Deccal'in çıkması küresel kıyametin bir alameti midir?-2
Netice îtibârıyla, isnâd açısından sahih görülerek Hz. Peygamber’e nispet edilen rivâyetlerin bir kısmında birbirleriyle bağdaştırılamayacak
derecede çelişkiler olduğu görülmektedir.
Zîra, araştırmalar sonunda bazı rivâyetlerde “sika” olmayan râvîlerin olduğu, bunların şahsî ictihadlarını metinlere karıştırma ihtimallerinin bulunduğu ve bazı rivâyetlerde İsrâiliyyât belirtilerinin sezildiği sonucuna varılmaktadır.
Nitekim, bir rivâyette Hz. Peygamber zamanında yaşayan İbn Sayyad’ın “deccâl” olduğu söylenirken, diğer rivâyette, bir adada zincirlere bağlı bir halde beklediği,
bir diğer rivâyette ise, İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkacağının belirtilmesi, bu tenâkuzlara verilebilecek örneklerdir. İstanbul fethedildiğine ve tasvir edilen böyle bir “deccâl” de ortaya çıkmadığına göre, bu rivâyetin isnâdında ve metninde problemler olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca “deccâl”in şahsına ait özellikleri açıklayan rivâyetlerde de çelişkiler bulunmaktadır. Kızıl veya beyaz tenli, kısa boylu veya cüsseli, heybetli
şeklinde tanıtılması bunun göstergesidir. Bunlardan başka, bir taraftan “deccâl”in ilahlık iddiasında bulunacağı belirtilirken, öte yandan alnında “kâfir” yazısının mevcut olacağı ve herkes tarafından okunacağının ifâde edilmesini de
akılla bağdaştırmak mümkün görünmemektedir.
Allah’a îmân etmekle sorumlu tutulan insanoğlunu saptırması için “deccâl”e peygamberlerden çok üstün özellikler verilmesinin, hem ilâhî hikmete, hem de kıyâmete kadar kainatta sürüp gidecek Allah’ın koyduğu yol ve yönteme
aykırı olduğu ortadadır. Zîra, böyle bir şeyi koyduğu kurallara öncelikle kendisinin uyduğu bilinen
Yüce Allah’ın yapması söz konusu değildir. Dolayısıyla bu rivâyetlere ihtiyatla yaklaşılması ve “deccâl” ile ilgili yorum yapılmaya çalışılırken bütün bu hususların göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Mûtezilî İmam Kâdı Abdülcebbâr, (415/1024)
“akla muhalif bir şey Rasûlullah’a isnâd edilirse, onun böyle bir şey söylemediğine hükmetmek gerekir. Şâyet söylemişse, başkasından hikâye yoluyla söylemiştir. Bu takdirde de alınmayabilir. Eğer bu sözün te’vil imkanı varsa te’vil edilir” demektedir.
Buradan hareketle bir kısım İslâm âlimi de, senedi sahih gaybî hadislerde geçen ifâdelerin Arap edebiyatının teşbih ve temsil sanatının bir gereği olduğunu belirterek bunların yorumlanabileceğini ifâde etmişlerdir.
Kelam âlimlerinin çoğunluğu, “deccâl”in çıkışını mitolojik bir üslupla ifâde eden rivâyetleri yorumlamaya yanaşmazken, Sünnî kelam ekolünün seçkin sîmalarından Taftazânî, (793/1390) ilgili rivâyetleri zâhirî mânâda anlamayı mümkün görmekle birlikte, “deccâl”i “
şer ve fesadın yayılması” şeklinde tevil etmiştir.
Onun “deccâl” kavramına bu şekilde bir yorum getirmesi, çağdaş âlimlerin te’vil kapılarını açmalarına ve değişik yorumlar yapmalarına imkan sağlamıştır. Nitekim, Muhammed Abduh “deccâl”i, “
İslâm dînînin ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün hurafe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü”,
Reşid Rızâ, “
maddî şehvetlerin ön plana çıkması”, “Yahûdîlerin gerçekleştireceği şerrin ve inkarcılığın yaygınlık kazanması”,
Elmalılı Hamdi Yazır, “
Filistin’de Yahûdîler’e devlet kurmak isteyen İngiltere”,
Kâmil Mîras, “
küfrü yayan ve cemiyetin nizamına bozan şey”,
Muhammed Esed,
“Avrupa Medeniyeti”
Muhammed Selâme Cebr,
“şeytan”,
Ömer Rıza Doğrul, “
Hz. Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddiâsını seslendiren Hıristiyanlık akîdelerinin yayılması”
Yavuz, “
ulûhiyet niteliklerine sahip hârikulâde bir insan değil, kötülüğü temsil eden bir tip”,
şeklinde yorumlamaktadırlar. Kardâvî ise “deccâl”i,
“karanlık batı medeniyeti” şeklinde te’vil edenlerin görüşlerine katılmayarak tevâtür derecesine ulaşmış sahih hadislerde, “deccâl”in bozgunculuk yapan, tahrik ve tehdit eden bir fert, şahıs veya insan olarak tavsif edildiğini, dolayısıyla, “
kör bir medeniyet” şeklindeki yorumlanmasının uygun olamayacağını söylemektedir.
