- Katılım
- 1 May 2020
- Mesajlar
- 15,737
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 42,759
- Puanları
- 113
HUŞÛ, NARKOZ MUDUR?
Hz. Ali’ye nispet edilen ünlü kıssayı bilirsiniz: Hani ayağına batan bir demiri çıkaracak olan cerraha, “Ben namaza durunca çıkar, hiçbir şey hissetmem” demiş; namazı öyle huşû içinde kılıyormuş ki, selâm verene kadar demiri çıkarmışlar, yarayı sarmışlar, gerçekten de hiçbir şey hissetmemiş.
Bu kıssayı ilk duyduğumda, herhalde ilkokuldaydım. Sonra imam-hatipteki hocalarımızdan ve başka yerlerden de sürekli dinledim. “İşte” diyorlardı, “Namazınızı böyle kılacaksınız! Bu şekilde kılınmayan namazlar, âhirette paçavra gibi suratınıza atılacak!” Namazda huşû bahsinde ağzını açan herkes, lafı mutlaka buraya getiriyordu.
Bende böyle namaz nerde? Elbette uzunca bir süre, kendimi sürekli suçladım ve eksik hissettim. Tekbiri aldıktan sonra, normalde aklıma gelmeyen şeyler de geliyordu. Bir türlü “ayağıma batan demiri çıkarsalar bile hissetmeyeceğim” o yüce kıvama eremiyordum.
Derken, -üniversite yıllarında- “Yahu bu kıssanın kaynağı ne acaba?” diye bir meraka kapıldım. Aradım-taradım, hiçbir güvenilir kaynakta yoktu. “Namazda huşû” algımı üzerine inşa ettiğim hadise, dedikodu kabilinden bir uydurmaydı. Üstelik, sahih hadis kaynaklarında, Rasûlullah ﷺ Efendimiz’in, namaz sırasında dış dünyayla bağlantısını sürdürdüğüne dair çok sayıda rivayete rastlamıştım. En meşhurlarını, herhalde herkes bilir:
Günümüzde maalesef, “insanlar İslâm’ı daha iyi yaşasınlar diye” ortaya atılan ve uygulanamayacak ölçüler içeren bu türden uydurma rivayetler, yalnızca ümit kırıcı etki yapıyor. Müslümanlardan bazıları, insan takatini aşan bu sözde takva ölçülerine erişemedikleri için kendi kendilerini suçlayıp üzüntülere gark olurken, bazıları da “Biz kim onlar kim kardeş? Asla onlara benzeyemeyiz” diyerek rutin tembelliklerini sürdürüyor.
Rasûlullah ﷺ Efendimiz’in sahih sünneti, hepimize ömür boyu yetecek bir zenginlik ve çeşitlilik içerir. Ortada böyle bir hazine dururken, uydurma rivayetlerle vakit öldürmek, akıllı Müslümanın işi değildir.
Taha Kılınç
Hz. Ali’ye nispet edilen ünlü kıssayı bilirsiniz: Hani ayağına batan bir demiri çıkaracak olan cerraha, “Ben namaza durunca çıkar, hiçbir şey hissetmem” demiş; namazı öyle huşû içinde kılıyormuş ki, selâm verene kadar demiri çıkarmışlar, yarayı sarmışlar, gerçekten de hiçbir şey hissetmemiş.
Bu kıssayı ilk duyduğumda, herhalde ilkokuldaydım. Sonra imam-hatipteki hocalarımızdan ve başka yerlerden de sürekli dinledim. “İşte” diyorlardı, “Namazınızı böyle kılacaksınız! Bu şekilde kılınmayan namazlar, âhirette paçavra gibi suratınıza atılacak!” Namazda huşû bahsinde ağzını açan herkes, lafı mutlaka buraya getiriyordu.
Bende böyle namaz nerde? Elbette uzunca bir süre, kendimi sürekli suçladım ve eksik hissettim. Tekbiri aldıktan sonra, normalde aklıma gelmeyen şeyler de geliyordu. Bir türlü “ayağıma batan demiri çıkarsalar bile hissetmeyeceğim” o yüce kıvama eremiyordum.
Derken, -üniversite yıllarında- “Yahu bu kıssanın kaynağı ne acaba?” diye bir meraka kapıldım. Aradım-taradım, hiçbir güvenilir kaynakta yoktu. “Namazda huşû” algımı üzerine inşa ettiğim hadise, dedikodu kabilinden bir uydurmaydı. Üstelik, sahih hadis kaynaklarında, Rasûlullah ﷺ Efendimiz’in, namaz sırasında dış dünyayla bağlantısını sürdürdüğüne dair çok sayıda rivayete rastlamıştım. En meşhurlarını, herhalde herkes bilir:
- Namaz kıldırırken bazen aslında uzun bir kıraat niyetiyle tekbir aldığını, ancak arka saflarda bir çocuğun ağlama sesini duyup, annesinin namaza kendisini veremeyeceğinden korkarak namazı kısa tuttuğunu anlatması…
- Bir namaz sırasında, koşarak cemaate yetişmeye çalışan kişilerin seslerini duyunca, selâm verdikten sonra “Duyduğum sesler ne idi? Böyle yapmayın, sakin hareket edin” deyişi…
- Bir namazda, arka saftan birinin, “rabbenâ leke’l-hamd”den sonra kendiliğinden “Hamden kesîran tayyiben mubâraken fîh” diye ilavede bulunması üzerine, kimin söylediğini sorarak, “Bu sözlerin sevabını yazmak için meleklerin yarıştığını gördüğünü” ifade etmesi…
Günümüzde maalesef, “insanlar İslâm’ı daha iyi yaşasınlar diye” ortaya atılan ve uygulanamayacak ölçüler içeren bu türden uydurma rivayetler, yalnızca ümit kırıcı etki yapıyor. Müslümanlardan bazıları, insan takatini aşan bu sözde takva ölçülerine erişemedikleri için kendi kendilerini suçlayıp üzüntülere gark olurken, bazıları da “Biz kim onlar kim kardeş? Asla onlara benzeyemeyiz” diyerek rutin tembelliklerini sürdürüyor.
Rasûlullah ﷺ Efendimiz’in sahih sünneti, hepimize ömür boyu yetecek bir zenginlik ve çeşitlilik içerir. Ortada böyle bir hazine dururken, uydurma rivayetlerle vakit öldürmek, akıllı Müslümanın işi değildir.
Taha Kılınç