacağımız, ne olmak istediğimizle ilgili olduğundan biz diyoruz ki şehir kimliğimiz; dünyevi, dünya ile sınırlı değildir, uhrevidir.
Şehir, sadece yaşamak istediğimiz yer değil, aynı zamanda ölmek istediğimiz bir yerdir. Mesela bendeniz Medine-i Münevvere’de ölmek isterim!