- Katılım
- 7 Kas 2020
- Mesajlar
- 10,553
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 13,916
- Puanları
- 113
- Yaş
- 41
- Konum
- Istanbul
- Burç
- Yengeç
- Cinsiyet
- Medeni Hal
Lütfen, bu kullanıcıyla bir anlaşma yapmak istiyorsanız, engellendiğini unutmayın.
Büyük bir plan, her gün durmadan işleyen bir faaliyet, kati anlarda emniyetli bir sükûn... Nâmık Kemal, Evrâk-ı Perişân Mimarlık tarihçisi Sedat Çetintaş, 1949 yılında Behçet Kemal Çağların çıkardığı Şadırvan dergisinde kaleme aldığı bir yazıda Fatih Sultan Mehmedin rûhanî kılıcını, topunu, tüfeğini yüklenerek önce bizleri fethetmesi, cehâlet dünyamızı yıkıp öncelikle bu ülkenin insanını aydınlığa çıkarması gerektiğini yazmaktaydı.
Nitekim Necip Fazıl Kısakürek de, 1968 yılında MTTBde gençlere yaptığı bir konuşmada, Fatihi, nur saçarak dünyamızın etrafını dolaşan bir füzeye benzetmiş ve bu füzeyi kendi dar ve sefil perspektifimizden değerlendirme yanılgısından kurtulup, bizzat onun içine binmeye çalışarak dünyadaki halimize fezadan bakmayı teklif etmiştir. Gerçekten de benzersiz bir tecrübe olurdu bu.
İyi de o, nur saçarak dünyanın etrafını deveran eden füzenin içinden buraya ve bu zamana bakmak bize ne kazandıracaktır? Sizi bilmem ama bana, biri mimarlık tarihçisi, diğeri şair-mütefekkir olan bu iki yazarın dünyalarında Sultan Fatihin hâlâ nefes alıp vermekte, hatta bugüne yönelik ciddî tekliflerde bulunmakta oluşu ve geleceğimiz adına umut küfeleri sırtlanmış görüntüsü, son derece anlamlı görünüyor.
Velhasıl, onların dünyasında Fatih hep buradaydı ve yaşıyordu... Hatta belki çoğumuzdan da daha kanlı canlı bir şekilde... Oysa biz Fatihi ve kutlu fethini, nedense hep olmuş bitmiş bir hadise gibi anlatır ve onu dâima bugünkü dar nokta-i nazarımızdan değerlendiririz. Sanki o, epeyce bize benzemekte, aşağı yukarı bizim gibi bir fâni kılığında adımlamaktadır tarihin tozlu sokaklarını.
Daha doğrusu, üç boyutlu özelliğini kaybetmiş, beynimizin sathında ancak ayakta durabileceği kadar cüzi bir makam bağışlamışızdır ona. Bu göktaşına layık gördüğümüz mevki, kendi fakir cirmimizden ibarettir vesselam. Öte yandan acaba şu tarz ağır soruların uğradığı olur mu semtimize: Mesela Fatih Sultan Mehmed Han, günümüz dünyasında yaşıyor olsaydı fetih adına hangi baş döndürücü hedeflere kilitlenirdi?
İlla ki şehzade, padişah, devlet başkanı olacak değil ya; mesela koltuğuna gömülmüş bir bilgisayar programcısı olsaydı, kendi alanında hangi balta girmemiş ormanlara dalar, bu vakte dek yapılmayan ne gibi akla ziyan işleri gerçekleştirmeye kalkardı? Maddi planda bir Bill Gatesin başarısına ortak olur, hatta onu da geçmeye soyunur muydu dersiniz?
Ya da bir doktor, bir fizikçi, bir tarihçi kimliğiyle arz-ı endam etseydi dünyamıza, ne tür inanılmaz işleri ışık süratinde başarırdı? Çağın kör gözünün seçemediği ırak ufukları, o delici nazarlarıyla yoklar, yine geçmiş ile gelecek arasına gül kokulu bir altın köprü asar mıydı?
Yukarıdaki soruları çoğaltabiliriz elbette. Ama asıl gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur: Fatihi, tarihte ununu elemiş, eleğini asmış ölü bir şahsiyet olarak mı görüyoruz, yoksa diri ve misyonu hâlen devam etmekte olan bir sürecin kurucu aktörü olarak mı?
Onu tarihe mıhlamaya pek meraklı olanlara belki biraz ters gelecektir ama faraza Fatih, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydı, sevgili Dersaadetini insanlığın ufkuna yine taklidi nâkabil bir gerdanlık gibi asmak için hangi akıl geren tasarılara koyulur, onu nasıl yeni baştan dizayn etmeye soyunurdu? Yahut siyasetçi, diyelim ki bir parti başkanı olsaydı Fatih, günümüz Türkiyesinin laiklik-başörtüsü eksenine sıkışıp kalmış siyasî gündemine ne tür bir yeni açılım getirir, önüne gerilen kördüğümü, koleksiyonundaki hangi keskin kılıçla kesip atardı?