Oysa rivâyetlerin geneline bakıldığında böyle bir yorumun yapılmasının mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Nitekim bazen lafızlara bağlı kalmanın bir takım sembollerin gerektiği şekillerde yorumlanmasına engel teşkil edebildiği ve anlamayı zorlaştırdığı görülmektedir. Öte yandan burada hatırlatılması gereken bir diğer nokta da, “deccâl”e hizmet edenlerin “
şeytanca niyetler taşıyan kötü insanlar” olduğudur. Yoksa başka bir âlemde yaşayan cin ve şeytanlar değildir. Zîra, onların aslî hüviyetleri ile insanlara görünemeyecekleri bilinmektedir.
Görüleceği üzere İslâm âlimlerinin çoğunluğu,
isnâd açısından sahih kabul edilen hadislere dayanarak âhir zamanda “deccâl”in ortaya çıkacağına, insanları saptırmaya çalışacağına inanmakta ve bu rivâyetleri farklı şekillerde te’vil etmektedirler. Bu âlimlerin bir kısmı görüşlerini desteklemek maksadıyla
Kur’an-ı Kerim’den deliller bulmaya çalışmışlarsa da,
“deccâl”e işaret ettiği iddia edilen âyetler
incelendiğinde ileri sürdükleri bu tezlerinin ilmî dayanaktan yoksun olduğu görülmektedir.
Özetle
Kur’an-ı Kerim’de “deccâl” ile ilgili hiçbir sarih ifâde
bulunmamaktadır. Ancak bazı rivâyetlerden çıkartılacak en belirgin hususlar sonucu “deccâl”i şu şekilde açıklamamız mümkündür.
“Deccâl” bir
“kıyâmet alâmeti” olmamakla beraber her zamanda ve her bölgede inkarcılığı yaymaya çalışan, ahlâkî değerleri yok etmeyi amaçlayan ve her türlü terörist faaliyetleri destekleyen kimselerdir. Kendi kurdukları düzenin yıkılmasını istemeyen, bunun için her yolu mübâh gören, nefislerinin esîri olmuş, kötü niyetli, negatif düşünceli, ikiyüzlü, bencil ve azgın bütün hakîkat inkarcılarıdır. Maddî yönden gelişmiş olmaları sebebiyle teknik imkan ve kapasitelerini sürekli artıran, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri kendi çıkarları için keyfî olarak kullanmaktan çekinmeyen ve “güçleri” sayesinde mazlumları kısa sürede etkisiz hâle getirenlerdir. Bu üstün maddî özelliklere sahip olmaları nedeniyle çok daha “hızlı” hareket edenlerdir. Dünyevî zevkleri önceleyen, serveti ve makamı baş tacı eden, doğayı kirleten ve yoksul insanları dışlayan, hayırlı faaliyetleri engelleyen her türlü olumsuz bakış açılarını, “dünyanın en ücra köşelerine kadar” iletişim vasıtalarıyla yayarak çıkarcılığı özendirenler ve insanların duygularını istismar edenlerdir. Çirkin olan şeyleri “güzel”, güzel olan mânevî-ahlâkî değerleri ise “çirkin gösteren”, bütün bunları yaparken hiçbir masraftan kaçınmayan ve gidilmedik de çok az yer bırakanlardır.
Sonuç îtibârıyla,
sembollerle anlatılan “deccâl” tasvirleri müşahhaslaştırılmadan doğru anlaşılıp yorumlanabilirse, düşünen ve sorgulayan insanlar için önemli ipuçları içerdiği görülmektedir. Ayrıca “deccâl” ile ilgili rivâyetlerin tevâtür derecesine ulaşmaması, mecâzî mânâlarına yorumlanmalarının da mümkün olması nedeniyle,
maddî bir “deccâl”in varlığına inanmayanlara küfür isnâd etmek doğru değildir.
Selam ve dua ile..
(Ayrıntılı bilgi için
Dr. Ahmet Emin SEYHAN’ın,
“Hadislerde Kıyamet Alametleri” adlı kitabına bakılabilir. Moralite Yay., İstanbul, 2006, s. 178-183)
------------------
[24] REŞİD RIZÂ,
Menar, IX, 451-453.
[25] SARITOPRAK, Z., s. 148-150; ÇELEBİ, İlyas,
İslâm’da İnanç Esasları, s. 285.
[26] Yıldırım, “cessâse” hadisiyle ilgili yaptığı araştırmanın sonucunda “
Rasûlullah ile irtibatı olmayan İsrâilî bir haber olduğu” kanaatine varmıştır. Bkz. YILDIRIM, Enbiyâ,
Hadis Problemleri, s. 247. Oysa bu hikayeyi Temim ed-Dârî Hz. Peygamber’e değil, Hz. Peygamber Temim’e isnad ederek anlatmıştır. Bkz. Tezimizin Giriş kısmı “Kıssacılığın Târihî Gelişimi” bölümü.
