Cinsiyetçilik tekeli ve tahakkümü
Hiç kimse bizi Batı’nın post-modern değerleriyle kendimizi algılamaya ve davranmaya zorlayamaz. Sapkınlığı değer diye dayatamaz. Cinsiyetçilik tahakkümüne alıp fişleyemez…
Ergün Yıldırım YeniŞafak’taki köşesinde bugün, sapkın ideoloji ve tahakkümün sosyolojisini kaleme aldı.
"Cinsiyetçilik, cinsiyet temelinde ortaya çıkan bir ayırımcılık ve zorbalık. Kendi inanışları kendilerine yetmiyor. Bütün insanları kendileri gibi düşünmesi ve inanması için yapmadıkları şey bırakmıyorlar. Homofobi diyerek damgalıyorlar. Özgürlüğe karşı olmakla tekfir ediyorlar! Haklara karşı çıkmakla tehdit ediyorlar. Bu açıdan da cinsiyetçilik (LGBT) kendisi gibi düşünmeyen ve onlara taraftar olmayanları damgalıyor, tehdit ediyor ve ötekileştiriyor. Bir cinsiyet zorbalığı bu. Bu tutumlarıyla hâkim bir söylem ve görüntüye dönüşüyorlar. Kimse ağzını açamıyor onları eleştirmek için. Hemen özgürlük karşıtı, insan haklarını ret eden ve nefret suçu işlediğini düşünme ezikliğine sokuyorlar. Burada korkunç bir söylemsel ve ideolojik tahakküm, rafine kavramlar ve görüşlerle işliyor. Özgürlüğe karşı olmak ve insan hakkını ret etmek ne kadar kötü bir şey! Kim kendisini bu algı içinde görmek ister ki? Bundan dolayı ya sessizlik, ya kayıtsızlık içine giriyor insanlar.
Cinsiyetçiler, büyük bir iktidara sahip. Dünyada ve Türkiye’de bu iktidar aracılığıyla her gün gündemin merkezinde yer alıyorlar. Bu iktidar politik olanın çok ötesinde. Geniş bir etkileme kudretine sahip. Finans çevreleri, siyasi merkezler, kulüpler ve hatta muhafazakârlar (başörtülüler üzerinden yaptıkları propaganda) gibi çok farklı kesimlerde destek buluyorlar. Düşünün! Türkiye’de, toplumda belki yüzde 0,99 bile LGBT’liler gibi olmak ve yaşamak isteyen yoktur. Yine LGBT, bir parti kursa ne kadar oy alabilir? Ama bu yokluğa rağmen her gün varlar kamuoyunda. Her tarafta varlar, herkeste varlar, her siyasi çevrede kafalarını uzatıp gösteriyorlar. İşte iktidar budur! İktidar Ankara’da ya da Londra’da devleti yöneten ana kadro olmak değil. Bu sosyolojik iktidardır. Daha derin, daha etkileyici, daha meşru ve daha kapsayıcı. Bundan dolayı cinsiyetçi renklerle karşılaşmadığımız bir günümüz geçmiyor.
Bu cinsiyetçi iktidar, Türkiye’de ciddi bir muhalefet aracına dönüşüyor. Kadın, cinsellik, eşitlik, insan hakları gibi olgulardan beslenerek bu maskelerle muhalefet ediyor. Bunların kubbesi altında meşrulaşıyor. Bunlarla bütün değerlerimize, namus inanışlarımıza, kültürel anlamlarımıza, dini alışkanlıklarımıza muhalefet ediyor. Nihilizmi, septisizmi, protestoyu cinselliğin enerjisiyle birleştirerek piyasaya sürüyor kendisini. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki muhalefette de bunu görüyoruz. Memleketin parası, yetenekleri ve imkânları üzerinde tekel oluşturarak kendi “akademik cemaatini” oluşturan kadroların muhalefetini yapıyorlar. Akademik aşiretin anlamsızlığı özgürlük ve özerklik ile savunuyorlar. Atama sisteminin sorunlu tarafına yatarak akademik cemaat düzenini maskeliyorlar.
Cinsiyetçi bilinç, kendisini mutlak doğru gördüğü için onun yanında (düşünce olarak) hizalanmayan veya en azından ona sessizlik gösterip “buyurun” ezikliğini göstermeyen herkese saldırıyor. Fişliyorlar, hedef gösteriyorlar, damgalıyorlar. Foucault’un iktidar bilinci burada işliyor.