Hatta şöyle de düşünmek mümkün pekâlâ: Fatih bu şartlarda dünya siyasetinde ne gibi bir role soyunur ve ne tür bir açılıma iterdi çağının soru dağını? Gördüğünüz gibi, yılan izi gibi kıvrıla kıvrıla uzayan yaman sorular bunlar. Ne yalan söyleyeyim, cevapları pek o kadar basit görünmüyor. Bu yüzden izin verirseniz bir örnekle açayım meramımı:
Malum, Fatih Sultan Mehmed, Avrupadan, özellikle de zamanın İtalyan devletlerinden çeşitli sanatkârları İstanbula davet etmiş ve onlarla özel olarak ilgilenmişti. Hatta bunlardan Mateo di Pasti adlı ressam, gelirken Fatihe İtalya diyarının ahvâl-i siyasîyesinden bahseden haberler de uçuruyordu. Nitekim günün birinde çantasında bir mektupla yakayı ele verdi; Papalık askerleri tarafından yakalandı ve derhal hapse atıldı. Yani Fatih, saf bir sanat muhabbetinin yanında, sanatkârları muhabir olarak kullanan bir siyaset dehasıydı da.
İşte Fatihin hizmetindeki bu muhabir-sanatkârlarından biri de Rönesans döneminin efsane ressamlarından Gentile Bellini olmuştur. Ressam Bellini, İstanbulda kaldığı bir yıldan uzun süre içinde (Eylül 1479da gelip Ocak 1481de ayrıldığını biliyoruz) Fatihin artık neredeyse Osmanlıyı tek başına simgeleme gücüne sahip bir ikon vasfı kazanmış olan portresini kuyumcu titizliğiyle yaptığı gibi, başka resimler de çizmiş (mesela bağdaş kurup oturmuş bir yeniçeri ile bir Osmanlı efendisi çizimi elimizdedir), hiç değilse tuvaline ileride geliştireceğini düşündüğü eskizler geçirmiş olmalıdır.
Ancak bunların çoğu bugün maalesef kayıp durumdadır. Anlaşılan, epeyce samimiyet kesb etmiş olmalılar ki, Fatih Sultan Mehmed, günün birinde Gentilenin kısaltması olarak Janti diye hitap ettiği Belliniye, Sana bir derviş getirecekler, onun resmini yap. diye emir verir. Bellini de dervişin resmini yapıp Fatihe takdim eder.
Bu sırada Bellini, resmini yaptığı dervişi tanımıştır. Onu, bir gün Bedestende, bir sıra üzerine oturarak Fatihin başardığı büyük işler hakkında övgü dolu bir kaside okurken gördüğünü hatırlar. Fatih kendisine dervişin tipinin neye benzediğini sorduğu zaman da, onun bir mecnûnu andırdığını söyler. Lakin böyle bir mecnun, derviş tarafından övülmüş olmaktan hiç mi hiç hoşlanmamıştır Fatih.
Bunun üzerine Bellini hayretle sormuştur kendisine: Siz ki bu kadar yüksek[biri]siniz, medhedilmek istemeyişiniz beni hayretlere düşürüyor? Fatihin sarsıcı cevabı, üzerinde tekrar tekrar düşünmeye değecek kırattadır: Bu adam fikren sâlim olsaydı, tarafından medholunmağı isterdim. Fakat bir mecnûnun beni medhetmesini hiçbir vakit arzu etmem.1 Kendi cümlemle söyleyecek olursam: Ben, beni akıllı insanların övmesinden hoşlanırım, mecnunların değil. Buradaki mecnunu hemen kelime anlamıyla deli olarak almayın; dalkavuk, yağcı, çıkarı için siyasi liderlerin etrafında pervane olan tipleri gözünüzün önüne getirin ve sonra Fatihin sözünü bir kere daha, ibretle düşünün.
Zira akıllı insan överken de, yererken de nerede duracağını bilir; sınırları, ölçüleri, değişmezleri vardır. Daha doğrusu, ne söyleyeceğinin ve ne söylemeyeceğinin farkındadır. Duruş sahibidir. Fakat mecnunlar öyle mi? Överken de ölçüsüzdürler, yererken de. Dolayısıyla akıllı bir idarecinin nezdinde bu tiplerin herhangi bir kıymet-i harbiyeleri olmamak iktiza eder.
