1999 yılıydı.
Haziran ayıydı ama, kış gibiydi.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Deniz otobüsü saat tam 07.40'ta Mudanya'dan hareket etti.
108 yolcusu vardı; 26 müdahil, 38 izleyici, 12 şehit yakını, 12 yabancı izleyici, 12 gazeteci, 8 yabancı gazeteci.
Kimse konuşmuyordu, herkes dalgın dalgın denize bakıyor, dışardaki kapkara havayı seyrediyordu.
Duruşmaların üçüncü günüydü.
İmralı'ya gidiyorlardı.
Yanaştılar iskeleye, indiler.
Sessizce yürüdüler.
132 kişilik salona girdiler.
Apo getirildi.
Cam kafese oturtuldu.
İşte oradaydı…
Türkiye tarihinin en kanlı terör örgütünün elebaşı.
Süklüm püklüm karşılarındaydı.
12 müdahil avukat, 12 savunma avukatı yerini aldı.
En önce, astsubay eşi gözlerinin önünde şehit edilen, hemşire Yıldız Namdar'a söz verildi.
“Sadece hayat arkadaşımı değil, hayallerimi kaybettim” dedi.
Avukatlar ağlıyordu.
Mahkeme başkanı Turgut Okyay kürsünün altına eğildi.
Mendiliyle gözlerini sildi.
Diğer müdahil şehit yakınları konuştu.
Ve, sıra Mehmet Gençer'e geldi.
Şehit babasıydı.
“Oğlumu kaybettim” dedi.
“Serhatımı.”
Apo'nun suratına bakarak sordu:
“Benim ağabeyimin eşi, yengem Kürt kökenli, kız alıp vermişiz, iç içe geçmişiz, etle tırnak olmuşuz, ayrımız gayrımız olmamış, bu milletin Türk-Kürt ayrımı yoktur, bunu bize niye yaptınız?”
21 yaşındaydı Serhat.
Deniz piyade astsubayıydı.
Foça'daki amfibi taburundaydı.
Çatışmalar şiddetlendiği için takviye birlik olarak Şırnak'a Cudi dağına gönderilmişlerdi. Türkiye Kömür İşletmeleri'ne ait linyit sahalarını koruyan Maden Karakolu'nda görevliydi.
8 Ocak 1994 gecesi Miraç Kandili'ydi.
Roket sağanağı başladı.
Trok trok trok, kalleş kaleş saydırıyordu.
Karakolu iki saat aralıksız vurdular.
Dokuz şehit verdik.
Serhat'la birlikte Mustafa, Fatih Kemal, Uğur, Mehmet, Sadık, Ramazan, Ali, Abdullah hayatını kaybetti. Kırıkkale, Afyon, Sakarya, Isparta, Antalya, Muğla, Ankara ve İstanbul'a ateş düştü.
Serhat'ın babası, Apo'nun suratına bakarak işte tam olarak bunu sormuştu İmralı'da… Bunu bize niye yaptınız?
Yargılama bir ay sürdü.
Karar günü yine salondaydı.
O tarihi an'a bizzat tanıklık etti.
Elbette evladı geri gelmeyecekti ama, hiç olmazsa adaletin yerini bulduğunu düşünüyordu.
Hem kendisinin, hem başkalarının acısını paylaşarak hafifletmek için, dayanışma için aktif çaba harcadı, Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı oldu.
Gel zaman git zaman…
Bugünlerde “milli” ayaklarına yatan sayın hükümetimiz Pkk'yla masaya oturdu.
Mücadele bırakıldı, İmralı'yla Kandil'le müzakere başladı.
Rezalet ayyuka çıkmıştı ama, hâlâ inkar ediliyordu.
“Masaya oturduğumuzu iddia edenler ********dir” filan deniyordu.
Bir taraftan Pkk'yla pazarlık ediliyor, öbür taraftan vatan-bayrak edebiyatıyla milliyetçi seçmen kafalanıyordu.
Tam o günlerde…
Asrın liderimiz, başbakandı.
Tbmm'de kürsüye çıktı.
Ağlamaklı ses tonuyla, şehit astsubay Serhat'ın mektubunu okudu.
“Bakınız, size şu olayı aktarmak istiyorum, çok enteresan” dedi…
“Serhat Gençer, astsubay çavuş, Şırnak'ta görev yapıyor.
Bir akşam arkadaşına mektup uzatıyor, ben diyor, dedemi çok severdim, bugün rüyamda gördüm, beni yanına çağırıyor, eğer ben şehit olursam bu mektubu aileme gönder diyor. Aynı gece bir askerine de şunu söylüyor, bugün Miraç Kandili, sen sivilken imamdın, hadi beraber namaz kılıp Yasin okuyalım diyor. Serhat o gece şehit düşüyor.”
Cümlenin tam bu noktasında, canlı yayın yapan kameralar milletvekillerine dönüyor, iktidar milletvekillerinin hepsi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, Akp grup salonunun balkonunu dolduran goygoycu kalabalık “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye tezahürat yapıyor, Tayyip Erdoğan balkona el sallıyor, kederli ses tonuyla mektubu okumaya devam ediyordu.
“Bu mektup, ancak ben öldükten sonra elinize geçecektir, beni unutmayın, hep kalbinizin köşesinde saklayın. Allah'ın verdiği canı Allah'tan başkası alamaz, sakın üzülmeyin. Size söylemek istediğim bir şey var, Burcu'yu çok seviyorum, bu sevgimi de mezara götürüyorum. Ben burada öldümse, Allah yolunda, vatan, namus, millet yolunda öldüm. Gülün, asla ağlamayın, eğer ağlarsanız ben yattığım yerde rahat edemem, dedeme de hepinizin selamını söylerim, sizleri çok seviyorum, sizleri çok özledim, diyecek başka bir şey bulamıyorum, oğlunuz Serhat.”