Şunu çok açık bir şekilde ifade edelim. Kimse bizi Batı’nın post-modern değerleriyle kendimizi algılamaya ve davranmaya zorlayamaz. Kimse bize kendi değerlerini dayatamaz. Namusa nasıl bakacağımızı, mahremiyeti nasıl yorumlayacağımızı, kadın ve erkek davranışlarına ne diyeceğimizi kendi normlarımız, değerlerimiz ve inançlarımızla karar vereceğiz. Bununla da onur duyacağız, şeref duyacağız. ”İnananlar üstündür” düsturuyla kendimizi algılamaya devam edeceğiz.
Oğlancılık ve türevleri bir hastalık değil, bir ahlak sapmasıdır. Yani benimsediğimiz ahlak normlarının iyi ve doğru diye belirtilen çerçevelerinden çıkmaktır. Sapmaktır bunlardan. Bu nedenle bu sapmaya, sapıklık diyoruz. Bizim iyilik ve kötülük ölçülerimizi belirleyen en temel kaynak vahiydir. Modern Batı düşünceleri ve felsefeleri değil. Hakikatin ebedi vasfını en fazla “iyi” ve “kötü” üzerinde, yani ahlak üzerinde anlarız. Hakikatini kaybeden ve “hakikate artık kıçından bakan” bir zihniyetin, nazarımızda zerre kadar bir değeri yoktur. Buna karşı mücadele etmek, anlamlarımıza saldıran, aşağılayan ve küresel iktidarla üzerimize gelen bu onursuzluğa karşı cehd içinde olmak mesuliyetimiz var. Vahiyden ilham alan ahlak ilkelerimizden de şüphe etmeyeceğiz. Onların başkaları tarafından tanımlanmalarına karşı da mücadele edeceğiz. Çünkü bireysel ve toplumsal varlığımızın benlikleri bu değerler üzerinde kurulur ve bunlarla hayatını sürdürür. Var olmamız ve yok olmamız bunlara bağlı."
Hiç kimse bizi Batı’nın post-modern değerleriyle kendimizi algılamaya ve davranmaya zorlayamaz. Sapkınlığı değer diye dayatamaz. Cinsiyetçilik tahakkümüne alıp fişleyemez…
Ergün Yıldırım YeniŞafak’taki köşesinde bugün, sapkın ideoloji ve tahakkümün sosyolojisini kaleme aldı.
"Cinsiyetçilik, cinsiyet temelinde ortaya çıkan bir ayırımcılık ve zorbalık. Kendi inanışları kendilerine yetmiyor. Bütün insanları kendileri gibi düşünmesi ve inanması için yapmadıkları şey bırakmıyorlar. Homofobi diyerek damgalıyorlar. Özgürlüğe karşı olmakla tekfir ediyorlar! Haklara karşı çıkmakla tehdit ediyorlar. Bu açıdan da cinsiyetçilik (LGBT) kendisi gibi düşünmeyen ve onlara taraftar olmayanları damgalıyor, tehdit ediyor ve ötekileştiriyor. Bir cinsiyet zorbalığı bu. Bu tutumlarıyla hâkim bir söylem ve görüntüye dönüşüyorlar. Kimse ağzını açamıyor onları eleştirmek için. Hemen özgürlük karşıtı, insan haklarını ret eden ve nefret suçu işlediğini düşünme ezikliğine sokuyorlar. Burada korkunç bir söylemsel ve ideolojik tahakküm, rafine kavramlar ve görüşlerle işliyor. Özgürlüğe karşı olmak ve insan hakkını ret etmek ne kadar kötü bir şey! Kim kendisini bu algı içinde görmek ister ki? Bundan dolayı ya sessizlik, ya kayıtsızlık içine giriyor insanlar.