Ve menfaatleri ellerinden gittiğinde bir zamanlar Sultana yerden göğe övgüler düzenlerin nasıl birer azgın hasım haline gelebildiklerine, sadece 31 Mart Vakası örneği dahi yeterlidir. 1909 Nisanında Sultan II. Abdülhamidin çevresinin birdenbire nasıl boşaldığını, yeni rejimin liderleriyle iş tutan en has adamlarının kimler olduğunu ibretle hatırlayalım ve Fatihin Belliniye verdiği cevap üzerinde bir kere daha düşünelim. Olmaz mı? Dipnot: 1-A. Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, Cilt 1, Hazırlayan: İsmail Kara, İstanbul 1995, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, s. 431.
Mustafa Armağan
Nitekim Necip Fazıl Kısakürek de, 1968 yılında MTTBde gençlere yaptığı bir konuşmada, Fatihi, nur saçarak dünyamızın etrafını dolaşan bir füzeye benzetmiş ve bu füzeyi kendi dar ve sefil perspektifimizden değerlendirme yanılgısından kurtulup, bizzat onun içine binmeye çalışarak dünyadaki halimize fezadan bakmayı teklif etmiştir. Gerçekten de benzersiz bir tecrübe olurdu bu.
İyi de o, nur saçarak dünyanın etrafını deveran eden füzenin içinden buraya ve bu zamana bakmak bize ne kazandıracaktır? Sizi bilmem ama bana, biri mimarlık tarihçisi, diğeri şair-mütefekkir olan bu iki yazarın dünyalarında Sultan Fatihin hâlâ nefes alıp vermekte, hatta bugüne yönelik ciddî tekliflerde bulunmakta oluşu ve geleceğimiz adına umut küfeleri sırtlanmış görüntüsü, son derece anlamlı görünüyor.
Velhasıl, onların dünyasında Fatih hep buradaydı ve yaşıyordu... Hatta belki çoğumuzdan da daha kanlı canlı bir şekilde... Oysa biz Fatihi ve kutlu fethini, nedense hep olmuş bitmiş bir hadise gibi anlatır ve onu dâima bugünkü dar nokta-i nazarımızdan değerlendiririz. Sanki o, epeyce bize benzemekte, aşağı yukarı bizim gibi bir fâni kılığında adımlamaktadır tarihin tozlu sokaklarını.
Daha doğrusu, üç boyutlu özelliğini kaybetmiş, beynimizin sathında ancak ayakta durabileceği kadar cüzi bir makam bağışlamışızdır ona. Bu göktaşına layık gördüğümüz mevki, kendi fakir cirmimizden ibarettir vesselam. Öte yandan acaba şu tarz ağır soruların uğradığı olur mu semtimize: Mesela Fatih Sultan Mehmed Han, günümüz dünyasında yaşıyor olsaydı fetih adına hangi baş döndürücü hedeflere kilitlenirdi?
İlla ki şehzade, padişah, devlet başkanı olacak değil ya; mesela koltuğuna gömülmüş bir bilgisayar programcısı olsaydı, kendi alanında hangi balta girmemiş ormanlara dalar, bu vakte dek yapılmayan ne gibi akla ziyan işleri gerçekleştirmeye kalkardı? Maddi planda bir Bill Gatesin başarısına ortak olur, hatta onu da geçmeye soyunur muydu dersiniz?
Ya da bir doktor, bir fizikçi, bir tarihçi kimliğiyle arz-ı endam etseydi dünyamıza, ne tür inanılmaz işleri ışık süratinde başarırdı? Çağın kör gözünün seçemediği ırak ufukları, o delici nazarlarıyla yoklar, yine geçmiş ile gelecek arasına gül kokulu bir altın köprü asar mıydı?
Yukarıdaki soruları çoğaltabiliriz elbette. Ama asıl gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur: Fatihi, tarihte ununu elemiş, eleğini asmış ölü bir şahsiyet olarak mı görüyoruz, yoksa diri ve misyonu hâlen devam etmekte olan bir sürecin kurucu aktörü olarak mı?
Onu tarihe mıhlamaya pek meraklı olanlara belki biraz ters gelecektir ama faraza Fatih, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydı, sevgili Dersaadetini insanlığın ufkuna yine taklidi nâkabil bir gerdanlık gibi asmak için hangi akıl geren tasarılara koyulur, onu nasıl yeni baştan dizayn etmeye soyunurdu? Yahut siyasetçi, diyelim ki bir parti başkanı olsaydı Fatih, günümüz Türkiyesinin laiklik-başörtüsü eksenine sıkışıp kalmış siyasî gündemine ne tür bir yeni açılım getirir, önüne gerilen kördüğümü, koleksiyonundaki hangi keskin kılıçla kesip atardı?
