Hangi tarihin sonu?
Tüm olumsuzluklara ve aradaki orantısız güce rağmen dün Afganistan’da, bugün Suriye’de Müslümanların elde ettiği zafer, İsrail’in de yakın bir zamanda yıkılacağı yönündeki inancımızı bir kat daha pekiştirmiştir.
İbn Haldun, organizmacı devlet kuramına paralel olarak ister hadarilik ister bedevilik şeklinde olsun Ümran’ın da sayılarla belirlenebilir bir ömrü olduğunu iddia eder. Buna göre, medeniyetlerin de tıpkı insanlar gibi bir ömrü vardır; doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İbn Haldun, ilave olarak bir devletin teşekkülünü, gelişip büyümesini ve büyük bir medeniyet inşa etmesini sağlayan veya parçalanıp dağılmasına sebep olan faktörler üzerine de tezler ileri sürmüştür. Toplumsal değişim ve dönüşüme ilişkin ileri sürülen kuramlar veya bu minvalde ifade edilen toplumsal değişim yasalarının kesinliği ve hakikat değeri bir yana, gerçekten de tarih; bir boyutuyla devletler ve imparatorluklar mezarlığı gibidir. Birçok devlet veya medeniyet belli bir zaman diliminde ve belli bir bölgede hüküm sürdü, daha sonra da miadını doldurunca tarihin tozlu sayfalarına karıştı.
İnsanlık tarihinin son üç yüz yılına ise, bilim, teknoloji, askeri, ekonomi, eğitim, kültür gibi alanları büyük oranda domine eden Batı medeniyeti damga vurmuştur. Batı’nın bilim, teknoloji, askeri, eğitim gibi alanlarda elde ettiği güç ve üstünlüğe mukabil İslam dünyasının mütemadiyen gerilemesi ve güç kaybetmesi, öncelikle egemen Batı nüfuzuna girmesi, bilahare de işgal ve sömürüye muhatap olmasıyla neticelenmiştir.
Bir başka medeniyetin temsilcisi olarak Müslümanlar, Ra’d suresinde geçen “Şüphesiz ki; bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” ayetini, toplumsal değişim yasası bağlamında, toplumsal değişim ve dönüşümün bizim elimiz, dilimiz ve çabamızla paralel şekilde gerçekleştiği, dolayısıyla olumlu veya olumsuz karşılaştığımız tüm sonuçların kendi ellerimizle yaptıklarımızın bir neticesi olduğu, Allah’ın eşyaya ve olaylara müdahalesinin ise insanların çabalarının sonucu olarak bir “hakediş” şeklinde tezahür ettiğini düşünürler. Yani, toplumlar kendi durumlarını değiştirmek için adım atmadıkça, bu değişimin gerçekleşmesi mümkün olmaz.
Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı eserinde sunduğu "tarihin sonu" teziyle, Soğuk Savaş’ın sonlanmasının ardından ideolojik mücadelelerin sona erdiği ve liberal demokrasinin evrensel bir hükümet biçimi olarak nihai zaferini kazandığını söylemişti. 1989’daki Berlin Duvarı'nın yıkılmasını ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, ideolojiler arasındaki rekabetin bittiği ve liberalizmin tüm dünyada egemen olduğu bir dönemin başlangıcı olarak “tarihin sonu”nu ilan etmiş, insanlık tarihindeki ideolojik mücadelelerin sonlanmasıyla birlikte, liberal demokrasi bir anlamda "son nokta"ya ulaşmış ve diğer tüm hükümet biçimlerinin evrimsel olarak bu noktada sona ereceğini iddia etmişti. Fukuyama, liberal demokrasinin kesinlikle nihai biçim olduğu ve insanlık için en yüksek siyasi düzen olduğunu iddia etmişti.
Fukuyama, bu tezini geliştirirken, liberal demokrasinin temel unsurlarının insan özgürlüğünü, hukukun üstünlüğünü, serbest piyasa ekonomisini ve siyasi hakları içerdiği için benzersiz ve alternatifsiz olduğunu düşünüyordu. O’na göre, Batı liberalizmi her devletin kaçınılmaz ve nihai sonu olacaktı.
Bugün, Müslümanların giyim tarzlarından devlet yapılanmalarına kadar hayatın birçok alanında Batı kültürünün etkisinde olduğu doğrudur. Ancak, daha önce bahsettiğimiz medeniyet tezleri ışığında, Batı dünyasının kurduğu hegemonyanın ilelebet devam etmeyeceği muhakkaktır. Üstelik, dünyadaki bu hızlı değişime karşı Batı, hem paradigmal anlamda hem de kurumlar düzeyinde bu değişimi yönetme konusunda yaşadığı kısıtlılık ve acziyet; bahse konu bu medeniyetin çöküşünün tahmin ettiğimizden daha erken olabileceğini göstermektedir.
Özellikle 7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında Batı ve ileri karakolu olarak İsrail’in hiçbir ilke, kural, değer tanımayan saldırganlığı karşısında sözünü ettiğimiz Batılı değerlerin ve kurumların aslında işe yaramayan, içi boş retoriklerden ibaret olduğu görüldü. Kendi elleriyle oluşturdukları putları tek ayaküstünde üstelik sırıtarak ve ıslık çalarak yemekte hiçbir beis görmediler. Buna mukabil Afganistan, Filistin ve Suriye başta olmak üzere ümmet coğrafyasındaki öze dönüş çabaları biraz sancılı da olsa baharı müjdeleyen bir meltem havasını iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Meydana gelen bu baş döndürücü gelişmeler, esasında tarihin bir kırılma anına tanıklık ettiğimizi göstermektedir.
Müslümanların bu söz konusu ülkelerde ortaya koydukları sarsılmaz iradeleri ile kendi kaderlerini şekillendirme gücüne sahip olabileceklerini ispatladıkları bu süreçte, insanlık, bir medeniyetin çöküşü ve yeni bir medeniyetin doğuşuna tanıklık ediyor. Tüm olumsuzluklara ve aradaki orantısız güce rağmen dün Afganistan’da, bugün Suriye’de Müslümanların elde ettiği zafer, İsrail’in de yakın bir zamanda yıkılacağı yönündeki inancımızı bir kat daha pekiştirmiştir.
İbn Haldun’un medeniyetlerin doğum, büyüme, olgunlaşma ve çöküş süreçlerine dair ortaya koyduğu düşünceler, tarihin ve toplumsal değişimin döngüselliğini anlamada bize önemli bir bakış açısı sunuyor. Batı’nın egemenliği, bilim, teknoloji, ekonomi ve kültür gibi alanlarda güçlü bir hegemonya kurmuş olsa da, bu gücün sürekliliği artık salt retorik olarak değil, somut göstergeler üzerinden de sorgulanır bir noktaya gelmiştir. İslam dünyasında görülen öze dönüş çabaları ve toplumsal değişim hareketleri, tarihin dönüm noktalarından birine işaret etmekte; bu da Batı’nın kurduğu düzenin daha fazla devam etmeyeceğini, yerine yeni bir denge ve medeniyetin ayak seslerini müjdelemektedir.