[27] İBN HACER,
Fethu’l-Bârî, XIII, 82.
[28] İsrâ’, 17/77; Ahzâb, 33/38, 62; Fâtır, 35/43; Feth, 48/23. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/137; Nisâ, 4/26.
[29] En’âm, 6/12, 54; A’râf, 7/156; Tâhâ, 20/15. (Nitekim, bu son âyette belirtildiği üzere Allah Teala, neredeyse kendisinden bile gizleyecek olduğu kıyâmetin ne zaman kopacağı hususunu kimseye bildirmemekte ve koyduğu kurala öncelikle kendisi uymaktadır.) Aynı şekilde bu dünyada yaptıkları kötülükler sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde bir tek canlı bırakmayacağını, ama katından verilmiş bir söz olduğunu ve bu süre doluncaya kadar onlara mühlet verdiğini belirtmesi de koyduğu kurala uyduğunun bir göstergesidir. Bkz. Nahl, 16/61; Kehf, 18/58-59; Fâtır, 35/45.
[30] KÂDI ABDÜLCEBBÂR, Ebu’l-Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî,
Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, nşr. Abdülkerim Osman, Kâhire, 1965, s. 768.
[31] MAHMÛD ŞELTÛT,
el-İslâmu Akîde ve’ş-Şerîa, Kâhire, 1959, s. 61.
[32] TAFTAZÂNÎ, Mesud b. Ömer b. Abdillah,
Şerhu’l-Mekâsıd, (I-V), nşr. Abdurrahmân Umeyre, Beyrut, 1989, V, 317.
[33] REŞİD RIZÂ,
Menar, III, 317.
[34] REŞİD RIZÂ,
Menar, IX, 490-505.
[35] YAZIR, VI, 4172-4173.
[36] AHMED NAİM,
Tecrid, IX, 184.
[37] ESED, Muhammed,
Mekke’ye Giden Yol, çev. Cahit Koytak, İnsan Yay., İst., 1984, s. 13-17.
[38] MUHAMMED b. SELÂME CEBR, “
Eşrâtü’s-Sâa ve Esrâruhâ”, Kâhire, 1993, s. 34.
[39] DOĞRUL, Ömer Rıza,
Tanrı Buyruğu, İst., 1980, s. 351.
[40] YAVUZ, Y. Ş., “Kıyâmet Alâmetleri”,
DİA, XXV, 524, İst., 2002.
[41] KARDAVÎ, Yûsuf,
Sünnet’i Anlamada Yöntem, s. 246-247.
[42] ATEŞ, Ali Osman,
Kur’an ve Hadislere Göre Şeytan, Beyan Yay., İst., 1995, s. 390.
[43] (Âl-i İmrân, 3/55; Nisâ, 4/157-159). Bu âyetlerden dolaylı olarak çıkartılan işaretin aksine, Hz. Îsâ, bedenen ölmüş (Mâide, 5/117) ve ruhu Allah katına yükseltilmiştir. (Zuhruf, 43/61). Bu âyeti delil getirerek Hz. Îsâ’nın tekrar dünyaya döneceğini ileri sürmek de isâbetli değildir. Zîra âyetin devamında Hz. Muhammed’e uyulması istenmektedir. (Âl-i İmrân, 3/46). Buradan da Hz. Îsâ’nın tekrar dünyaya döneceği sonucunu çıkarmak mümkün gözükmemektedir. (En’âm, 6/158). Bu âyette de “deccâl”e işaret olmayıp, “küresel kıyâmet” başladığı anda yaşanılacak fiziksel değişimler kastedilmektedir. (Muhammed, 47/18). Bu âyette ise alâmetlerin geleceği değil, aksine geldiği bildirilmektedir. Sonuç îtibârıyla; mezkur âyetlerden dolaylı da olsa “deccâl”e işaret edildiği sonucunu çıkarmanın, ilmî açıdan mümkün olmadığı görülmektedir.
[44] Bu konuda geniş bilgi için bkz. SARITOPRAK, Z., “Deccâl”,
DİA, IX, 71.
[45] SAKALLI, Talat, Cârî Kültürün Hadis Rivâyetine Tesiri, s. 297.
[46] SARITOPTAK, Z.,
İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, s. 144. Bu konuda hadis diye rivâyet edilen, “Mehdî’nin çıkışını, Îsâ’nın nuzûlünü, deccâl’in zuhûrunu inkar eden kâfir olur” şeklindeki metnin
uydurma olduğunu İbn Hacer ifâde etmektedir. Bkz. İBN HACER,
Lisânu’l-Mîzân, (I-VII) Haydarabad, 1329, V,130. Ayrıca bkz. ŞELTÛT, Mahmud,
el-İslâmu Akîdetün ve’ş-Şerîa, Kahire, 1379/1959, s. 49-59.