Cinsiyetçiler, büyük bir iktidara sahip. Dünyada ve Türkiye’de bu iktidar aracılığıyla her gün gündemin merkezinde yer alıyorlar. Bu iktidar politik olanın çok ötesinde. Geniş bir etkileme kudretine sahip. Finans çevreleri, siyasi merkezler, kulüpler ve hatta muhafazakârlar (başörtülüler üzerinden yaptıkları propaganda) gibi çok farklı kesimlerde destek buluyorlar. Düşünün! Türkiye’de, toplumda belki yüzde 0,99 bile LGBT’liler gibi olmak ve yaşamak isteyen yoktur. Yine LGBT, bir parti kursa ne kadar oy alabilir? Ama bu yokluğa rağmen her gün varlar kamuoyunda. Her tarafta varlar, herkeste varlar, her siyasi çevrede kafalarını uzatıp gösteriyorlar. İşte iktidar budur! İktidar Ankara’da ya da Londra’da devleti yöneten ana kadro olmak değil. Bu sosyolojik iktidardır. Daha derin, daha etkileyici, daha meşru ve daha kapsayıcı. Bundan dolayı cinsiyetçi renklerle karşılaşmadığımız bir günümüz geçmiyor.
Bu cinsiyetçi iktidar, Türkiye’de ciddi bir muhalefet aracına dönüşüyor. Kadın, cinsellik, eşitlik, insan hakları gibi olgulardan beslenerek bu maskelerle muhalefet ediyor. Bunların kubbesi altında meşrulaşıyor. Bunlarla bütün değerlerimize, namus inanışlarımıza, kültürel anlamlarımıza, dini alışkanlıklarımıza muhalefet ediyor. Nihilizmi, septisizmi, protestoyu cinselliğin enerjisiyle birleştirerek piyasaya sürüyor kendisini. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki muhalefette de bunu görüyoruz. Memleketin parası, yetenekleri ve imkânları üzerinde tekel oluşturarak kendi “akademik cemaatini” oluşturan kadroların muhalefetini yapıyorlar. Akademik aşiretin anlamsızlığı özgürlük ve özerklik ile savunuyorlar. Atama sisteminin sorunlu tarafına yatarak akademik cemaat düzenini maskeliyorlar.
Cinsiyetçi bilinç, kendisini mutlak doğru gördüğü için onun yanında (düşünce olarak) hizalanmayan veya en azından ona sessizlik gösterip “buyurun” ezikliğini göstermeyen herkese saldırıyor. Fişliyorlar, hedef gösteriyorlar, damgalıyorlar. Foucault’un iktidar bilinci burada işliyor.
Şunu çok açık bir şekilde ifade edelim. Kimse bizi Batı’nın post-modern değerleriyle kendimizi algılamaya ve davranmaya zorlayamaz. Kimse bize kendi değerlerini dayatamaz. Namusa nasıl bakacağımızı, mahremiyeti nasıl yorumlayacağımızı, kadın ve erkek davranışlarına ne diyeceğimizi kendi normlarımız, değerlerimiz ve inançlarımızla karar vereceğiz. Bununla da onur duyacağız, şeref duyacağız. ”İnananlar üstündür” düsturuyla kendimizi algılamaya devam edeceğiz.
Oğlancılık ve türevleri bir hastalık değil, bir ahlak sapmasıdır. Yani benimsediğimiz ahlak normlarının iyi ve doğru diye belirtilen çerçevelerinden çıkmaktır. Sapmaktır bunlardan. Bu nedenle bu sapmaya, sapıklık diyoruz. Bizim iyilik ve kötülük ölçülerimizi belirleyen en temel kaynak vahiydir. Modern Batı düşünceleri ve felsefeleri değil. Hakikatin ebedi vasfını en fazla “iyi” ve “kötü” üzerinde, yani ahlak üzerinde anlarız. Hakikatini kaybeden ve “hakikate artık kıçından bakan” bir zihniyetin, nazarımızda zerre kadar bir değeri yoktur. Buna karşı mücadele etmek, anlamlarımıza saldıran, aşağılayan ve küresel iktidarla üzerimize gelen bu onursuzluğa karşı cehd içinde olmak mesuliyetimiz var. Vahiyden ilham alan ahlak ilkelerimizden de şüphe etmeyeceğiz. Onların başkaları tarafından tanımlanmalarına karşı da mücadele edeceğiz. Çünkü bireysel ve toplumsal varlığımızın benlikleri bu değerler üzerinde kurulur ve bunlarla hayatını sürdürür. Var olmamız ve yok olmamız bunlara bağlı."