Alkış tufanı koptu.
Gözler ağlamaktan şişmişti.
Tayyip Erdoğan lafı evirdi çevirdi, muhalefete getirdi.
Muhalefet partileri yuhalandı.
“Serhat'ın mektubu” ertesi gün yandaş medyada manşetti.
Yandaş televizyonlarda defalarca, saatlerce gösterildi.
Bilahare…
Artık gizlisi saklısı kalmadı.
Apo'yla açık açık görüşülmeye başlandı.
Hatta, neden görüşülüyor diye itiraz edenler linç edildi.
“Analar ağlasın mı istiyorsun” diye parmak sallandı.
“Irkçı, faşist, vampir, iki cihanda lekeli” damgası vuruldu.
Yetmedi…
Başbakan, Barzani'yle birlikte Diyarbakır'da miting yaptı.
Şivan Perver'e düet yaptırdı, şampiyon olmuş boksör gibi elini havaya kaldırarak, ahaliyi selamlattı, protokol gözyaşlarına boğuldu.
Türkiye gözlerine kulaklarına inanamıyordu.
Şehit Serhat'ın babası Mehmet Gençer dayanamadı…
Pkk'nın hamisi Barzani'yle kolkola girilmesini eleştirdi.
“Türk milletini ayaklar altına alıyorlar” dedi.
Sonra da eşiyle birlikte, yani şehit annesiyle birlikte Kırıkkale PTT'sine giderek, başbakanlığa bir kilo kına postaladı.
Şehit babası hacıydı.
Gönderdiği kınayı Mekke'den getirmişti.
“Bu kınayı bayram hediyesi olarak gönderiyorum” dedi.
“Buyursun yaksın” dedi.
Vay sen misin kına gönderen… Şehit Serhat'ın babası hakkında, başbakana hakaret ettiği iddiasıyla çifte dava açıldı.
Pkk bayrağı taşımak serbest bırakılırken, şehit babasına hapis cezası isteniyordu.
Şehit babası “sanık” yapıldı.
Adliye kapısında konuştu; yıllar önce İmralı'da Apo'nun suratına sorduğu soruyu, bu defa gazetecilere sordu…
“1994'te şehit düşen Serhat'ın babasıyım, 2008'de Bingöl'de şehit düşen üsteğmen Serkan Gençer'in amcasıyım, hem oğlunu hem yeğenini şehit vermiş biri olarak, Şivan Perver'le kucaklaşan başbakanı tenkit ettim, hepsi buydu. Bunu bize niye yapıyorlar?”
Şehit babası bir yıl yargılandı.
Mahkeme mahkeme süründürüldü.
Netice?
“Kına” davasından beraat etti ama…
“Hakaret” davasından bir yıl iki ay hapis cezasına çarptırıldı.
Şehitlerin hakkını savunduğu için hapse mahkum edilen ilk şehit babası oldu.
Lütfedip cezaevine atmadılar.
Yedi bin lira para cezasına çevirdiler, cezayı beş yıl ertelediler.
Beş yıl çenesini kapatacak, gıkını çıkarırsa içeri tıkılacaktı!
O beş yıl dolmadan…
Şehit babasının eleştiride ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.
Pkk'yla masaya oturulduğu için, açılım ayaklarıyla teröristlere hoşgörüyle bakıldığı için, 2002'de neredeyse sıfıra inmiş olan şehit sayısında patlama yaşandı, Sur'da Cizre'de adeta içsavaş manzaraları oluştu, sırf hendek operasyonlarında 249 şehit verdik.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 25 şehrini Kürdistan haritasında gösteren Barzani, Ankara'nın göbeğine Kürdistan bayrağı dikti.
Açılım denilen saçmalık yüzünden Türkiye'nin başına gelenler, tıpkı şehit Serhat'ın mektubunu bitirdiği cümleye benzemişti:
“Diyecek bir şey bulamıyorum!”
İşte o şehit babası…
Şehitlerin hakkını savunduğu için hapis cezasına çarptırılan…
Varlığıyla onur duyduğumuz, değerli büyüğüm Mehmet Gençer…
“Ecelin Tahtı” adıyla kitap yazdı.
Oğlu Serhat'ı ve Serhat'la birlikte şehit düşen sekiz vatan evladının öykülerini kaleme aldı. Geride kalanları, duygularını anlattı.
Sia Kitap'tan yayınlandı.
Geçen haftasonu raflardaki yerini aldı.
Hani her şehit cenazesinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye bağırırlar ya… İşte o vatan bölünmesin diye evladını veren bir baba o.
Şehitler ölmesin diye…
Unutulmasınlar, hatırlansınlar…
Hiç olmazsa isimleri yaşasın diye mücadele eden bir baba.
(Kitabın baskıya hazırlanma aşamasında koronavirüse yakalandı, testleri pozitif çıktı. Hasta olmayı asla dert etmedi, ölme ihtimalinden asla korkmadı ama, “kitabın piyasaya çıktığını göremeyeceğim” diye endişeleniyordu. Çok şükür atlattı. “Serhatına layık olabilmenin huzuru”yla kitabını eline aldı.)
Bu kitabı okumak ve okutmak, vatan borcudur.
Şehitlerimize saygı duruşudur.
Boynumuzun borcudur.
Yılmaz ÖZDİL, Sözcü