Hatta şöyle de düşünmek mümkün pekâlâ: Fatih bu şartlarda dünya siyasetinde ne gibi bir role soyunur ve ne tür bir açılıma iterdi çağının soru dağını? Gördüğünüz gibi, yılan izi gibi kıvrıla kıvrıla uzayan yaman sorular bunlar. Ne yalan söyleyeyim, cevapları pek o kadar basit görünmüyor. Bu yüzden izin verirseniz bir örnekle açayım meramımı:
Malum, Fatih Sultan Mehmed, Avrupadan, özellikle de zamanın İtalyan devletlerinden çeşitli sanatkârları İstanbula davet etmiş ve onlarla özel olarak ilgilenmişti. Hatta bunlardan Mateo di Pasti adlı ressam, gelirken Fatihe İtalya diyarının ahvâl-i siyasîyesinden bahseden haberler de uçuruyordu. Nitekim günün birinde çantasında bir mektupla yakayı ele verdi; Papalık askerleri tarafından yakalandı ve derhal hapse atıldı. Yani Fatih, saf bir sanat muhabbetinin yanında, sanatkârları muhabir olarak kullanan bir siyaset dehasıydı da.
İşte Fatihin hizmetindeki bu muhabir-sanatkârlarından biri de Rönesans döneminin efsane ressamlarından Gentile Bellini olmuştur. Ressam Bellini, İstanbulda kaldığı bir yıldan uzun süre içinde (Eylül 1479da gelip Ocak 1481de ayrıldığını biliyoruz) Fatihin artık neredeyse Osmanlıyı tek başına simgeleme gücüne sahip bir ikon vasfı kazanmış olan portresini kuyumcu titizliğiyle yaptığı gibi, başka resimler de çizmiş (mesela bağdaş kurup oturmuş bir yeniçeri ile bir Osmanlı efendisi çizimi elimizdedir), hiç değilse tuvaline ileride geliştireceğini düşündüğü eskizler geçirmiş olmalıdır.
Ancak bunların çoğu bugün maalesef kayıp durumdadır. Anlaşılan, epeyce samimiyet kesb etmiş olmalılar ki, Fatih Sultan Mehmed, günün birinde Gentilenin kısaltması olarak Janti diye hitap ettiği Belliniye, Sana bir derviş getirecekler, onun resmini yap. diye emir verir. Bellini de dervişin resmini yapıp Fatihe takdim eder.
Bu sırada Bellini, resmini yaptığı dervişi tanımıştır. Onu, bir gün Bedestende, bir sıra üzerine oturarak Fatihin başardığı büyük işler hakkında övgü dolu bir kaside okurken gördüğünü hatırlar. Fatih kendisine dervişin tipinin neye benzediğini sorduğu zaman da, onun bir mecnûnu andırdığını söyler. Lakin böyle bir mecnun, derviş tarafından övülmüş olmaktan hiç mi hiç hoşlanmamıştır Fatih.
Bunun üzerine Bellini hayretle sormuştur kendisine: Siz ki bu kadar yüksek[biri]siniz, medhedilmek istemeyişiniz beni hayretlere düşürüyor? Fatihin sarsıcı cevabı, üzerinde tekrar tekrar düşünmeye değecek kırattadır: Bu adam fikren sâlim olsaydı, tarafından medholunmağı isterdim. Fakat bir mecnûnun beni medhetmesini hiçbir vakit arzu etmem.1 Kendi cümlemle söyleyecek olursam: Ben, beni akıllı insanların övmesinden hoşlanırım, mecnunların değil. Buradaki mecnunu hemen kelime anlamıyla deli olarak almayın; dalkavuk, yağcı, çıkarı için siyasi liderlerin etrafında pervane olan tipleri gözünüzün önüne getirin ve sonra Fatihin sözünü bir kere daha, ibretle düşünün.
Zira akıllı insan överken de, yererken de nerede duracağını bilir; sınırları, ölçüleri, değişmezleri vardır. Daha doğrusu, ne söyleyeceğinin ve ne söylemeyeceğinin farkındadır. Duruş sahibidir. Fakat mecnunlar öyle mi? Överken de ölçüsüzdürler, yererken de. Dolayısıyla akıllı bir idarecinin nezdinde bu tiplerin herhangi bir kıymet-i harbiyeleri olmamak iktiza eder.
Ve menfaatleri ellerinden gittiğinde bir zamanlar Sultana yerden göğe övgüler düzenlerin nasıl birer azgın hasım haline gelebildiklerine, sadece 31 Mart Vakası örneği dahi yeterlidir. 1909 Nisanında Sultan II. Abdülhamidin çevresinin birdenbire nasıl boşaldığını, yeni rejimin liderleriyle iş tutan en has adamlarının kimler olduğunu ibretle hatırlayalım ve Fatihin Belliniye verdiği cevap üzerinde bir kere daha düşünelim. Olmaz mı? Dipnot: 1-A. Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, Cilt 1, Hazırlayan: İsmail Kara, İstanbul 1995, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, s. 431.
Mustafa Armağan