Ekli dosyayı görüntüle 6685
Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.
Yıl 1948, yer İtalya...
Fransız Şiirsel Gerçekçiliğinin romantizmi yerine İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin başlayıp güçlendiği zamanlar...
Yani sinema tarihi açısından da bir milat olan İkinci Dünya Savaşı sonrası...
Ekonomik krizler, siyasi kargaşalar ve bu çalkantıların içinde yaşam mücadelesi veren çaresiz halk...
İşte İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının bu mücadeleyi anlatan en büyük eseri, ünlü yönetmen Vittorio De Sica imzalı Bisiklet Hırsızları.
Hikaye, diğer işçiler gibi uzun süredir çalışmayı bekleyen Antonio Ricci'nin, afiş asma işine kabul edilmesiyle başlıyor. Bu işin tek bir şartı vardır: Bisiklet sahibi olmak.
Antonio'nun bisikleti vardır ancak yiyecek ekmekleri dahi olmadığından onu rehin bırakmış, bunu da işverenden gizlemiştir.
Bisikleti geri alabilmek için eşi Maria evdeki çarşafları satar. Bu sahneler oldukça sarsıcıdır; çünkü eşyalarını satan ya da rehin bırakan sadece onlar değildir... Yönetmen, Ricci ailesinin üzerinden halkın yaşadığı sorunlara bu şekilde gerçekçi bir ayna tutar.
Antonio ve ailesi, bu iş sebebiyle heyecanlanır ve mutlu olur; ancak bu mutluluk kısa sürer. Daha işinin ilk günü, bisikleti hırsızlar tarafından çalınır. Polis bu meseleyi elbette önemsemez. Böylece Antonio, oğlu Bruno ile birlikte Roma sokaklarında film boyunca devam edecek bir arayışa başlar. Film, bu umudun çerçevesinde izleyiciye düşünme ve sorgulama fırsatı verir. Zira izleyici, olan biten her şeye, halkın ayakta ve hayatta kalma mücadelesine objektif bir şekilde şahitlik eder.
Sonunda bisikletini çalan genci bulur ancak ispatlayamadığı için çabası sonuçsuz kalır. Hatta çocuğun mahallesindeki herkes, sabıkası olmayan, dürüst ve iyi bildikleri bu gence iftira attığını öne sürerek Antonio'yu suçlar.
Bu olaydan sonra Antonio, bir kırılma noktası yaşar ve çıkmaza girdiği anda bir bisikleti çalmaya çalışırken yakalanır. Karakola götürülürken Bruno'nun da orada olması, bisiklet sahibini şikayetten vazgeçirir. Ancak Antonio için en büyük ceza, oğlunun böyle bir durumu korku ve gözyaşıyla izliyor olmasıdır.
Evet, kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.
Film bizi kıskıvrak yakalayıp sert bir empatinin içine sokarken ezberlerimizi de bozuyor. Yaşadığımız dönem ve şartların adalet-ahlak anlayışımızı ne derece sarsabileceğini gösteriyor.
Antonio hırsızlık yapmaya çalıştı, evet.
Bir juri edasıyla onu suçlu ya da suçsuz bulabiliriz. Hırsız mı değil mi tartışabiliriz. Ancak son sahnede baba-oğul gözyaşları içinde el ele kalabalığa karışıp gözden kaybolduklarında aklımıza asıl gelmesi gereken soru bence şu olmalı: Ben olsam ne yapardım?
Dilerseniz üzerine konuşalım. İzlerseniz sahneleri bile değerlendirebiliriz. Bu yüzden detaya girmedim.
Sevgiler...
Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.
Yıl 1948, yer İtalya...
Fransız Şiirsel Gerçekçiliğinin romantizmi yerine İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin başlayıp güçlendiği zamanlar...
Yani sinema tarihi açısından da bir milat olan İkinci Dünya Savaşı sonrası...
Ekonomik krizler, siyasi kargaşalar ve bu çalkantıların içinde yaşam mücadelesi veren çaresiz halk...
İşte İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının bu mücadeleyi anlatan en büyük eseri, ünlü yönetmen Vittorio De Sica imzalı Bisiklet Hırsızları.
Hikaye, diğer işçiler gibi uzun süredir çalışmayı bekleyen Antonio Ricci'nin, afiş asma işine kabul edilmesiyle başlıyor. Bu işin tek bir şartı vardır: Bisiklet sahibi olmak.
Antonio'nun bisikleti vardır ancak yiyecek ekmekleri dahi olmadığından onu rehin bırakmış, bunu da işverenden gizlemiştir.
Bisikleti geri alabilmek için eşi Maria evdeki çarşafları satar. Bu sahneler oldukça sarsıcıdır; çünkü eşyalarını satan ya da rehin bırakan sadece onlar değildir... Yönetmen, Ricci ailesinin üzerinden halkın yaşadığı sorunlara bu şekilde gerçekçi bir ayna tutar.
Antonio ve ailesi, bu iş sebebiyle heyecanlanır ve mutlu olur; ancak bu mutluluk kısa sürer. Daha işinin ilk günü, bisikleti hırsızlar tarafından çalınır. Polis bu meseleyi elbette önemsemez. Böylece Antonio, oğlu Bruno ile birlikte Roma sokaklarında film boyunca devam edecek bir arayışa başlar. Film, bu umudun çerçevesinde izleyiciye düşünme ve sorgulama fırsatı verir. Zira izleyici, olan biten her şeye, halkın ayakta ve hayatta kalma mücadelesine objektif bir şekilde şahitlik eder.
Sonunda bisikletini çalan genci bulur ancak ispatlayamadığı için çabası sonuçsuz kalır. Hatta çocuğun mahallesindeki herkes, sabıkası olmayan, dürüst ve iyi bildikleri bu gence iftira attığını öne sürerek Antonio'yu suçlar.
Bu olaydan sonra Antonio, bir kırılma noktası yaşar ve çıkmaza girdiği anda bir bisikleti çalmaya çalışırken yakalanır. Karakola götürülürken Bruno'nun da orada olması, bisiklet sahibini şikayetten vazgeçirir. Ancak Antonio için en büyük ceza, oğlunun böyle bir durumu korku ve gözyaşıyla izliyor olmasıdır.
Evet, kimse sınanmadığı günahın masumu değildir.
Film bizi kıskıvrak yakalayıp sert bir empatinin içine sokarken ezberlerimizi de bozuyor. Yaşadığımız dönem ve şartların adalet-ahlak anlayışımızı ne derece sarsabileceğini gösteriyor.
Antonio hırsızlık yapmaya çalıştı, evet.
Bir juri edasıyla onu suçlu ya da suçsuz bulabiliriz. Hırsız mı değil mi tartışabiliriz. Ancak son sahnede baba-oğul gözyaşları içinde el ele kalabalığa karışıp gözden kaybolduklarında aklımıza asıl gelmesi gereken soru bence şu olmalı: Ben olsam ne yapardım?
Dilerseniz üzerine konuşalım. İzlerseniz sahneleri bile değerlendirebiliriz. Bu yüzden detaya girmedim.
Sevgiler...